23 Haziran 2013 Pazar

DUYURU: KDP – CST 2013 YAZ DÖNEMİ MÜFREDATI

Kadıköy Düşünce Platformu - Cumartesi Sohbet Toplantıları 2013 Yaz Dönemi Müfredatı:


YENİ FELSEFE (DÜŞÜNCE) VE ANTROPİK FENOMENOLOJİ



Yeni Felsefe Dörtlüsü:
                   Dekonstrüksiyonizm
                   Postmodernizmde Zihin Felsefesi
                   Sosyal Linguistik
                   Kaos Felsefesi

Fenomenoloji Dörtlüsü:
                   Fenomenoloji nedir?
                   Törebilimsel fenomenoloji
                   Tıbbi fenomenoloji
                   Tinin görüngübilimi


Antropoloji Dörtlüsü:
                   Genetik yapı ve insan evrimi
                   Linguistik antropoloji
                   Felsefi antropoloji
                   Strüktüralizm ve etnometodoloji             

20 Haziran 2013 Perşembe

Duyuru: Bilimania web sitesi


Bilim ve teknoloji içerikli yazılar yayımlayan Bilimania adlı web sitesine bloğumuzun "Bağlantılar" kısmından ulaşabilirsiniz.

www.bilimania.com adresindeki Bilimania web sitesi ile karşılıklı işbirliğimiz önümüzdeki günlerde devam edecektir.

"www.edge.org" ve "Holizm" konusunda bir makale (Ümit Ersöz, 20 Haziran 2013)

"www.edge.org" ve "Holizm" konusunda bir makale...


1981-1996 yılları arasında çeşitli yerlerde biraraya gelerek entellektüel konuları tartışan “The Reality Club” adlı grup, 1996 yılından itibaren Edge Foundation çatısı altında ve  www.edge.org adresindeki e-dergi ile tüm dünyaya açılıyor.
1996 yılından günümüze kadar Edge Foundation her yıl bir soru sorup sanatçı, yazar, bilimadamı ve diğer düşünürlerin sorulan sorulara verdikleri yanıtları www.edge.org web sitesinde yayımlıyor.

2011 yılında sorulan soruyu Harvard Üniversitesi’nde bir psikolog olan Steven Pinker önerdi;

What scientific concept would improve everybody’s cognitive toolkit?”.

Türkçe’ye şöyle çevrilebilir;

Hangi bilimsel kavram herkesin bilişsel aracını geliştirebilir?”.

Bir başka deyişle, şöyle çevirmek de mümkün;

İnsanlar dünyayı daha iyi anlamak için aldıkları bilgiyi yorumlama yolunu nasıl değiştirebilirler?

Bu soruya yazdıkları makalelerle yanıt veren 167 sanatçı, yazar, bilimadamı ve diğer düşünürlerin yazılarına aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz.


Yazıları ile bu soruya yanıt veren ve katkıda bulunan kişilerden birisi de Nicholas A. Christakis (Harvard Üniversitesi'nde Doktor ve Sosyal Bilimci). Kendisi,Connected: The Surprising Power of Our Social Networks and How They Shape Our Lives” başlıklı kitabın eşyazarlarından bir tanesi. Sosyal Ağ’ların günümüzde yaşamımızı ne kadar etkilediği ve yaşamımızı ne kadar şekillendirdiğini anlatıyor… bugün ülkemizde yaşananları anlamamız için de çok yararlı olabilir!

Nicholas A. Christakis’in yukarıdaki soruya yanıt olarak yazdığı yazının aslını şu bağlantıda 
http://www.edge.org/response-detail/10440 ve metnin tamamını aşağıda bulabilirsiniz;

Holism” başlıklı bu yazıyı bloğumuzda yayımlanmak üzere bana göndererek holizmi daha iyi anlamama ve ayrıca www.edge.org web sitesini keşfetmeme sebep olan Sn. Mustafa Özcan’a teşekkür ederim.

