31 Aralık 2015 Perşembe

Tanıtım: Doç. Dr. Sultan Tarlacı (Ümit Ersöz, 31 Aralık 2015)


Tanıtım: Doç. Dr. Sultan Tarlacı (Ümit Ersöz, 31 Aralık 2015)

Değerli Kadıköy Düşünce Platformu üyeleri, sizlere 2015 yılının bu son gününde saygıdeğer bir bilim adamı Doç. Dr. Sultan Tarlacı’yı tanıtmak istiyorum. 

İlgi alanları arasında klinik nörofizyoloji, bilinç ve bilinç bozuklukları olan ve aynı zamanda sinir sisteminde kuantum fiziği işleyişi ve felsefesi konusunda çalışmaları bulunan nöroloji uzmanı Doç. Dr. Sultan Tarlacı’nın uluslararası saygın, çoğunluğu A grubunda yer alan hakemli dergilerde yayınlanmış ve SCI (Scientific Citation Index)’e giren sinirbiliminin değişik konularında 30’dan fazla yayını vardır. Bunun dışında, Popüler Bilim ile Bilim ve Teknik dergilerinde pek çok popüler yazılar yazmıştır. 

Sultan Tarlacı’nın temel araştırma alanı yoğunlaşması, sinir sisteminde kuantum fiziği kurallarının işleyip işlemeyeceği üzerinedir. Özellikle sinir sisteminde kuantum fiziği işleyişi ve duyular dışı algının pragmatik kullanımı, fizik ve sinirbilimsel temellerini anlama konusuyla ilgilenmektedir.

2003’de yayınlanmaya başlanan NeuroQuantology Dergisinin (www.neuroquantology.com ) (An Interdisciplinary Journal of Neuroscience and Quantum Physics) yayımcısı, isim babası ve baş editörü olan sayın Tarlacı halen özel bir hastanede, nöroloji uzmanı olarak çalışmaktadır.

Sultan Tarlacı’nın “Wanted! Creative Quantum Physicists Around the Age of Thirty” başlıklı makalesine aşağıdaki linkten ulaşılabilir.


Bu vesile ile tüm Kadıköy Düşünce Platformu üyelerinin yeni yılını kutlar, yeni yılda sağlık ve mutluluklar dilerim.


Ümit Ersöz (31.12.2015)


28 Aralık 2015 Pazartesi

Bilim İçin Yeni Yöntem Tartışması - Sicim teorisi bilim midir? - DUYURU


Quanta Magazine'in aşağıdaki linkinde (*), olguların bilimsel olması için gereken deney ve yanlışlama ile yöntemsel olarak doğrulanması zorunluluğunun sicim kuramında olduğu gibi her zaman olanaklı olmaması halinde modelin bilimsel olarak kabulünün olanaklı olup olmadığının MPI'de tartışılması haber olarak verilmektedir.
Ayni haber, 26 Aralık 2015 tarihli Hürriyet Gazetesi'nde İsmet Berkan (**) tarafından da köşesinde “Felsefi bir tartışma: Sicim teorisi bilim midir?” başlığı ile bir makalede işlenmiştir.
Holistik bilimsel yönteme katkı yapması beklenen bu tartışma konusu 26 Aralık 2015 tarihinde yapılan 1067. KDP - Cumartesi Sohbet Toplantısı’nda da ele alınmış olup, 2 Ocak 2016 tarihinde yapılacak bir sonraki toplantıda da açılış konusu olarak gündeme alınacaktır.


Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xv- (*) (Mustafa Özcan, 28 Aralık 2015)


Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri  -xv-

Tarihin paradigmik ilkeleri araştırılırken tarihin anlatısı, felsefesi ve bilimi olmak üzere, özellikle popüler olmaya yatkın bu üç ana entelektüel alanın göz önünde tutulması gerektiği konusundaki görüşümü bu makale vasıtası ile ele almak istiyorum. Nitekim böyle yazı dizisi şeklindeki ele alışlarda konu akışının bütünselliğini tamamlamak açısından bu tür bir yaklaşımın gerekli olduğu hususu herhalde diziyi başından beri izlemekte olan değerli okurların dikkatindedir sanırım.

Anlatı veya diğer bir deyişle betimleyerek öykülendirme şeklinde belirtilebilecek bir biçim, bir edebi tarz olarak genelde zemininde olaylar örgüsü doğrultusunda ilerleyerek gelişen bilgilendirmeci bir söz akışını temsil etmektedir.

Öte yandan felsefi ele alışta ise tarihsel olayların nedenlerinin neler olabileceğinin sorgulanması bu ulamdaki fikir çerçevesinin temelini oluşturur. Burada başvurulan çerçeve yöntemsel yaklaşımı oluşturan yapıyı ortaya koyar. Pratik açıdan bakıldığında, yöntem her zaman olduğu gibi burada da konunun “nasıl”ını keşfetmedeki yolu-yordamı ortaya koyan esas olarak daima ve hep en önde gelen işlevselliği temsil etmektedir.

Ancak, paradigmik ilkeler pratik açıdan değil de teorik veya diğer bir deyişle soyut bilimsel temel ile araştırılmak üzere ele alındığındaysa gelinen zemin oldukça karmaşıklaşmış olan bir düzeyi yansıtmaktadır.

Örneğin bu durumda söz konusu olan bilimsel ele alışta başvurulacak bir görünge olarak konuya bir yandan yoruma dayalı mikro-sosyolojik düzlemden bakılması gerekirken öte yandan da makro-sosyolojik görünge ile anlatının akışında olgusal (olgusallığı istatistiksel veriler ile doğrulanabilen) bir illiyet (nedensellik, kauzalite) çerçevesinin oluşturulması gerekmektedir.

Büyük Tarih anlatısında zamanın en geniş ve mekânınsa en büyük oluşu nedeni ile kaçınılmaz olarak azami genişlikteki bir olgusallığın var oluşundan ötürü belirtilen tarzda sosyal olarak mikro/makro şeklinde olan dikotomik yapılı bir yaklaşım zorunlu olmaktadır.

Diğer bir deyiş ile eşzamanlı ve koşut olarak başvurulacak olan mikro-sosyolojik yorumsal ve makro-sosyolojik istatistiksel yaklaşımlar doğrultusunda konunun ele alınışındaki tarz ile bu iki sosyolojik öğenin birbirlerinin ayrılmaz kutupsal tamamlayıcılar olması hem gerekli ve hem de zorunlu bir durumu yansıtmaktadır diyebiliriz.   

Makro sosyolojik ele alış bizi tarihe matematik temelinden yaklaşmakta olan Kliodinamik (Cliodynamics) modele götürürken mikro bakış biyografilere, sözlü tarihe, yerel tarihe başvurmaya sevk eder (*).

Mustafa Özcan (28 Aralık 2015)
 _______________
(*) Devam edecektir.



Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xıv- (*) (Mustafa Özcan, 28 Aralık 2015)


Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xıv- (*)

Büyük Tarih” konusu kapsamına müfredat olarak nelerin girdiğine bakıldığında, belirtildiği gibi ilk aşamada astrofizik temelindeki anlatı ile başlayan evren kozmogonisinin ele alındığı görülür.

