29 Kasım 2011 Salı

neuroscience

Neuronal System ve özbilinç

Neuron bilimine ilgi duyduğumdan bu yana hayata ve dünyaya bakışım değişti, bu boşuna söylenmiş bir şey değil, bunu yapmadan böyle bir şeyi anlamanın başka bir yolu da yok. Kafamın içinde olan biteni bilmek benim için çok önemli, bunu yapan gri renkli yumuşak soğuk kitleyi tanımak da öyle, ama asıl önemli olan bunun hem kapalı hem de açık bir sistem olması. İsmi sistem olarak verili hiç birşey böyle tam anlamındaki doğal bir dizgeyi ifade etmiyor. Yukarıdaki sistemin modülleri, garip bir biçimde bu sistemin bütünselliğini tamamlamaya değil ama doğrusal olarak yanlızca kendi görevlerini yapmaya eğilimli. Bu durumda bu modüllerin kendi alanlarına tam olarak hakim olmaları gerekir ama o zaman da gerçek anlamda bir bütünsellik oluşmayacaktır. Modüllerin bu ilgisiz bağımsızlığı saltık olarak mümkün olmadığından ne kendi alanlarını ne de bütünselliği ifade edebilirler. Bu sofistike bir yaklaşım değildir, yanlızca böyle bir sistemin bu şekilde bir özelliği vardır. Bütünsellik modüllerin toplamını kapsar ama modüllerin toplamı bütünselliği oluşturmaz.Şimdi hemen buradaki etkenin (katalizör) sinerji olduğu akla gelecektir ama bu da eksik olur.Eksik olan şey ancak yansıyan bir şey olabilir ki bu da sadece yansıtanda varlık bulabilir, işte bu varoluş’tur ama bu varoluş, varoluşçuların fırlatılmış zavallı varlığı değil gerçek yansıyan “özbilinçtir”.

Doğada varlık bulan kimyasal beyin varlığı ise doğal bilinç alanında aşağıdaki özellikleri taşır:
A-Bir yapı sistemi olarak:
1-Bu yapı, kendi üzerine katlanmış çok sayıda yöntem tabakalarından oluşmuş ve en içte bir badem çekirdeği var.
2-Böyle bir oluşumun ilk önce kararlı olduğu varsayılsa da ona her yönden bakıldığında o kadar da kararlı ve stabil olmadığı açıkça anlaşılıyor.
3-Onun karmaşık yapısının kimyasal, biyolojik ve anatomik entegrasyon’ları onun kapasitesi ile ölçekli değil.
4-Böyle bir sistemin yanlışlanabilir olması akıl/mantık boyutlu uygulamalar alanına girmiyor.
5-Varlığını sinerji ile tamamlayan bu sistemin bütünlüğü, yapısöküm yönteminin bilimsel uygulama ve araştırma alanına uygunluk göstermiyor.

B-Psikolojik bir süreç olarak:
1-Hep distorsiyona meyilli, oldukça hassas dengede bir duruş hali var.Bundan dolayı zihinsel aktivitesi doğallığını değil ama çoğu zaman tehlikeli soyutlamalar şeklindeki faaliyetlerini temsil ediyor.
2-Tarihin ve geleceğin hiçbir döneminde ütopya (Thomas More) için uygun olmadı ve olmayacak.
3-“ben” ağırlıklı yapısının “ağırlık” etkisi ile bozulmuş olan dengesinin düzeltilmesi temel mantık şartı olarak hiçbir zaman kabul edilmeyecek.
4-Bu sisteme yüklenen psikolojik arızalar, onun geri besleme mekanizmasını ilaç ve terapi ile bulanıklaştırırarak tedavi edilemeyecek.
5-Gerçekte böyle bir sistemde ruh çatkısı, yanlızca canlılık anlamında olgusal bir örüntü olarak bulunuyor.
6-Sistemin bir kimyasal dengesi ve bir de mantık doğrultmacı var, bunların birbirlerine geçişleri ruhsallık anlamındaki çelişki olarak koyuluyor.