Mustafa bey’in ifadeleri ile; makale holizm konusunu yüksek bir genellikle işlemesi yönüyle yetkin ve ilginç bir içerik sunuyor. Hele hele "bütünün parçalarından fazla oluşu" ve sinerjik etki hususları ile ilgili olarak mikro kosmoz (parçacıklar dünyası) ve mezo kosmoz (canlılar dünyası) ile igili örnekleri son derece aydınlatıcı bir mahiyet ortaya koymaktadır.”

KDP katılımcılarının ilgisini çekmesi durumunda önümüzdeki günlerde www.edge.org web sitesinden daha fazla yararlanıp KDP bloğunda buradan daha fazla yazıyı paylaşabileceğimizi belirtmek isterim.

Ümit Ersöz (20 Haziran 2013)

                             * * * 

Holism

Some people like to build sand castles, and some like to tear them apart. There can be much joy in the latter. But it is the former that interests me. You can take a bunch of minute silica crystals, pounded for thousands of years by the waves, use your hands, and make an ornate tower. Tiny physical forces govern how each particle interacts with its neighbors, keeping the castle together, at least until the force majeur of a foot appears.

But, having built the castle, this is the part that I like the most: you step back and look at it. Across the expanse of beach, here is something new, something not present before among the endless sand grains, something risen from the ground, something that reflects the scientific principle of holism.
Holism is colloquially summarized as "the whole is greater than the sum of its parts." What is interesting to me, however, are not the artificial instantiations of this principle — when we deliberately form sand into ornate castles or metal into airborne planes or ourselves into corporations — but rather the natural instantiations. The examples are widespread and stunning. Perhaps the most impressive one is that carbon, hydrogen, oxygen, nitrogen, sulfur, phosphorus, iron, and a few other elements, when mixed in just the right way, yield life. And life has emergent properties not present in — nor predictable from — these constituent parts. There is a kind of awesome synergy between the parts.

Hence, I think that the scientific concept that would improve everyone's cognitive toolkit is holism: the abiding recognition that wholes have properties not present in the parts and not reducible to the study of the parts.

For example, carbon atoms have particular, knowable physical and chemical properties. But the atoms can be combined in different ways to make, say, graphite or diamond. The properties of those substances — properties such as darkness and softness and clearness and hardness — are not properties of the carbon atoms, but rather properties of the collection of carbon atoms. Moreover, which particular properties the collection of atoms has depends entirely on how they are assembled — into sheets or pyramids. The properties arise because of the connections between the parts. I think grasping this insight is crucial for a proper scientific perspective on the world. You could know everything about isolated neurons and not be able to say how memory works, or where desire originates.

It is also the case that the whole has a complexity that rises faster than the number of its parts. Consider social networks as a simple illustration. If we have ten people in a group, there are a maximum of 10x9/2=45 possible connections between them. If we increase the number of people to 1,000, the number of possible ties increases to 1,000x999/2=499,500. So, while the number of people has increased by 100-fold (from 10 to 1,000), the number of possible ties (and hence, this one measure of the complexity of the system), has increased by over 10,000-fold.

Holism does not come naturally. It is an appreciation not of the simple, but of the complex, or at least of the simplicity and coherence in complex things. Moreover, unlike curiosity or empiricism, say, holism takes a while to acquire and to appreciate. It is a very grown-up disposition. Indeed, for the last few centuries, the Cartesian project in science has been to break matter down into ever smaller bits, in the pursuit of understanding. And this works, to some extent. We can understand matter by breaking it down to atoms, then protons and electrons and neutrons, then quarks, then gluons, and so on. We can understand organisms by breaking them down into organs, then tissues, then cells, then organelles, then proteins, then DNA, and so on.