Bu kapsamdaki öyküye, 13,8 milyar yıl önce yüksek yoğunluk ve ısıdaki noktasal bir tekillikten kuantum dalgalanmaları sonucu 10^-43 saniye olarak verilen Planck Zamanı içinde oluştuğu kabul edilen “Büyük Patlama” ile başlanır. Anlatı, havsala dışı bu olayın ardından saniyenin yüz milyarda biri kadar zamanda meydana gelen şişme şeklindeki kozmik genişleme ile ortaya çıkan üçü uzay ve biri zaman olmak üzere dört kozmik boyutlu evrenin oluşumun betimlenmesi ile sürer. 

Bundan sonraki müfredat içeriğinde, yazarlara göre bazı nüanslar olmasına karşın genelde kozmik genişleme ile beliren enerji/madde dönüşümünün bir sonucu olan galaktik bulutsu oluşumu hakkında bilgi verilir.

Bu doğrultudaki müfredatın omurgasını ise, Büyük Patlama ile şişmenin ardından yüzde bir saniye sonra primordiyal (ilksel) madde olarak ortaya çıkan hidrojen çekirdeği, yani proton ve ondan nükleer füzyon ile sentezlenen helyum çekirdeğinin istikrarlı hale gelmesi süreci hakkındaki bilgilendirme oluşturur. Böylece, maddenin istikrarlaşması için geçen 379 bin yılın sonunda evrenin ilk ışığını veren galaktik bulutsular ve ilksel yıldızlar eskil (kadim) evreni oluşturarak bize görebileceğimiz en erken evren resmini sağlar. Yıldızsal füzyon ile hidrojenini helyuma dönüştürerek nükleer yakıtını çok kısa zamanda tükenen bu ilksel yıldızların kütle-çekimden dolayı içe çöküp patlaması sonucunda daha ağır elementlerin oluşumu hakkındaki anlatı ise kozmik evrim öyküsünün bundan sonraki bölümünde yer alır. Birincil tip ilksel yıldızlardaki hafif elementler ile bu yıldızların süper nova ile ölümleri sırasında ortaya çıkan binde bir oranındaki ağır elementleri içeren bulutsuların yoğunlaşma ürünü olarak da ikincil tip yıldızlar meydana gelir. Bir örneği de güneş olan bu yıldızların gezegen sistemlerini oluşturması ise şimdilik sadece bizim sistemimiz örneğinde çağcıl (modern) evrenin gelişim öyküsü mahiyeti ile sonraki bölümün anlatı odağında yer alır.  

Canlılığın henüz bilinen biricik yeri olması nedeni ile yerküre için jeolojik ve ekolojik öykü biyosfer ve biyolojik evrim odaklı anlatının esasını oluşturmakla birlikte buradaki müfredatın ağırlıklandırılmasında yazarına göre oldukça farklı temaların seçilebildiği göze çarpmaktadır. Bir yazar temainsan ekolojisi yönünde kurgularken bir diğeri dünya coğrafyası ekseninde ortaya koyabilmektedir. Gene, bazı yazarlarca tarihöncesi bir yaklaşım doğrultusunda paleo-antropolojik ağırlıklı bir tema benimsenerek konunun ele alınışında tarih yönüne ağırlık verilebilmektedir.
Öte yandan, belli bir yöne odaklanarak müfredatı o yönde ağırlıklandırma yerine anlatıya temel oluşturan alanları çeşitlendirerek dağıtık bir müfredatın da benimsenmesi söz konusu olabilmektedir. Bu tür ele alışlarda astronomi, kozmoloji, fizik, kimya, evrimsel biyoloji, paleontoloji, antropoloji ve arkeoloji disiplinlerin tamamından etkin bir şekilde yararlanılmaktadır. Bu durumda anlatı temasının omurgası doğa tarihi ve çevreci (ekolojik) coğrafya üzerine kurulur. Çünkü önceki ele alışlarda konuya tarih veya bilim olmak üzere iki kutuplu üst ulamsal bakıştan biri esas alındığından bu ikisinin dışında diğer üçüncü üst ulamsal bakışınsa doğa tarihi ve çevreci (ekolojik) coğrafya üzerinden olabileceği açıktır.

Görülüyor ki, en geniş tarihin bu yeni anlatı biçimi için genelde daha çok ekolojik (çevreci) olgu ana tema olarak benimsemiş gözükmektedir. Ancak burada da iki tercihli bir durum öne çıkmaktadır. Biri Gaia Kuramı tarzı olarak gezegenimizi canlı holistik bir bütün mahiyeti ile ele alan yaklaşım olurken, diğeri ekosistemik temelli analitik-redüksiyonist yaklaşımı benimsemektedir.

Büyük Tarih konusunda değinilmeden geçilmemesi gereken diğer bir husus da anlatı bütününü yönlendiren stigmerjik özün ne olduğu sorusudur. Bu tür bilgi oluşum ve akış süreçlerinde kaçınılmaz olarak zaman okunun, yani termodinamiğin ikinci yasası olarak entropinin düzen bozucu ajan olarak devrede olduğu bilinmektedir.  Düzen bozuculuğu sistem kurarak ve besleyerek aşmaya çalışan enerji yitirgen yapıların olmazsa olmazı mahiyetindeki girdisi olan enformasyonunsa entropiye karşı gelmekte olduğu noktasından hareket ile uzay/zaman akışında giderek artan bir karmaşıklaşma olgusunun stigmerjik öz olduğu ve süreci yönettiğini söylemek doğru olacaktır.

Nitekim “Big History” (Büyük Tarih) kavramının isim babası David Christian daha ilk kitabında (**) konuyu uzay/zaman akışı içinde gelişen sekiz aşamalı bir karmaşıklaşma süreci olarak kurgulayıp ele almaktadır. Yazarın diğer iki yazar, C. S. Brown ve C. Benjamin ile birlikte kaleme aldığı yeni kitabında da ayni müfredatta ayni aşamalandırmanın benimsediği görülmektedir (***).

Genel olarak ifade etmek gerekirse, benim düşünceme göre 21. Yüzyıl evreni bütünsel görüngeden kavrama çağı olma eğilimi yönünde yol almakta olduğundan holistik anlayışa dayalı olarak en uygun tarih yaklaşımı mahiyeti ile Büyük Tarih tasarımının benimsenmesi doğru bir seçim olacaktır.

Mustafa Özcan (28 Aralık 2015)
______________________
(*) Devam edecektir.
(**) Christian. D. , Maps of Time: An Inroduction to Big History, University of California Press, 2004.
(***)Christian, D. , C.S. Brown and C. Benjamin, Big History: Between Nothing and Everything, McGraw-Hill Education, 2014.