Erdoğan Merdemert

29 kasım 2011

28 Kasım 2011 Pazartesi

WITTGENSTEIN HAKKINDA (Oktay Zor , 27 Kasım 2011)

Değerli arkadaşlarım, yeni okumuş olduğum “90 dakikada Wittgenstein” adlı kitap hakkındaki görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bu kitap Gendaş yayınlarının “90 dakikada” serisinden yayınlanmış. Kitabın yazarı Paul Strather bir İskoç. Dublin Trinity College'de felsefe eğitimi görmüş, yaşamıyla ilginç bir kişilik.

Kitabın güzel bir dili var. Okumayı kolaylaştıran espri anlayışı çok güzel. Kitap Wittgenstein'ın kişiliği hakkında doğru analizler yapmasına rağmen, felsefi değerlendirme açısından aynı şeyi söylemek zor.

Yazar, Wittgenstein'in amacının felsefeyi sona erdirmek olduğunu vurguluyor. Wittgenstein'in bu iddiası onun felsefenin özünü tam olarak kavrayamadığını gösterir.

Felsefenin ele aldığı ontoloji, epistemoloji, estetik, etik kapsamındaki sorular başka hiçbir bilim dalı tarafından yanıtlanamaz. Felsefenin bu alanlardaki sorulara verdiği yanıtlar tarihsel olarak farklı düzeylerde gerçekleşmiştir. Ve bu cevapların düzeyi bilimlerin gelişmesi sonucu bulunan bilimsel bulgularla doğrudan bağlantılıdır, ayrıca felsefenin düzeyinin derinliğini de bilimsel bilginin derinliği tayin eder. (Bu arada bilim-felsefe ilişkisi tabi ki karmaşık diyalektik bir süreçtir, basite indirgenmemelidir).

Felsefenin sona erdiğini söylemek bilimin sona erdiğini söylemekle eş anlamlıdır. Yani ezeli ve ebedi bir hakikat yumurtlamakla felsefenin bir ilgisi yoktur.

Kitapta yazarın Wittgenstein'ın “Tractus Logico - Philosophicus” isimli eserinden bazı temel önermeleri aktardığını görüyoruz.

“1. Dünya, olduğu gibi olan her şeydir”

Bu önerme üzerinde biraz durmak istiyorum, çünkü onun felsefesinin temel yanlarından birini ifade ediyor.

Felsefe tarihinde önemli birçok filozof; dünyada hiçbir şeyin olduğu gibi kalmadığını, şeylerin sürekli bir oluş ve değişim içinde süregeldiklerini vurguladılar. Dünyanın, sonra tüm evrenin kavranmasının bu yüksek düzeyi, Wittgenstein doğmadan önce açık ve seçik olarak ortaya konmuştur. Böylesine popüler olan bir filozofun yeni düzeyi anlamamış olması şaşırtıcıdır, veya popüleritesi şaşırtıcıdır.

Suriye ile üç ay önceki ilişkilerimizin durumu bugün aynı mı? Gezegenimizin kutupsal manyetik ekseni kaymaya devam ediyor. İklim ürkütücü bir biçimde değişime uğruyor. Bilimsel bilgimizin en sağlam savlarından “en hızlı parçacık, fotondur” hapı yutmuş görünüyor. Örnekler her alandan çoğaltılabilir, fakat birinci önermenin sığlığını göstermek açısından yeterli olduğunu sanıyorum.

Tractatus’tan yazarın aktardığı bir diğer önerme;

“1.1 Dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil “

Bu önerme bilimsel yaklaşıma aykırıdır. Yakın zamanda geçirdiğimiz Van depremi bir olgudur. Wittgestein’ın önermesini esas alırsak; deprem olgusunu meydana getiren kıtasal tabakaları ve bunların hareketini dikkate almaya gerek kalmıyor.