But putting things back together in order to understand them is harder, and typically comes later in the development of a scientist or in the development of science. Think of the difficulties in understanding how all the cells in our bodies work together, as compared with the study of the cells themselves. Whole new fields of neuroscience and systems biology and network science are arising to accomplish just this. And these fields are arising just now, after centuries of stomping on castles in order to figure them out
________________________________
NICHOLAS A. CHRISTAKIS
Physician and Social Scientist, Harvard University; Coauthor, Connected: The Surprising Power of Our Social Networks and How They Shape Our Lives


19 Haziran 2013 Çarşamba

Çatışmanın Özü... (Murat Katoğlu, Gazete Kadıköy, 6 Haziran 2013)

Sn. Murat Katoğlu'nun Gazete Kadıköy adlı internet gazetesinde 6 Haziran 2013 tarihinde yayımlanan "Çatışmanın Özü" başlıklı yazısının bağlantısını ve yazının metnini aşağıda bulabilirsiniz.


http://www.gazetekadikoy.com.tr/koseyazisidetay.aspx?koseYazisiID=711


ÇATIŞMANIN ÖZÜ...

Türkiye iç siyasetindeki çatışmaların özü yaklaşık iki yüz elli yıldır hiç değişmez. Çeşitli siyasal düşünce akımları bu ülkenin insanları tarafından bilinmezken de siyasal çatışma vardı. Çatışmanın özü ise daima Doğu-Batı zihniyetleri arasındaydı. Bu sütunda Doğu-Batı uygarlıklarının binlerce yıllık serüveni üzerine epeyce yazıyla okuyucuyu bıktırdığımın elbet farkındayım. Ama bu gerçeklikten toplumumuz ne yazık ki iki asırdan fazladır 'bıkmıyor'!

Değişik ideolojiler Türkiye'nin düşünsel ve sosyal hayatına girip tanınmaya ve taraftar bulmaya başladıktan sonra da çatışmanın özellikle iç dinamiğinde yine 'Doğu-Batı' zıtlığının asıl belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Bu abartma değildir. Zaten bütün 19. yüzyıl boyunca Osmanlı Sarayı ve Devlet adamlarının yürüttüğü "modernleşme" politikalarının, "Batılılaşma" diye nitelendirilmesi boşuna ve yersiz değildir. Bunun karşısında direnen muhafazakâr eğilim de yüzyıllardır benimsenip yaşanmış "Doğu" hayat tarzının savunulmasından başka bir şey değildir. Zamanla siyasal gündeme giren liberal, devletçi, millîci, yabancı sermayeci vb. ekonomi politikalarının da daima bu iki ana zihniyetin şemsiyesi altında toplandıklarını söylersek, bu da abartma değildir. Dışarıdan ithal edilen bu düşünce anlayışları ve bunların uygulamalarının da yine ülkedeki modernleşmeci=Batıcı/muhafazakâr=Doğucu yörüngeler içine yerleşerek sıkıştıklarını görürüz.


Hayatın akışı, özellikle Balkan Savaşı ve Birinci Büyük Savaş'tan sonra muhafazakâr-Doğucu çevreler de, gelişmiş dünyanın nimetlerine gözlerini açtı. 1900'lerin Türk fikir dünyasında dillendirilen "Batı'nın tekniği ile Doğu'nun ahlakını kaynaştırma" "fikri müdiri" (paradigması) adeta iki zihniyeti bağdaştıran hayalcilikten doğuyordu. "Ne yardan ne serden vazgeçemeyen" deyişindeki açmaz devrin politik düşüncesine damgasını vurmuştu. Türkiye o gün bugündür, o vazgeçilemeyen gelenekleriyle asırlarca süren uykudan uyanıp gördüğü ve gözlerini ışıltısından alamadığı maddi zenginlikler/varlıkların dünyası arasında sıkışmakta ve gidip gelmektedir.

Muhafazakâr, gelenekçi zihniyet, Batı'daki hayran hayran seyrettiği maddi uygarlığın, zihniyet değişikliğine gerek duymadan alınabileceğini sanmıştır. O maddi uygarlığı meydana getiren hümanist, dünyevi, gerçekçi bilimsel anlayışı; soyutlama, yani felsefi düşünceyi hiç anlamamıştır.