28 Kasım 2015 Cumartesi

Otokrasi ve Bilim, Rusya Örneği (Fuat İnce, 28 Kasım 2015)


Otokrasi ve Bilim, Rusya Örneği

Otokratik yönetimlerin hakim olduğu ülkelerde, bilimsel ve teknolojik gelişmenin desteklendiğini veya tam tersine, zarar gördüğünü gösteren örnekler verilebilir. Rusya her iki yönde de örneklerin bulunduğu bir bilim tarihine sahiptir. “Deli” Petro ve Stalin dönemlerini yaşamış bir ülke bugün de Putin döneminde otokrasi ve bilimin gelişmesi arasındaki ilişkilere sahne olmaktadır.

Rusya 18inci yüzyıl başlarına kadar bilimde sözü edilen bir ülke değildi. Daha çok geri kalmış bir tarım toplumu olarak nitelendirilebilirdi. Rusya’nın bilim ve teknolojide Dünya düzeyine çıkması, bizim “Deli” Petro dediğimiz, ama  Rusların ve diğer batılıların kendisine “Büyük” Petro dediği, Çar Piyotr Aleksiyeviç Romanov (1672-1725) zamanında başlamıştır.

“Deli” Petro 1696’da tam yetkiyle hükümdar olmasından az sonra, bilimin ve eğitimin önemini öne çıkaran devrimsel kararlar almaya başladı. Rusçanın yazıldığı Kiril alfabesini geliştirerek dil/yazım standardı getirdi. İlk kez Rusça gazete çıkmasını sağladı. Rusya’da ilk bilimsel dergiyi çıkarttı. Evrensel klasikleri Rusçaya çevirtip yayımlattı. Avrupa'nın en önemli kütüphanelerinden birini kurdurttu. Uzay gözlem enstitüsü, botanik bahçesi, müze, basımevi, sanat atölyeleri, ilk hastane ve ilk tıp fakültesini kurdurdu.

Bütün asillerin, bürokratların ve devlet çalışanlarının 10-15 yaş arası çocuklarına eğitimi zorunlu kıldı. Okuma yazma yanında eğitimde matematik, geometri ve fen bilimlerine ağırlık verdirdi. Sınav sistemi kurarak sınavları geçme mecburiyeti getirdi.

Petro, Avrupa’nın bilimde neden ilerlediğini yakından izlemek üzere gezilere çıktı. 18 ay boyunca Almanya, Fransa, Hollanda, İngilere’de tersaneleri, üniversiteleri, askeri tesisleri gezdi. Oralarda sanayici ve bilim adamlarıyla tanışıp görüştü. Ünlü Alman bilimci Leibniz ile ilişkisini hiç kesmedi. Onun tavsiyesiyle  St Petersburg Bilimler Akademisini ve St Petersburg Devlet Üniversitesini kurdu. Avrupa'nın en önemli bilim adamları davetle Rusya'ya geldiler. Akademiye katılan yabancı bilimcilere üç katı fazla maaş verildi. Petro, Bilimler Akademisinin yönetimini akademisyenlere bıraktı. Akademinin üyeleri ve başkanları, Çarın bir müdahalesi olmadan Akademide yapılan oylamayla seçilir oldu.

Bilim dışında sivil alanda da devrimsel kararlar alan Petro, bir takım sosyal reformlara imza attı. Kamu çalışanları arasında kıyafet devrimiyle batılı kıyafetleri zorunlu yaparak kamuda kıyafet birliği sağladı. Ayrıca onların sakal bırakmasına karşı ağır sakal vergisi koyarak kıyafet birliğini pekiştirdi.
Takvim devrimi yaparak Avrupanın kullandığı Jüliyen takvimini resmi takvim yaptı. Kadınların kendi rızaları olmadan evlendirilmesini, aile içi şiddete ve geçimsizliğe yol açıyor diye yasakladı. Belki de en önemlisi Rus kilisenin siyasete müdahalesine son verdi. Kilisenin yönetimini patriğe değil kendi atadığı 10 kişilik kurula bıraktı.

Petro’nun reformları meyvalarını kısa sürede vermeye başladı. Rus bilimciler 18. ve 19. yüzyıllarda bütün pozitif bilim dallarında (fizik, matematik, kimya, biyoloji, havacılık, astronomi) önemli keşiflerde bulundular, Dünya bilim literatüründe ön sıralarda yer aldılar. Devrimlerin yarattığı bu durum 20. yüzyılın ilk yarısına kadar sürdü.

Lenin’in ölümünden sonra 1924 yılında Sovyetler Birliğinin başına geçen Stalin (1878-1953), gelmiş geçmiş en zalim diktatörler arasına adını yazdırmıştır. Kendisine rakip gördüğü her kesimden milyonlarca kişiyi hapsetmiş, Sibirya’ya çalışma kamplarına sürdürmüş ve öldürtmüştür. Baskıcı yönetimin bilim alanına müdahale etmesi, bilimi tamamen resmi devlet ideolojisi ile uyumlu, resmi görüşleri destekleyen bir kurum haline sokmuştur.

Resmi ideolojiyle uyumlu olan, başta fizik olmak üzere bazı alanlardaki destekler, bilim aleminde önemli gelişmeler sağlamayı sürdürmüş, ancak, resmi görüşlere karşı çıkan bilimciler mesleklerinden olmuşlar, hatta hayatlarını kaybetmişlerdir. 1930’lu yıllarda Stalin’in diktası altındaki Sovyetler Birliğinde, onun bilimsel düşünceyi kontrol altına alma çabaları, köklü bir bilim geleneğine sahip bu ülkenin ABD ve Avrupa karşısında nasıl geri kaldığına bir neden olarak da gösterilir.

Stalin’in baskısının en güzel örneği, ya da hazin öyküsü, biyoloji ve genetik alanında olmuştur. Stalin yanlısı biyolog Trofim Lysenko, Darwin ve Mendel genetiğini burjuva yarıbilimi olarak niteleyip Fransız biyolog Lamark tarafından öne sürülen görüşleri savunduğunda, Stalin onu överek resmi biyolojiyi ona dayandırdı. Lamark 19. yüzyıl başlarında, özetle ifade edersek, anne babadan çocuklarına geçen özelliklerin, genetik geçmişten değil anne babanın yaşam boyu edindikleri eğitim ve deneyimden geldiğini iddia etmişti. Oysa Darwin ve Mendel’in keşifleriyle Lamark’ın öne sürdüğü fikirler Avrupalı biyologlar tarafından terkedilmişti. Ancak komünist ideolojiye daha uygun düştüğü için Rusya’da resmi devlet bilimi oldu.

Bir başka Rus biyologu olan Nikolai Vavilov ise, Lysenko’ya karşı çıkıyordu. Bugün artık büyük Rus biyologu olarak anılan Vavilov, Avrupa’da da çalışmış, Sovyetler Birliği Tarım Bilimleri Akademsinin Başkanlığını yapmış, Dünya’nın birçok ülkesini dolaşarak topladığı tohumlarla zamanında Dünya’nın en büyük tohum bankasını kurmuş, tohumların kökenleri konusunda yaptığı çalışmalarla uluslararası üne kavuşmuş bir bilimciydi. Ancak biyoloji alanında resmi devlet politikasıyla ters düştüğü için yargılandı. Önce ölüme mahkum edildi. Sonra cezası ömürboyu hapse çevrildi. 1943’te hapisanedeyken açlıktan öldü.