Çünkü, filozofun önerisi dünyayı olguların toplamından ibaret gördüğü için, şeylere yer kalmıyor. Bu önermeyi temel alırsak, olguların nedenlerini nerede arayacağız? Türkiye’de yakın tarihte meydana gelen Gölcük depremi bunun enteresan örnekleriyle doludur. Ahlaki zayıflıklarından dolayı tanrı insanları cezalandırmak için deprem felaketini göndermiştir. Bu ifade elbette bilimden azıcık nasiplenmiş hiç kimse tarafından kabul görmeyecektir. Saçma olan bu ifade, özü itibarıyla yukarıdaki önermeyle aynıdır.

Paul Strathern “Tractatus’ta üstü kapalı mistizmin etkin havası vardır “ diye yazıyor.

Yine yazar aktarıyor; ”Viyana çevresi üyeleri (içlerinde Schlick, Carnap gibi tanınmış felsefeciler vardı) Wittgestein’la karşılaştıklarında, onun ruhani bir kişilik olduğunu görünce şaşırmışlardı”.

Bana göre o felsefesiyle gayet uyumlu davranmaktaır. Zaman zaman uygulamaya koyduğu, insanlardan uzak münzevi yaşam denemeleri yanında, manastıra girmek için başvurmuş, papazı beğenmediği için bir süre bahçesinde çalışmakla yetinmiştir.

Aşağıda ele alacağımız başka bir önermesi, onun hangi felsefe anlayışına yakın olduğunu net olarak göstermektedir.

“1.13 Mantıksal uzam içindeki olgular, dünyadır”

Bu önerme, nesnel gerçekliğin (dar anlamda, dünya) düşünceye ait olduğu, onun tarafından yaratıldığı, mantıksal uzamda (ki o da zihin alanına aittir) içerildiğini söylemek, yalnızca Wittgestein'a özgü bir kabul değildir. Bu felsefi yaklaşımın, yani öznel idealizm anlayışının en önemli temsilcisi, İngiliz filozof George Berkeley’dir (1685-1753). Berkeley, Yale, Harward gibi önemli Amerikan üniversitelerinde çalışmıştır. Viyana çevresi felsefecilerinin Amerika’da gördükleri hüsnü kabule bakılırsa, bu ülkedeki etkisi hala devam etmektedir.

Öznel idealizmin, bireyin konumu açısından karşılığı tekbenciliktir. Pratikte uygulanması imkanı olmayan bu anlayış, Wittgestein'ı çevresiyle uyumsuz yapmıştır. Bu uyumsuzluğuna rağmen, babasının servetini kullanarak (edebiyat ve sanat çevrelerini mali olarak desteklemek) popülaritesini arttırmıştır. Resmi kurumda hocalık da yapan filozof, resmi kurumlar tarafından da desteklenmiştir.

Batının hala tüm olanaklarıyla (medya dahil olmak üzere) neden bu irrasyonel felsefeyi desteklediği ise ayrı bir çalışmayı gerektirmektedir.

Hayatın “Entellektüel bir problem ve ahlaki bir görev” ! olduğunu söyleyen filozofla tanışmak için Paul Strathern zevkle okunabilir bir kitap yazmış.

Oktay Zor (27 Kasım 2011)

24 Kasım 2011 Perşembe

Kitap önerileri (Hermeneutik ve Tin Bilimleri)

Hermeneutik ve Tin Bilimleri


İnsani olan hiçbir şey yaşamın dışında değil.

"Ben çağdaş bilimsel düşüncenin her bir öğesini insani varoluşun bütünlüğüne bağlıyorum."