Şair Cahit Külebi, "Şiirimizin eksikliği, dolayısıyla zaafiyeti, felsefi düşünce olmadığı içindir" derdi. Yalnız şiir ve edebiyatta mı? Felsefe kuşkusuz bütün ilimlerin ve sanatların doğurganıdır. Osmanlı dünyası insanlığı yücelten, geliştiren, maddi uygarlığın ürün ve eserlerinin yaratılmasına imkân veren bu esas unsuru/kaynağı tanımamıştır. İki yüz elli yıl önce tanışmaya başladıktan sonra da hâlâ devam eden beyhude zihniyet çatışması başlamıştır.

İnsanlığın bugün eriştiği uygarlık Batı dünyasında ve bir bütünsellik içinde oluşmuştur. Matematiğin, coğrafyanın, biyolojinin, genetiğin, kimyanın, tarihin, nükleer fiziğin, gelenekseli ya da millîsi-manevisi yoktur. Zihniyet birliği vardır. Birleşik kaplar ilkesi geçerlidir.


Maddi uygarlığın Doğulularca hayran olunan ürünleri bu zihniyet birliğinin bütünselliğin, onun temelinde yatan hümanist özgürlükçü, akılcı, dünyevi kabul ve hayat tarzının verimleridir. Bu kabul, sürdürülebilir ve geliştirilebilir uygarlığın kurumlarını oluşturmuştur. Hukukta, bilimde, müzikte, teknolojide, edebiyatta, sanatta her türlü sanayi ve imalatta; araştırma ve buluşta kurumsallaşma uygar ülkelere özgüdür. Yüksek yaşam standartlarına bu kurumsal yapıyla erişmişlerdir.


Fakat işin acıklı yönü, Batı'nın Doğu'ya yalnızca kendi çıkarları açısından bakması; bütün Doğu İslam coğrafyasının da bundan habersiz gibi davranmasıdır. Bu coğrafya, geriliğinin sebebi olan değerler sistemini büyük ölçüde yaşamakta ısrar ettikçe Batı bundan yararlanmanın ve bunu istismar etmenin rahatlığını sürdürecektir.


Doğu-Batı ikilemi Türkiye'de son asırlarda artık bir iç çatışmanın taraflarını tanımlıyor. Osmanlı Sarayının iki yüz elli yıl once giriştiği yenileşme; bilimselliğe ve akla yelken açma hareketlerinin İkinci Meşrutiyet'le ve sonra Cumhuriyet'le yükselen ilerici bütünsel uygarlık anlayışının yönü, Batı oldu. Türkiye'yi yok olmaktan kurtarıp canlandıran ve bugünlere eriştiren anlayış budur. Diğeri ise Osmanlı Sarayı'na da gelişme ve modernleşme amlelerinde ve özellikle eğitim ve bilim konularında köstek olup, zaten toplumun yüzyıllarca geriye düşmesine sebep olan gelenek, inanç ve görenekleri sürdürüp, Batı'dan maddi uygarlık devşirerek gelişebileceğini sanan anlayıştır. İnsanlığın aydınlanmasından nasibini alamamış, ilkel kalmış bir zihniyettir. İster istemez takıntılı, bölmeli kafaları doğurur. Basmakalıp inançlarını bilgi, hatta düşünce zanneder. İnançla bilim arasındaki farkı algılayamadığı için konuları tartışma yeteneğinden de yoksundur. Bunu seyrediyoruz ve ne yazık ki yaşıyoruz...


(Murat Katoğlu, Gazete Kadıköy, 6 Haziran 2013)  

11 Haziran 2013 Salı

Nöropsikanaliz Nedir?(*)


Nöropsikanaliz Nedir?(*) 
“Psikanaliz, hala zihni anlamakta en tutarlı ve aklı en tatmin eden yöntemdir”
Eric Kandel, 2000 yılı Fizyoloji ve Tıp Nobel Ödülü Sahibi
Bilim birleşiyor                   