Fakat Vavilov öyküsünün asıl acı tarafı Sovyetler Birliğinde yaşanan kıtlıklar oldu. Tohumların iyileştirilmesi başta olmak üzere Vavilov’un tarımla ilgili önerileri bir kenara atılıp Lysenko’nın önerileri itibar görünce Sovyet tarımında verimsizlik ve düşük kalite yıllarca sürdü. Olan halka oldu.
Stalin döneminde ağırlıkla baskı altında olan sosyal bilimler olsa da matematik de baskılardan nasibini almıştır. Matematiğin ve istatistiğin temel yasalarından sayılan büyük sayılar yasası ve rasgele dağılımlar teoremleri, resmi planlamalar ile verilerin uyuşmadığını gösterince resmen “yanlış kuramlar” olarak nitelenmiş, bunların doğruluğunu savunan tanınmış matematikçiler Kolmogorov ve Slutsky, ısrar etmeyerek  çalışmalarını başka alanlara kaydırmak zorunda kalmışlardı. Bilahare bazı verilerin kuramla uyuşmasını sağlamak için değiştirildiği de ileri sürülmüştür.

Bir başka ilginç öykü de “Big Bang” kuramcısı, ilk Sovyet siklotronunun tasarımcısı büyük fizikçi Gamov ile ilgilidir. Gamov ve eşi resmi yollarla ülke dışına çıkamadığı için gizli yollardan kaçmaya karar verirler. Karadenizin kuzeyindeki Odesa kentindeyken kürek çekerek, rüzgar ve akıntıların da yardımıyla Türkiye’ye varabileceğini hesaplar ve birlikte bir sandalla yola çıkarlar. Ancak çok geçmeden kötü hava koşulları da bastırınca bu işin olanaksızlığını anlayıp geri dönerler.

Stalin’den sonra Khruschev döneminde (1953-1964) bilim üzerindeki baskı önemli ölçüde kalkmış sayılır. Fakat Brezhnev döneminde (1964-1982) gene bazı olumsuzlukların yaşandığı bilinmektedir. Gorbachev’in döneminde ise (1985-1991) glasnost ve perestroike politikaları ile Rusya’da bir açıklık ve serbesti ortamı doğdu ve bunun sonucunda 1991 devriminin de yolu açıldı.

1991’de Sovyetler Birliği çöktükten sonra gelen serbesti ortamıyla yeni devletin yönetiminde başgösteren kısa süreli de olsa bir kargaşa içinde bilim ve teknolojiye destek büyük ölçüde azalınca, bilimcilerin önemli sayılarla ülke dışına çıktığı görüldü. 1990lı yıllarda Amerika ve Avrupa’ya giden bilimci sayısının 30 000 kadar olduğu tahmin edilmektedir.

2000’li yıllarda tekrar ekonominin düzelmesi ve devlet düzeninin yerleşmesiyle bilim ve teknolojiye destekler arttı. Hükumet bilimcilerin geri dönüşünü teşvik için kampanyalar başlattı. Öncelikli alanlar ilan edilerek bu alanlarda büyük devlet destekli projeler ortaya kondu. Küçük küçük sayılarla da olsa tersine bir beyin göçü başladı. Batılı ülkelerle bilimsel işbirliklerinin artması da buna katkıda bulundu. Ancak tersine beyin göçü birkaç yüz kişiyi bulmuşken, son birkaç yılda Putin’in otokratik yönetimi nedeniyle gene duraklamaya girdiği görülmektedir. Putin’in bilime karşı olmasa bile genelde baskıcı yönetiminin, Rusya’da bilim açısından olumsuz sonuçlara yol açma olasılığı ülkenin içinde ve dışındaki Rus bilimcileri tarafından endişeyle karşılanmakta ve protesto edilmektedir.

Yüksek prestijli Nature dergisi Aralık ayındaki bir sayısında 5-6 Aralıkta (2014) Saint Petersburg’da yapılan Rus biliminin geleceği konulu toplantıdan haberler vererek, Rus bilim dünyasındaki politik çalkantıları konu eden bir makale yayımladı. Makale jeopolitik gerilimlerin Rusya’nın Batı ile ilişkilerine zarar verirken Rus biliminin kendi başına ne derece başarılı olabileceğini sorguluyor. St Petersburg’da İngilizce eğitim yapan özel Avrupa Üniversitesinde yapılan toplantıya, bazı üst Rus düzey yöneticileri yanında, Rusya içinden ve ABD ile Avrupa’ya göç etmiş bilimcilerden oluşan 100 kadar kişi katılmış.

Kırım’ın ilhakı ve Ukrayna’da Rus yanlılarının Rusya desteği ile sürdürdükleri ayrılma çatışmaları gölgesinde yapılan toplantı, Putin yanlısı milliyetçi bilimciler ile demokrasi ve batı yanlısı bilimciler arasında gergin bir ortamda geçmiş. Hele atışmalar sırasında milliyetçi bir Rus katılımcının bir ara Stalin posteri açmasıyla ABD vatandaşı bir Rusun bağırarak protestosu ve salonu terketme düzeyine varmış.

Toplantı Rus bilimciler arasındaki derin görüş farklarını su yüzüne çıkarmış. Batıya göç etmiş olan veya olmayan bazı Rus bilimciler, Putin’e ve onun politikalarına sıkı bağlılık gösterirken, Rusya’nın bilim ve teknolojide Batı ile işbirliği ve ilişkilere girmeden de Dünya liderliğine oynayabileceği görüşünü savunmakta.  Buna karşılık Batı ülkelerinden gelen bir takım Rus bilimciler Putin’in Ukrayna girişimlerinden ve içerdeki baskıcı politikalarından endişe duymakta, demokrasinin olmadığı ortamlardan bilimincilerin rahatsız olduğunu, oradan ayrılmak isteyeceklerini ve böyle ortamlarda bilimin gelişemeyeceğini savunmaktalar. Kendi göçlerini de görüşlerine örnek ve destek olarak göstermekteler.

Sert tartışmalardan sonra ABD’deki Michigan Üniversitesinden gelmiş bir Rus bilimci, “ülke yönetimine kabadayılık hakimken ve gelecek gri bulutlarla kaplıyken böyle toplantılarda ülke biliminin geleceğini tartışmak anlamsız” diye bağırarak toplantıyı hışımla terketmiş.

Toplantının bir amacı Rus bilimini tekrar eski prestijli günlerine nasıl döndürüleceğinin yollarını aramaktı. Komünizm gibi bilim de 1990’larda Rusya’da çökmüş gibiydi. Toparlanmanın sürmesine rağmen bilimsel üretim, rakip sayılabilecek Çin’in düzeyinden hala oldukça geride bulunuyor. Matematik ve bazı fizik konularında Rus bilimi hala güçlü. Ancak başta yaşam bilimleri olmak üzere bazı konularda başka ülkelerin gerisinde.