Modern zamanların başlamasıyla birlikte "bilim" kavramının doğa bilimleri modeline göre anlaşılması, bilim olmanın temel ölçütünün de bu modele göre belirlenmesini beraberinde getirmişti. Böylelikle toplumu ve tarihi konu alan (ve yaygın olarak sosyal bilimler diye anılan) bilim olma iddiasındaki bütün girişimler de bu ölçüte uymak durumundaydılar. Ancak, Wilhelm Dilthey, Almanya'da kendisinden önce zaten güçlü bir geleneğe sahip olan tarihçilikten de yararlanarak tin bilimleri diye adlandırılan bilim grubunun, konusu kadar yönteminin de doğa bilimlerinden farklı olduğuna dikkat çekti. Dilthey'ın bu bağlamda yazdığı dört yazıyı bir araya getiren Hermeneutik ve Tin Bilimleri insani olan hiçbir şeyin yaşama dünyasının dışında olamayacağının da çarpıcı bir ifadesi.

(Arka kapak)

Yazar:Wilhelm Dilthey
Çevirmen:Doğan Özlem

Sayfa Sayısı: 145
Dili: Türkçe
Yayınevi: Notos

16 Kasım 2011 Çarşamba

Sistem Düşüncesi’nin Özanlamı Hakkında (Mustafa Özcan, 16 Kasım 2011)

Kasım Ayı deneme yazımı öncekilerden farklı olarak ayın sonu yerine erkenden daha ayın ortasında yazmaya karar verdim. Nedeni ise denemelerimi bazen ayda ikiye çıkarma gereği üzerinde karar vermiş olmamdır. Bakalım bu yeni yaklaşım izleyenler üstünde beklediğim olumlu sonuçları doğurabilecek mi?

Gelelim bu ayki denemeye...

Dizgeleri (sistemleri), en genel anlamıyla (yani derin bir soyutlukla ele alarak), somut dünyanın şeyler şeklinde bütünsel neliğiyle algıladığımız varlıklarının özellik ve ilişkilerinin anlığımıza (zihin, İng.: intellect) eşevresel (İng.:coherent) biçimde yansımış olan ussal-düşünsel ‘örüntüleri(İng.:pattern) olarak tanımlayabiliriz.

(Yeri gelmiş iken, bu tanımda da ötekiler gibi en genel olma amaçlandığı halde gene de tanımların tanımı gereği olarak eksik olma özelliğinin var olduğunu vurgulamakta yarar vardır diyorum!)

Öte yandan düşünce sözcüğünün bir tanıma gereksinim duymayacak den de yaygın bir anlam taşımakta olduğunun kabulü ile irdelemeyi sürdürelim: Şimdi “dizge” (sistem) ve “düşünce” sözcüklerinin tek tek anlamları hakkında açık ve seçik düzeyde bilgili olduğumuz şeklindeki durumdan hareket ettiğimizde iki sözcüğün bize özellikle bir arada kullanımı halinde hiç de yeni ortak anlama yönelik bir şeyi ifade etmediğine hayretle tanık olmaktayız.

Ancak seziyoruz ki bu yanyana geliş özünde örtülü olarak yepyeni bir anlamın doğuşunu barındırmaktadır. İşte bu ortaklıktan doğan yeni anlam iki sözcüğün tek tek anlamlarının toplamından daha fazlası olan, yani durumun sinerjik bir ırası (karakteri) olarak ortaya çıkan özanlamdır.

Sinerjik bir süreç ile oluşan bütüne yönelik bu fazladan anlamın özünü irdelemek bu ayki denememizdeki amacımızdır.

Bütün ile parçaları arasındaki ilişkiler hakkında tarih boyunca yapılan çeşitli irdelemelerde sürekli olarak dile getirilen bu durum daha önce de belirttiğim gibi ilk kez Aristo tarafından veciz bir biçimde bütün parçalarından fazladır şeklindeki ifadeyle anlaşılırlık yönüyle “tereddüte mahal” bırakmayacak şekilde vurgulanmıştır.

İşte bu ifade ayni zamanda sistem düşüncesinin tanımıyla verilmek istenenin özanlamın en kısa yollu bir açıklamasıdır. Başka bir deyişle, sistem düşüncesi bütünün parçalardan daha fazla olması ile ortaya çıkan bir öte (meta) özelliği anlatan kavramdır. Her kavram gibi başka en az iki kavramın biraraya gelişiyle ortaya çıkan yepyeni bir anlamı ve böylece de öğelerinden fazlasını anlatarak bütünü temsil etmektedir.