En eski inanç sistemlerine ve antik felsefeye bakıldığında, insanın var olduğundan beri hem maddi hem manevi boyutta bir anlam aradığı ve sonuçta “ruh” ve “madde” kavramları arasındaki ilişkiyi anlamaya çalıştığını görürüz.
Bu arayış doğrultusunda deneyimler ve bilgi biriktikçe, insanlığın elde ettiği, test ettiği, araştırmak ve kontrol etmek istediği veriler “kültür” ve “bilim” adları altında toplanmaya başlamış ve nesilden nesle ailevi ve kurumsal eğitim yoluyla aktarılmıştır. Aktarım içinde sürekli gelişen ve büyüyen bu bilgi bankasında maddi ve manevi veriler yavaş yavaş ikiye ayrılmış ve gruplaşmıştır. Günümüz biliminin akademik düzeyde “Doğa Bilimleri” ve “Beşeri Bilimler” olarak ayrışması da bunun yansımalarındandır.

İnsan bu iki perspektiften algılanmaya çalışıldığında, bir yanda insan beynine dair bulguları biriktiren sinirbilim, bir yanda insan zihnine ait bulguları biriktiren psikoloji bilimi gelişmiş ve büyümüştür. Özellikle geçtiğimiz yüzyılda bu iki bilim dalı arasındaki ayrışma öyle yoğun yaşanmıştır ki, zaman zaman bu karşılıklı olarak diğer dalı değersiz görme ve narsistik bir tarzla karşı dalı inkâr etmeye varmıştır.
“Bölünmüş Bilim” diyebileceğimiz bu evrenin sonunda, yavaş yavaş köprü görevi gören disiplinler yükselişe geçmiştir, bir yandan nöropsikiyatri diğer yandan nöropsikoloji. Giderek alt dalların ismi birden fazla gövdeye dayanır olmuştur, sosyal psikiyatri veya biyolojik psikoloji ve belki ilerde psikososyal nöropsikiyatri!
Tüm bu isimsel kalabalıklaşma, bilgi bankasının bütünleşme çabası, parçaların birbiriyle kenetlenme ihtiyacıdır. Parçalanan her olgunun sonradan bütünleşmesi ve bütün her olgunun daha da büyümek için sonradan parçalanması, evrensel prensiplerin en büyüleyici yanı olsa gerek.

Sinirbilim ve psikanaliz barışıyor
İşte insana dair bilgi bankasının bütünleşme çabası içinde bu yüzyıl başında Sinir, Psikoloji, Psikiyatri ve Psikanaliz arasında bir köprü atıldı; Nöropsikanaliz. Akımın temel amacı psikoloji bilimini derinden etkilemiş Freud’un teorisi ve onu takip etmiş psikodinamik teorilerle, sinirbiliminin Kraepelin’den beri biriktirdiği verileri birleştirebilmek. Bir diğer deyişle, ruh ve beden arasında bir barış sağlamak ve “ikilik” yerine “bütünlük” temasına odaklanmak.
Bu belki de “Bölünmüş Bilim” adına bir tedavi gibi işleyecek ve “Bütünsel Bilim” evresine geçişi sağlayabilecek bir çalışma sahası.
Nöropsikanaliz, aynı konuyu konuşan iki farklı lisana sahip insan arasındaki tercüme gibi işliyor. Bir nevi, sinirbilimden psikanalize, psikanalizden sinirbilime bir sözlük hazırlanıyor. Zihin ve Beden ilişkisini en modern tekniklerle araştıran Nöropsikanaliz bu yüzyıl biliminde büyük yankı uyandıracak taze bir akım!                                                       
_________________________________
(*)http://www.npsa-istanbul.com/  ‘dan alınmıştır 

7 Haziran 2013 Cuma

Cogito ergo sum (Erdoğan Merdemert, 7 Haziran 2013)