Saint Petersburg’daki toplantının daha ilk gününde Putin ve onun bilim danışmanı Fursenko’ya karşı şikayetler ortada dolaşır olmuş. ABD’nin seyahat yasağı uyguladığı kişiler arasında olan Fursenko’ya karşı protestoların bir nedeni onun Putin’e yazdığı bir mektubun dışarıya sızmış olması. Altında Putin’in “olur” notu bulunan mektupta Fursenko öncelikli bilim alanlarını ve buralarda devlet destekleri öneriyordu. Toplantıdaki genel hava, bilim politikası ve öncelikli alanların böyle kapalı kapılar arkasında bir iki kişi tarafından belirlenmesini doğru bulmuyordu. Demokratik bir ülkede bu konular geniş bilimci tartışması ve katkısı ile belirlenmeliydi.

Toplantıya katılanlar aynı zamanda 2013 yılında Rus Bilimler Akademisinin bağımsız olmaktan çıkarılıp doğrudan Putin’in kontrolunda bir kuruma bağlanmasını protesto ediyorlardı. Fursenko bu protestolara yanıt olarak zaten birçok bilimcinin doğası itibariyle hükumete karşı olduğunu söyledi. Fursenko’nun üst düzey başarılı Rus laboratuarlarına devlet desteğinin artacağını bildirmesi ise alkışlarla karşılandı.

Toplantının bir başka amacı hala devam etmekte olan ve özellikle entelektüelleri ve gençleri içeren Rusyadan beyin göçünün nasıl önünün alınacağını tartışmaktı. Kaçışın nedenini dört yıl önce dışarı giden tanınmış ekonomist Guriev, yetkin sayılacak bir ağızdan anlattı ve en önemli nedenin Hükumet baskısı korkusu olduğunu söyledi.

Birçok bilimcinin ortak fikrine göre, mevcut hükumet politikaları durumu daha da kötüleştirme yönünde. Kaba rakamlarla 30 000 çıkışa karşılık, geri çağrı ve teşviklere rağmen sadece birkaç yüz kişi geri dönmüş.

Geri dönüşleri teşvik eden bir unsur, Rusya ile Batıdaki akademik kuruluşlar arasında işbirliği olanaklarının artması. Rusya’ya döndüğünde Batı ile ilişkilerini sürdürebilmek olumlu bir unsur. Ancak şimdi batıdan gelen ambargolarla bu yol zayıflamış oluyor. Kendi doğup büyüdüğü ve eğitim aldığı ülkesine dönmek isteyen ama Batı ile ilişkilerinin de koparmak istemeyen bilimciler bir ikilem içinde.

2010 yılında Rus Hükumeti yabancı bilimcileri ülkeye çekmek için 12 milyar rublelik bir mega-teşvik programı açıkladı. O günün değeri ile 428 milyon ABD doları olan bu program tüm yabancı uyruklulara açıksa da asıl amaç Rus kökenlilerin geri dönüşlerini sağlamaktı. Ama Boston Üniversitesinden gelen bir Rus bilimcinin toplantıdaki sözleri bu çağrıyı şöyle yanıtlıyordu: “Güzel bir yaşam ve verimli bir bilimsel çalışma sürdürdüğüm ortam varken, neden korku ve baskının hüküm sürdüğü bir yere döneyim?”

Bazı bilimcilere göre politik ortamı değiştirmek ve bilimin yeşereceği bir ortam yaratmak için Rusya içinde bulunup çaba göstermek, içerden çalışmak gerekir. Mega-teşvik programından yararlanma ödülü kazanan dört kadından biri olan ve Yale Üniversitesi Çocuk Çalışmaları Merkezinden gelen Rus kadın bilimci “Ben bir Rusum. Politika ile ilgilenmem doğaldır ama görüşlerimi ne zaman nasıl ifade edeceğime kendim karar veririm” demekte.

Rus bilimini geliştirmek içerden çalışmakla olur görüşü ile ABD’den Rusya’ya geri dönen bir başka bilimci “Ben ana vatanımla barış içindeyim. Burada beni rahatsız eden yok. Ekonomik ve politik sorunlar beni ilgilendirmiyor. Rusya’nın bana ihtiyacı varsa kaçmam.”demekte. Ancak bu kişi gene de ABD ile ilişkilerini koparmak istememiş ve Moskova’da ABD’den MIT (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) ile birlikte kurulan ve İngilizce eğitim veren Skolkova Bilim ve Teknoloji Üniversitesinde çalışmaya başlamış.

2014 Aralık ayındaki toplantıdan Putin hükumetinin fazla etkilenmediği görülmekte. Bu yılın Mayıs ayında Rusya’da bilim destekleriyle tanınan bir STK olan Dynasty vakfının “yabancı ajan” suçlamasıyla kapatılması yoluna gidildi. Dynasty vakfı eski bir oligark ve filantropist olan Dmitry Zimin tarafından 13 yıl önce kurmuştu. Vakfın en belirgin faaliyeti gençler için bilim kampları açmasıydı.

Vakfın sonunu getiren inceleme, Rusya Adalet Bakanlığının vakıf belgelerini uzun süre incelemeleri sonucunda yayınladığı bir raporla sonuçlandı. Raporda açık kanıt ve ayrıntılı gerekçe belirtilmemekle birlikte, “yabancı ajan” suçlaması nedeninin herhalde vakfın Rusya dışından aldığı destek olduğu sanılmakta.

Putin tarafından 2012 yılında geçirililen bir yasaya göre yurt dışından finansal destek alan ve “politika ile ilgilenen” kuruluşlar “yabancı ajan” olarak etiketlenebiliyorlar. Hükumetten daha önce ödüller alan vakfın kurucusu Zimin, “yabancı ajan” olarak etiketlenmeyi içine yediremediği için artık birikimlerini bilim için harcamaktan vazgeçtiğini söylüyor.

Dynasty’nin kapatılması Avrupa ve ABD’ye göçetmiş Rus kökenli bilimcilerden protestolar gördü. Yayınlanan görüşlerde Putin dönemi uygulamalarının Stalin devrini çağrıştırdığı, gelişmelerin Rus bilimi için geriye gidiş olduğu ve üzüntü yarattığı belirtilmekte.

Rusya’nın bilim ve teknoloji geçmişi Türkiye için de ders alınacak bir örnek oluşturuyor. Okuyucular özellikle Rusya’nın 300 yıl önceki atılımlarını bizim ancak Cumhuriyet ile yapabildiğimizi not edecek ve son yıllardaki paralellikleri de değerlendireceklerdir.