Eytişimsel düşüncenin de temeli olan bu ussal “mekanizma” insani, felsefi, bilimsel, sanatsal ve diğer benzeri anlılıksal süreçlerin tamamına egemen olan en özdeki düşünsel özelliğimizdir diyebiliriz.

Bir sonraki denememde dizge düşüncesinin öteki bir boyutunu ele alarak KDP-CST’nda ayrıntısıyla işlemeye başladığımız bu konuyu irdeleme işini sürdüreceğim.

Mustafa Özcan (16 Kasım 2011)

Kitap önerileri (Sayı: Bilimin Dili)

Sayı: Bilimin Dili
Yazar: Tobias Dantzig

Özgün adı: Number: The Language of Science

Çeviri: Barış Cezar
Yayına Hazırlayan: Özde Duygu Gürkan
Kapak Tasarımı: Emine Bora

İlk Basım: Kasım 2011

Sayı kavramı tarih boyunca nasıl bir gelişim izledi? Einstein'ın “sayının evrimi üzerine okuduğum en ilginç kitap" diye nitelediği bu klasikleşmiş eserinde matematikçi Tobias Dantzig, bu sorudan yola çıkarak sayıyı mercek altına yatırıyor.
"Mevcut okul müfredatları matematiği kültürel içeriğinden ayırıp sadece teknik detaylardan meydana gelen bir iskelet olarak bırakarak pek çok iyi beyni kaçırmıştır. Bu kitabın amacı bu kültürel içeriği tekrar kazandırmak ve sayının evrimini gerçekten olduğu gibi derin bir insani öykü olarak sunmaktır," diyen Dantzig, matematik tarihini emin adımlarla ilerleyen bir süreç olarak değil, rastlantıların ve sezginin büyük rol oynadığı bir süreç olarak canlandırıyor.

Üzerinde nadiren durduğumuz sıfır kavramının icadı, sayıların mistik anlamları ve onlara atfedilen gizem, sayı ibadeti, ilginç paradokslar, matematikçileri asırlardır düşündüren problemler ve daha birçok konu, Dantzig'in anlattığı ilginç öykünün birbirine bağlı halkalarını oluşturuyor. Bu kitabı okurken görüyoruz ki, yaşadığımız gerçekliğin dokusuna bu kadar derinlemesine işlemiş olan sayı kavramını daha yakından tanımak, bize kendi düşünce yapımız hakkında da önemli ipuçları veriyor.

10 Kasım 2011 Perşembe

Neuroscience

Integrated Human Brain essay

Yapısalcı felsefe, yapıların algılanması ve tasvir edilmesiyle ilişkili olan dünya ile ilgili bir düşünüş şeklidir. Yapısalcılar her hangi bir durumda ortaya çıkan her öğeye ait unsurun kendiliğinden bir anlamı olmadığını, bu öğelerin ancak diğer unsurlarla birleştirildiğinde bir anlam ifade edeceğini ileri sürerler.Herhangi bir varlığa ait bütüncül anlam, söz konusu varlığın biçimini oluşturan parçaların yapısıyla karşılıklı etkileşime sokulmadıkça algılanamadığına,onların belirli yapılardan oluştuğuna,özlerden veya doğallıklardan meydana gelmediğine inanırlar. Kısaca özetlenirse,önemli olan organizasyon sistemidir derler.