Cogito ergo sum

Düşüncenin varlık yaratması cogito'dur ve düşünce varlığı böyle koyduğunda aynı zamanda kendisini de ondan ayrı bir şey olarak koymuş olur ama düşünce ontolojik olarak ele alındığında başka bir şey, varlığı yaratan olarak ele alındığında da başka bir şeydir. Ontolojik olarak ele alınan düşüncenin varlığı, ne' liğini her sorduğumuzda içine katlanır, psikolojinin ve felsefenin tüm usta çabaları onu daha da çok gizler çünkü bütün bu çabalar onu sarf edeni giderek düşüncenin doğası ile özdeşleştirir, özdeş olanın parçaları da özdeştir ve onu ayırmak, ona bir sınır koymak için hiçbir şey yapılamaz. Varoluş varlığı için “ben kendimi düşünüyorum” sözü özneyi yüklem üzerinden anlamsız yapar çünkü bu cümlenin öznesi olan “ben” ile yüklemin sonundaki “um” eki özdeştir. Düşünce tarafından var edilen düşünen-insan ise otantik olandır, o yaşayandır, varlık olmak ona dışarıdan gelir, o ancak kendi üzerine düşündüğünde varlık olduğunu idrak edebilir. Buna göre düşüncenin edimselliği kendini düşünebilmesidir ve kendi üzerine düşünen (katlanan) düşünce, asıl varlığını bu cümlenin başındaki bu kendi'den mi alacaktır yoksa kendisini, kendisinin temellendirmediğini mi kavrayacaktır. Bir düşünüm-varlık olmayı idrak etmek, bu idrak edenin bilincine yine düşünce olarak geliyorsa şimdi bu ikisi aynı edim olduğundan burada bir ilerleme ve belirlilik olmayacaktır.  O zaman bu simetriyi bozmak için eksikli olmak ve düşünceye göre, düşünenin bir adım geriden gelmesi gerekecektir. Bu şu demektir ki, nitelik veya nicelik olmamak şartı ile düşüncenin zemini tarafından, düşünce kipi varlıkta çözülmeli, bilinçte açığa çıkmalı, bilince göre düşünce değil ama düşünceye tabi bir bilinç olarak ve eksikli olarak var olmalıdır, insan düşüncesinin onun kendisi üzerinde mükemmel olamamasının sebebi budur. Bilincin kendisini bilmesi de düşünce ile olur ama o zaman düşüncenin düşünene göre var olması ve düşünenin de düşünceye göre var olması düşünüm-varlık kipi olmalıdır. Düşüncenin kendisine “göre” olan bu düşünce kipi şimdi bilinç olmalıdır ki o, bu “göre” olduğu düşüncenin bağrında hiçliğe kapalı olarak evrenin her yerine fırlatılmış olmalıdır ve bu da fenomenolojde heidegger'e sartre tarafından yüklenen o varoluştur.

Hiçlik ile varlık ilişkisinde, otantik-yaşayan varlık yani ontolojik olarak özünü hiçlikte bulamayacak olan varoluş-varlığı, sahip olduğu bu eksikli düşünce kipi ile var olmak için hiçliği olumsuzlamayacak ama doğrudan ona karşı durup var olduğunun olgusallığını böyle koyacaktır. Hiçliği olumsuzlamak da hiçliktir ama varlığı olumsuzlamak varlığı hiçliğe dönüştürmez, (varlık vardır) varlık olumsuzlandığında kapsanarak ilerler ve kendi doluluğunda ve sızdırmazlığında hiçliği sürekli olarak dışlar. Bilinç-varlık alanında hiçlik yanlızca düşüncenin türevidir, düşünceye gelen her şey otantik değildir, onlar gerçek veya gerçek dışı olabilir tam da yukarda belirtildiği gibi düşüncenin varoluş üzerindeki kipinin asıl düşünceye göre eksik olma zorunluluğundan dolayı.

Erdoğan Merdemert (7 Haziran 2013)

2 Haziran 2013 Pazar

Duyuru: KDP Cumartesi Sohbet Toplantıları yaz dönemi.


KDP Cumartesi Sohbet Toplantıları yaz dönemi boyunca 14.30 - 17.00 saatleri arasında yapılacaktır.

Toplantı yeri aynı olup, her zaman olduğu gibi Caddebostan Kültür Merkezi'nde, ana girişin alt katında bulunan etkinlikler salonudur. Tüm KDP dostlarına duyurulur.


http://kadikoydusunceplatformu.blogspot.com