Fuat İnce (28 Kasım 2015)


Kaynakça:

21 Ekim 2015 Çarşamba

Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xııı- (*) (Mustafa Özcan, 21 Ekim 2015)


Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xııı- (*)

Bu yazı dizisinde ele almakta olduğum genel tarih ile ilgili denemelerde genel tarihe farklı ölçeklerden bakışta nelerin kapsam dâhiline girmekte olduğu konusuna değinmeden geçmenin tarihi bütünselliğini (holizmini) anlamak bakımından bir eksiklik yaratacağını düşünüyorum. Bu doğrultuda dizinin şimdiki denemesinde tarihe farklı ölçeklerden bakıldığında görülen pencere içine nelerin girdiğini kısa da olsa aktararak irdelemek istiyorum.

Burada farklı ölçeklerden kastedilen şey ele alınan tarih anlatısının kapsadığı zaman/mekân boyutudur. Doğaldır ki zaman/mekân boyutu, yani kronolojik mesafe ve kozmik kapsam ne denli kısa ve küçük olursa anlatının içeriğindeki olgu, olay ve varlıklar o denli az ve küçük olmaktadır. Diğer bir deyişle, anlatı az bir zaman içinde ve küçük bir mekân için ele alındığında kaçınılmaz olarak yerel tarih alanına girilmek durumunda kalınacaktır. Ama en uzun zaman ve en büyük mekân diye bir tanımlama yaparsak bu kaçınılmaz olarak evrensel zaman ve evrensel mekânın tümünü dikkate almamız gerektiği anlamını taşımaktadır.

Bu tanıma giren tarih anlatısı şimdilerde dünya literatüründe “Büyük Tarih” diye nitelendirilmektedir. Bu tarih biçimi İngilizcede “Big History” terimi ile belirtilmiş olduğundan kavramın Türkçedeki karşılığı için de ayni sözcükler kullanılmaktadır. Nitekim konuya ilgi duyanlar için, orijinali İngilizce olan Cynthia Stokes Brown’un kitabının da Türkçeye bu doğrultuda Büyük Tarih adıyla çevrildiğini belirteyim (**). Kitap, bu yeni anlayış biçimini temsilen tarihsel bilgiyle sağın bilimsel bilgiyi tümleştirerek tarih anlatısına kozmik-holistik bir boyut kazandırıyor.  Böylece de bir bakıma, holistik tarih yaklaşımına geçiş yapılmış olunduğunu yeri gelmiş iken ifade etmek isterim.

Genel olarak bakıldığında, büyük tarihte konular zaman ve mekân kapsamında en geniş mahiyet ite ele alındığından, anlatının evrenin başlangıcı olan 13,8 milyar yıl önceki Büyük Patlama, “Big Bang” ile başlatılıp insanlığın geleceği hakkındaki öngörülere dek sürdürülmesi gerekmektedir. Bu kapsamda, Büyük Patlama ve ondan 300 milyon yıl sonra ortaya çıkan ilk galaksiler ve yıldızlar birinci aşama olma mahiyeti ile kozmik evre başlığı altında toplanılıp anlatılırken, 4,5 milyar yıl önce başlayan yerkürenin jeolojik tarihindeki gelişmeler ikinci aşamanın anlatısı olarak ele alınmaktadır. Üçüncü aşamada abiyogenez ve biyolojik evrim canlılık evresi başlığı altında anlatılırken son aşamada ise insanoğlunun dünyası, geleceğini de içine alacak şekilde sağın (ampirik) tarihsel anlatıya konu yapılmaktadır.

Büyük tarih konusunu ele alıp kitap yazmış yazarların bu bölümlemelerde az-çok da olsa bazı farklılıklar gösteren ele alışlara sahip olabildiğini bu noktada anımsatayım. Ancak bölümlerde kapsanan müfredat içeriklerindeki farklılıklarının belirgin bir şekilde miktar ve nitelik bakımından çok daha fazla olduğunu da özellikle vurgulamam da yarar var sanırım.
Büyük tarih konusunu gelecek denemede işlemeyi sürdüreceğim.

Mustafa Özcan (21 Ekim 2015)
__________________________________
(*) Devamı gelecektir



11 Ekim 2015 Pazar

“ADİL HÜKÜMDAR” VE “PRENS” ESERLERİ BAĞLAMINDA İBN ZAFER VE MACHİAVELLİ ARASINDA DÖNEMSEL BİR KARŞILAŞTIRMA (Arş. Gör. Canan ÖZCAN)


Nişantaşı Üniversitesi İktisadi İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Arştırma Görevlisi Canan ÖZCAN'ın “ADİL HÜKÜMDAR” VE “PRENS” ESERLERİ BAĞLAMINDA İBN ZAFER VE MACHİAVELLİ ARASINDA DÖNEMSEL BİR KARŞILAŞTIRMA" başlıklı makalesine aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.


https://www.dropbox.com/s/np5oolq7vob43py/ADIL_HUKUMDAR_VE_PRENS_ESERLERI_BAGLAMINDA_IBN_ZAFER_VE_MACHIAVELLI_ARASINDA_DONEMSEL_BIR_KARSILASTIRMA-2.docx?dl=0

İbni Zafer ve Makyavel tarafından 350 yıl zaman farkı ile kaleme alınmış olan sırası ile "Adil Hükümdar" ve "Prens" adlı yapıtlarını akademik düzeyde inceleyen bu makaleyi ilgi çekici bulacağınızı umuyoruz.






10 Ekim 2015 Cumartesi

Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -XII- (*) (Mustafa Özcan, 10 Ekim 2015)


Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri  -XII- (*)

Bir önceki denemede işlenen konu bireysel bellek olunca, izleyen bu denemenin konusu da grup için olan, onun diyalektik bütünleyici karşıtına dönüşmüş biçimi diye nitelenen kolektif (derlemsel) bellek olmaktadır. Bu nedenle kolektif bellek konusuna tarih ile olan ilişkisi bağlamında değineceğim.

Kolektif belleğe toplumsal bir özellik olarak ilk dikkat çeken kişi tanınmış Fransız sosyologu E. Durkheim olmakla birlikte konuyu sosyal bilimler alanına bir kavram olarak kazandıran H. Bergson’un doktora öğrencisi Fransız sosyal felsefeci Maurice Halbwachs (1877-1945) olmuştur. Yahudi kökenden geldiği için Naziler tarafından konulduğu Weimar’daki Buchenwald Toplama Kampında 1945 yılında difteriden ölen Halbvachs’ın bu çalışması tarih ile sosyoloji (daha uygun olarak sosyal psikoloji demek gerekir) arasındaki en önemli kavramsal köprünün oluşturulması anlamına da gelmektedir.

Çalışma kitap olarak La Mémoire collective” adı ile ölümünden sonra 1950 yılında yayımlanabilmiştir. Böylece derlemsel bellek konusu seminal (konuya can suyu veren) mahiyet ile sosyoloji ve sosyal psikoloji literatürüne kazandırılarak toplum ilişkileri kapsamında işlenmeye başlanmıştır. Ancak yazarın kolektif bellek konusunu, “sosyal çerçevenin değişimi” durumunda ortamdaki grup bireylerinin anılarını mutabakat ile yeniden inşa etme süreci şeklinde bir bağlam ile E. Durkheim’ın mentorluğu eşliğinde daha 1920’lere doğru ele almaya başlamış olduğu anımsanmalıdır.  