Bütüncül bakış açısından beynin yapısı, yapısalcıların dediği gibi herhangi bir varlığa ait bütüncül anlamını kendi parçalarının karşılıklı etkileşiminden aldığı gibi alır ama buradaki fark, aksine onun özlerden ve doğallıktan geldiğidir.Doğallığı oluşumunu, özü ise temel yapılarını önceler.
Yine yukarıda ifade edildiği gibi beynin işleyişinde de her öğeye ait unsurun kendiliğinden bir anlamı yoktur ve bu öğelerin diğer unsurlar ile birleşmesi gerekir. Örnek olarak genel sistemler çokluğunun en önemlilerinden bir tanesi algılama, bir diğeri de anlamlandırma sistemidir ve bunun gibi daha bir çoğu sanki kendi bünyesinde bir disiplin temasında var olur.Bu disiplinler arasında öyle bir bağ vardır ki, o da kendi başına ayrı bir sistemi daha var eder. Bu bağ sayesinde tüm sistemler hem doğrudan iç içe ve hem de çaprazlama oluşmuş bir iletişimin edimselliğini koyarlar.Böylece tüm bu dizgesel yapı kendi üzerine kapanmış öyle bir saçılmazlık yumağı oluşturur ki metodolojik yoldan açılımı için bile bir referans noktası bırakmaz.Beyin yapısının yanlızca kafatası içinde kalan kısmında çok fazla aksonal lif ve bağlantı şeridi vardır.Sadece merkez bölge (mesencepholon) açısından bakıldığında bile o kadar çaresiz kalınır ki onu ağsı yapı diye adlandırmaktan başka yapacak bir şey bulunmaz.Bilim, ağsı yapı diyerek kurtulsa da iç yapısı hakkında fikir sahibi olmak zordur.Daha da ilginç olanı bu yoğun çizgisel lif yumağının ve ağ yapısının içinde rastgele neuron gövdelerine (soma) rastlanır, bu ürkütücü bir şeydir,onların oralarda niçin bulunduğu bilinmez ve bu da fizyolojik yapı olgusallığını kırar,çareleri tüketir.Bütün bunlardan sonra başka bir yol bulunamadığından zihinsel aktivite üreten yapılar (duygu,düşünce,sezgi,öz-bilinç) ve motor/duyusal aktivite (denge,hareket,temas,dış-dünya algısı) yapıları bu aygıtın içinde yapısal olarak birbirine girmiş halde kabul edilirler.

Homo sapiens’in yüzbin yıllık geçmişinde evrimin orantısız olgusallığı sayesinde sadece son dörtyüz yıl içinde öyle bir beyin gelişmesi görülmüştür ki bu sıçramanın teknik açıklaması olanaksızdır.Evrim için üç veya beşyüz yıllık evreler o kadar küçük değerlerdir ki onlardan söz etmek bile doğru olmaz ama beynin süper gelişiminin tarihi sadece bu kadardır. İşte düşünmenin bu aygıtı, bilinç ışığının yansıdığı bu ayna, inancı ve bilimi bir arada tutarak evreni ve sonsuzluğu kavrayacak böyle ilkel bir yapıdır,sap halindeki ilksel oluşumu korteks ile taçlanmış,homo sapiens’in omuzlarının üzerinde kapasitesini sonsuza açmıştır.

Var olmak varlık olmak demektir,varlık olmak var olanların değerlendirilmesinden gelir, varoluşa çıkmış olan beyin, pozitivistik anlamda dünyayı duyusal algılardan değerlendirir. Salt duyusal algının somut olarak önce algılanıp kayıt edilmesi sonra anlamlandırılması daha sonra da yorumlanması gerekir.Bu iş için de beynin temsiller üretmesi ve metafor yapması zorunludur, bundan dolayı da onun bu konuda işleyen bir “kendindenliğe” (noumenon) ihtiyacı vardır.Eğer dünya salt duyusal algı formunda kendini var ediyorsa salt özneldir,ama öznellik dünya değildir, dünya çok daha fazlasıdır, integrated human brain de öyle.

Erdoğan Merdemert
10.11.2011

Kitap önerileri (Yitik Paradigma : İnsan Doğası)

Yitik Paradigma : İnsan Doğası
Yazar: Edgar Morin,
Aralık 2010, İş Bankası Yayınları. ISBN 978-605-360-093-0 "Le Paradigme Perdui La Nature Humaine".