Geçmişin sosyal olgularının bir amaç, bir erek kapsamında kullanılmak üzere araçsallaştırılması diye de soyutlayıcı bir yaklaşım ile tanımlanabilecek olan derlemsel belleğin ulusal sosyolojilere göre tasnifi ile oluşmuş değişik tipleri bulunmaktadır. Bu husus özellikle Kıta felsefesinin bir konusu olduğundan özellikle Alman ve Fransız tasniflerinde farklılıklar olarak ortaya çıkmaktadır.

Fransızların siyasete yakın bir tarzda resmi, canlı ve tarihçi diye üçe ayırdığı derlemsel belleği Almanlar ise toplumsala yakın teknik bir yaklaşım ile kültürel ve iletişimsel diye ikiye ayırarak farklı bir tipleştirmeye tabi tutmaktadır. Böylece, kolektif belleğin sınıflandırılarak çeşitlendirilmesinde tam bir mutabakatın henüz sağlanamadığı sonucuna varabilir.

Birinin ulusların resmi tarihine ideolojik kaynaklık ettiği, diğerinin ise yerel tarihi inşa eden grupsal mutabakat belleği olarak işlev gördüğü resmi ve canlı bellekler, birbirinin tümleyicisi iki karşıt kutup mahiyeti ile bunlardan diyalektik sentez yapan tarihçi belleğinin kaynağı olmaktadırlar.  Diğer bir deyişle, toplumun sistemik hiyerarşisinde tavan ve taban diye de nitelenebilecek düzeylerdeki bu iki özgün belek, tarihçinin elinde resmi ve yerel iki tip tarih biçiminden evrensel olmaya doğru yönelmiş genel bir tarih biçimi için tarihçi belleğine kaynaktırlar.

Ayrıca kolektif bellek grup kimliğini de temsil eden bir mahiyete de sahiptir. Bu kapsamda kolektif belleğin grup kimliği ve temsilindeki özellikleri olarak grup aidiyeti, grubun aktif geçmişinin temsili, grup sosyalinin çerçeveleyicisi ve araçsallaştırıcısı, anın anlamı için sembol olma işlevleri vardır. Böylece kısaca ifade etmek gerekirse kolektif bellek süreci, kendimiz olmakla başlayan otobiyografik ve epizodik canlı belleklerimizden hareketle bizi çevreleyen tehditkar yeni toplumsal koşullara karşı biz olmayı sağlamak için geçmişimizi aidiyet güdümüzün etmenliğinde kimlik olarak yeniden oluşturma, haklılaştırma ve yüceltme işidir. 

Bireysel bellek ile karşılaştırıldığında kolektif belleğin özünde otobiyografik belleğin olduğunu görmemek olanaklı değildir. Öyküsel (epizodik) belleğin kişiseli olanı olan otobiyografik bellek, bu kapsamda tarihçi tarafından tarih inşası için olaylar ve insanlar temelinde öznelden nesnele doğru diyalektik bir akışla tarihçi belleği olarak sentezlenmektedir. Diğer bir deyişle, bu şekildeki tikelden tümele geçişle, nesnelleşmeye doğru asimptotik olarak ilerleyerek inşa edilmekte olan tarih, bu nedenden dolayı bugünkü haliyle hiçbir zaman tam anlamıyla nesnel olması olanaklı olmayan bir disiplindir. Yani, tarih en azından öznellikler içereceğinden yanılabilir.  Ve yenilenebilir geçmişi betimleyen kültürel olguların sosyal kimliği temsi eden bir sistematiği olarak doğruya ve en geniş kapsamlı olana yaklaşmaya çabalayan en önemli beşeri bilimdir.

Sonuç olarak da tarih, belirli sosyal hareketleri kültürel etmenler doğrultusunda insanoğlunun kolektif belleğinin aracı ile kendi tarihselliğinin kaydını tutması, diğer bir deyişle de kültürel belleğinin ereğine uyumlu olarak olaylar ve bireyler bağlamında geçmişin kaydını yapmasıdır.

Tüm anlatılanlar ışığında denebilir ki, tarihçinin anlatısında “biz” olmaması gerekir iken kolektif benliğin anlatısında ise “biz olmayan” yoktur.

Tarih anlatısı ile kolektif bellek anlatısı arasında kapsamları itibari ile de bazı karşıtlıkların var olduğunu yeri gelmişken vurgulamadan geçmemek gerekir. Örneğin, kolektif bellek anlatısı yerel tarih anlatısı olarak mikro olaylarla ilgiliyken genel tarih anlatısı makro olaylara yönelik bir içerik inşası mahiyeti ile gelişir. Bu bakımdan ilerleyen dönemlerde tarihçiler (tarih topluluğunca) daima daha evrensele doğru bir çaba benimsenmiş olarak tarihi yorum çerçevesini genişleteceklerdir. Bu öze “tarihin meta düzeyli paradigmik ilkesi” demek yerinde bir tanımlama olacaktır.  

Gene kapsam olarak tarih mitolojiye dönüşmemek için tematik olarak reel olanı ele alıyor iken canlı bellekten çıkan kolektif belleğe dayalı yerel anlatının efsaneleri de işin içine katması olanaklıdır. Bu bakımdan tarihçi belleği tarih disiplinine, kolektif bellek ise sosyal psikolojiye yatkın ve uygun bir yaklaşımı, bir yöntemi temsil etmektedir.
__________________________

(*)Devamı gelecektir.


Mustafa Özcan (10 Ekim 2015)


24 Ağustos 2015 Pazartesi

Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -XI- (*) (Mustafa Özcan, 24 Ağustos 2015)


Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri  -XI- (*)

Tarih biliminin kendine dayanak yaptığı temel sosyo-psişik kavramın kolektif (derlemsel) bellek olduğunu belirtsem herhalde malumu ifade etmenin ötesinde bir şey yapmamış olurum. Bu nedenle tarih konusunu işlediğim yazı dizisinde toplum açısından tarihin olmazsa olmazı olan bellek konusuna bireysel ve toplumsal bağlamda genel mahiyet ile değinmeden geçmek yanlış olurdu.

Ayrıca, daha önce işlediğim, tarih oluşturan tabandaki niş karakterli yeni sosyal hareketlerin öz-koordinasyonunu sağlayan stigmeji fenomenine karşılık tavandaki tamamlayıcısı siyaset mühendisliği konusunun da ele alınması gerektiğine inanıyorum. Bunları da holistik bağlamda kolektif-kültürel (tarihsele temel olan derlemsel-ekinsel) bellek ile olan ilişkisi açısından çift yönden ele alan irdelemeler üzerinden yapmak istiyorum. Ama tarih açısından söz konusu bağlamdaki önemine binaen öncelikle de derlemsel-ekinsel bellek konusunun ele alınması gerekiyor.  

Bellek sözcüğü Türk Dilinin etimolojik bakımdan “harika”lar yaratan sözcük türetme özelliğinden kaynaklanan olanaklar kapsamında Osmanlı Türkçesi’ndeki hafıza yerine bulunmuş oldukça yeni bir sözcüktür. Kökeninde mecaz yolu ile örneksenmiş toprağı bellemek anlamındaki fiil (eylem) vardır (**).

Bireysel bağlamda ele alınınca bellek bilişsel-psişik alanın müfredatına girdiğinden konular nöro-psişik görüngeden irdelenebilir hale gelir. Bu durumda, sosyal tarihe temel oluşturabilmesi için uzun erimli olmaları gereğinden dolayı da kolektif belleğe dayanak olabilecek üç bireysel-bilişsel bellek tipinden söz edilebilir (***).

Bilimsel literatürdeki adları prosedürel, episodik ve semantik olup bilginin uzun dönemli depolanmasını sağlayan söz konusu üç bellek tipi, işlevsellikleri bakımından birbirinden önemli düzeyde farklılık göstermektedir. İlki kinestetik (hareketsel; sportif), ikincisi olaysal, üçüncüsü ise kavramsal yaşantıların zihindeki kalıcı kaydını temsil etmektedir.

Nitekim bu üç farklı yaşantı birikiminin bireylerin zihinsel-kalıtsal oluşumlarına göre farklı yoğunluklarla kayda geçiyor olmasının sonucunda uzun süreli (erimli) bellek kayıtlarının toplamda da üç farklı kategorik bileşimde oluşmasına, bu da bireysel farklılıklarda kendi kalıtsallığı olan üç farklı, duygu-durum (huy “mood”) tipinin varlığına işaret etmektedir (****).

Bir yanda Homo sapiens’in on binlerce yıldır süren yaşam tarihi akışı içinde oluşmuş yüksek düzeyde el ve vücut becerisi gerektiren işlerde kullanılmaya yatkın olarak belirmiş kinestetik bellek ve onun egemenliği altındaki pratik (yapan) birey tipi bunlardan biridir. Öte yandaysa, kişisel olaylar ulamında yüksek düzeyli bellek kaydının yapılmasına yol açan gelişkin episodik bir bellek sahipliliği ile oluşmuş olan katı benlik ve kişiliğe sahip, bir bakıma otokratik (yöneten) birey denebilecek insan tipi bulunmaktadır. Anlambilimsel (semantik) bellek ise soyutlama yeteneği yüksek entelektüellik düzeyinde olan, yani daha çok anlamla düşünen, eylemi daha az olan birey tipinin kaynağı olmaktadır.

Öte yandan, üç bellek tipinin temelde, yukarıda belirtilen üç yaşantısal birey tipi için bilinen üç öğrenme tipolojisinin de altındaki nörolojik yapının özünü oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz. Bilindiği gibi, görsel, işitsel ve dokunsal diye ayrımlanan öğrenme tipolojilerinden dokunsalın kinestetik, işitselin episodik ve görselinse semantik olanla ilişkili olduğu bilinmektedir.

Nitekim toplumsallaşma sürecinde iş bölümü ve tabakalaşma sırasında yaşamsal öneme sahip olan bilişsel öğrenme biçimleri doğaldır ki, birbirini tamamlayan mesleki, ekonomik ve sosyal alanlar üzerinden değişen toplumun kalkınma, gelişme ve ilerleme sürecinde holistik mahiyeti olan son derece kritik işlevselliklere sahiptirler. Diğer bir deyişle bunlar toplumun geleceği için temel eğitsel-öğretsel etkinliğin özündeki etmenler olmaktadırlar.
Bu açıdan bakıldığında da, toplumsal etkinliklerde yeterli ve gerekli entegre insani başarıların sağlanması için üç bellek tipi sahiplerinin belirlenmiş mesleki ve sosyal alanlara doğru olarak yerleştirilmiş ve konumlandırılmış olmaları son derece önemli yaşamsal gereklerdir (*****).

Mustafa Özcan (24 Ağustos 2015)
________________________________

(*) Devamı gelecektir.
(**)Bellemek, bitkisel üretimin devamını sağlayan potas ve fosfor ile birlikte üçlü biyo-kimyasal eleman içinde en önemlisi olan azotun kökler tarafından emilebilmesi için yapılması gereken havalandırma işinde kazma ile toprağın alt-üst edilmesi şeklindeki işleme verilen addır. Burada dikkat çekici olan durum ise benzetmede olağan üstü güzellikte bir eğretileme işinin yapılmış olduğu hususudur. Çünkü canlılığın olmazsa olmazı, havada bulunup da inert bir gaz olduğundan suda çözünemeyen azot belleme işi ile toprağın bünyesinde bulunan gözeneklerde hapsedilmiş olarak hazır bulunan nitrifikasyon bakterileri aracılığıyla suda çözünür nitrat veya nitrit moleküllerine, yani bitkiler için mineral gübre diye bildiğimiz biyo-etkin bir kimyasala dönüşmektedir. Toprağın bellenmesi ile ortaya çıkan bu olguya mikrobiyoloji’de azot sabitlenmesi (nitrojen fiksasyonu) denmektedir. Zihinsel işlemler sürecinde bilginin sabitlenmesi olan (mecazi) bellemek işi ile ayni kategoriden kimyasal bir süreç olması yönüyle yakın benzerlik içindedir.  Nitekim sinirlerce zihinde biyo-elektriksellikle kazanılmış olan bilginin uzun dönemde kalıcılığının sağlanabilmesi için muhakkak kimyasal süreç ile sabit hale getirilmesi gerekmektedir. Ayrıca bu tür biyo-kimyasal süreçlerin özünde protein esaslı, yani azot bazlı biyo-kimyasalların yapıtaşları olarak 20 amino asitin olduğunu da anımsamakta yarar vardır diyorum.
(***)Bunların, üç farklı yaşantı kategorisindeki olguların kaydı sırasında beyindeki biyokimyasal süreçler sonucu ortaya çıkan üç farklı belleme süreci şeklinde yapılaşmış oluşumlar olduğu konusu nöro-biyokimyacılar, nörologlar, psikiyatristler, nöro-psikiyatristler ve nöro-psikologlarca artık geniş kabul görür bir husus olmuştur
(****)Türkçedeki “Huy çıkmadan can çıkmaz” özdeyişi bu bağlamdaki deneyimlerin birikmesi sonucunda söylene söylene yerleşik bir deyiş haline gelmiş olmalıdır.
(*****)Bu nedenle de, üç bellek tipinin pratik, teknik ve idari şeklindeki üç ana meslek alanı ile ilişkilendirilerek sosyo-kültürel etkinliğe genel yön verme etmeni olarak ön okullaşma dönemi için doğrudan kullanabilir olduğunu belirtmeliyiz. Böylece sosyo-kültürel sistemi özünde katalize edecek olan bir toplum ortamı yaratıp kalkınma, gelişme ve ilerleme için etkin bir toplumsal araçsallık kazanabiliriz.  Bu anlayış çerçevesinde ilerlemek için bir toplum (siyasi) mühendisliği faaliyeti oluşturmak, çok doğru bir hareket şekli olur sanırım