"İlk baskısı 1973 yılında yayımlanan bu çalışma, antropoloji, biyoloji, sosyoloji, kültür tarihi gibi çok farklı disiplinler arasında dolaşarak "insan-hayvan ve doğa-kültür zıtlığı" paradigmalarını altüst etmiş bir kült kitap olma özelliğini hâlâ koruyor.

Çalışmalarında, farklı akademik disiplinlerin sentezini yapan Edgar Morin ‘Yitik Paradigma’da, insanlaşmanın, tinsel, genetik, ekolojik, beyinsel, toplumsal ve kültürel unsurların sonucunda gerçekleştiğini savunuyor. Yazar, buradan hareketle, insan-hayvan ve doğa-kültür gibi zıtlıkların yersiz olduğunu; biyolojik ve kültürel evrimin, insanlaşma sürecinin birbirinin içinden geçen iki boyutu olduğunu belirtiyor. İlk olarak 1973’te yayımlanan kitabını, “başlangıç noktasına bir geri dönüş” olarak tanımlayan Morin, insani-toplumsal oluşumun kendine has dinamiklerini araştırıyor.

Doğa ile kültürü birbirinden ayırmaktan artık vazgeçmek gerektiğini, kültürün anahtarının bizim doğamızda, doğamızın anahtarının da kültürde bulunduğunu söyleyen Morin'e göre, kültürel evrim, bütünsel insanlaşma olgusunun karşılıklı ilişki içinde olan ve birbiri içinden geçen iki boyutudur.

Yitik Paradigma: İnsan Doğası, terimin en geniş anlamıyla insan, toplum ve doğa üzerine düşünmek isteyenler için çok önemli bir başvuru ve esin kaynağı olmaya devam ediyor".

1 Kasım 2011 Salı

HAK nedir, ne değildir! (Mustafa Özcan, Ekim 2011)

Eylül ayı denememde Ekimde HAK konusunu ele alacağımı belirtmiş idim. Son derece netameli olan bu konunun ele alınışının önemli zorluklarla dolu olacağı ırasından (karakterinden) önce adından belliydi: HAK. Kısaltmanın açınımı Herşeyi Anlayan (veya Açıklayan) Kuram’dır. Ama çağrıştırdığı şey nedeniyle açık ifadeden daha fazla olarak kısaltması kulakta çarpıcı bir izlenim bırakıyor.



Anlıksalcılığını (entelektüelliğini) kuantum kuramına dek genişletmiş olanlar, HŞK (Her Şeyin Kuramı) kısaltmasının İngilizcede çok sık geçen ToE (Theory of Everything)‘nin Türkçedeki karşılığı olacağını tahmin eder sanırım.



Ortadakinin küçük, yanlardakilerin büyük yazıldığı bu İngilizce üç harf, doğa bilimlerinin özündeki soyut sınırıları belirlemeye yönelik olarak dört temel etkileşim alanının tümleştirmesini (entegre edilmesini) matematik yoluyla yapmayı amaçlayan ve pek çok yazarca “ereksel (teleolojik) zirve yasası” neliğiyle (mahiyetiyle) benimsenmiş olan kuramsal (teorik) fizik disiplin nosyonunun bir kısaltmasıdır.



Her büyük işte (süreçte) olduğu gibi burada da temel olarak eytişimsel (diyalektik) kutupsallıkların çelişmesinden ortaya çıkan bir bireşime (senteze) doğru ilerleyen yaklaşım ile sonuca ulaşma çabası söz konusudur: Bir yanda tanecik ırası gösteren yapı olarak parçacıklar, öbür yanda dalga büyüklüğü olarak etkileşim alanları. Ancak bilindiği gibi -CERN’deki Higgs bozonu arayışında görüldüğü üzere- bu kuramsal tümleştirme çabalarının deneysel olarak doğrulanması çalışmaları pek de istenen sonuçları verememektedir.



Şimdi bu anlatılanlardan anlaşılan şu ki, fizik biliminde bu zorluklar varken daha karmaşık olan insan bilimlerinde “Herşeyi Anlayan Kuram” tarzındaki kuramsal çalışmalar bilim insanlarına pek de cazip gelmeyeceği gibi itici de olabilir! Başka bir deyişle, akademisyenlerin bu konulardan uzak durmasını beklemek hiç de yanlış olmaz.



Ama gelin görün ki doğa bilimsel kültürde Maxwell’in elektrik ve manyetik kuvvet alanlarını birleştiren matematiksel çalışmasının başlangıç olduğu kabulü ile yapılan karşılaştırmada insan bilimlerindeki çalışmalar doğa bilimlerine inat ona koşut olarak yürümüş ve de yürümektedir. Maxwell’in denklemlerini geliştirdiği dönemlerde Dilthey’in kurduğu Alman Tin Bilimleri Okulu’ndaki çalışmalarda da bu türden tümleşik bir kuramsallaştırma hedeflemişti. Ancak doğa bilimsel kültürdeki açıklamaya ve öngörmeye yönelik kuramsal hedefler yerine Tin Bilimleri Okul’undaki çalışmalarda, toplum ve davranış bilimleri için anlamayı amaçlayan bir sınırlama ile yola çıkılarak insan bilimleri kültürünün karmaşık yapısının yaratacağı zorluklardan biraz olsun kaçınılmak istenmişti.



HAK konusu işte bu kapsamda insan bilimlerine yönelik soyut-bütünsel bir kurgulama düzeneği olarak tasarlanmış bir araçtır. Başka bir deyişle HAK insan bilimlerine üst kuram (meta teori) olarak düşünülmüş bir arayışın adıdır.



Bu amaç ve kapsam ile geçmiş dönemde KDP-CST’nda dört aylık bir çalışma programı uygulamaya sokuldu.



Bu doğrultuda HAK’ın neliğinin ortaya konulmasına yönelik olarak önce olası temellendirici konular dizgesel bir yaklaşımla tarih, toplum ve öznellik gibi insan bilimlerinin ulamsal boyutları ekseninde ele alınarak irdelendi.



Sonuç olarak konunun işlendiği trimestrinin sonlarında HAK kavramının temel yönlerini oluşturan konular birbirleriyle tümleşecek şekilde bağlantılandırılarak HAK’ın dörde dört kafesi (gridi) olarak düşünülen kuramsal-mantıksal matris çerçevesi’nin geliştirilmesi sağlanmıştır.



Söz konusu kuramsal-mantıksal çerçeve’nin yatay mantıksal ekseninde şeylerin uzay-zamandan arınmış (ne zaman ve nerede sorularının anlamlı olmadığı durumlar anlamında) durumlarını sorgulayan belirlenimci (deterministik) mantık soruları olan ne, neden, niçin (nedenin nedeni olarak) ve nasıl soruları sağdan sola doğru yer almaktadır. Yöntemi temel alan dikey kuramsal eksende ise insan bilimlerinin dört ulamsal alanı saltıktan göreceliye doğru yukarıdan aşağıya sıralanmıştır: Formel disiplinler (lojistik (sembolik) disiplinler), yapısalcı (strüktüralist) disiplinler, eleştirel (kritik) yaklaşımlar ve yorumsamacı (hermönetik) yaklaşımlar.



HAK ile ilgili olarak KDP-CST’nda gerçekleşen dört aylık çalışmanın sonuçlarının özeti kısaca budur.

Gelecek aydan itibaren denemelerimi CST’na koşut olarak orada işlenmeye başlanan sistem düşüncesi ile ilgili yazılarla sürdürmek niyetindeyim. Bu konuyla ilgili seride üç yazı olacağını tahmin ediyorum. Ancak HAK hakkındaki olası soruları da memnuniyetle cevaplamaya hazır olduğumu yeri gelmişken belirtmek isterim.

Mustafa Özcan / Ekim 2011