27 Mart 2017 Pazartesi

Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xxx- (Mustafa Özcan, 27 Mart 2017)


Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xxx-


Yazı dizisinin bu son makalesinde, Osmanlı tarihi ile tarihin paradigmik ilkeleri arasında olabilecek ipuçlarını bulmak için öncekinin devamı olarak konuya tarihöncesi disiplini görüngesinden bakan çıkarsamalar için deneme yapmaya devam edeceğim.

Her zaman olduğu gibi konuyu ilkin bütünsel (holistik) tarz ile ele almak üzere, tarihe intikal etmiş Türk devletlerinin baştan sona doğru olan kronolojik akışında Osmanlı’nın yerini anımsamakla başlıyorum; hatırlanacağı gibi Osmanlı 16 devletten oluşan resmi sıralamada en sondaki devlettir.

Ayrıca, proto-Türk tarihi ile başlayan iki bin iki yüz yıllık tarih süreci boyunca kurulduğu belirtilen bu 16 devletin ortalama ömrünün iki buçuk asır olmasından hareket ile de Osmanlı’nın iki buçuk kata varan bir ömür ile bunların içinde yaşamda kalım bakımından olağan üstü bir başarı sağlamış olduğunu da belirteyim.  

İşte böyle bir başarıyı yaratan çevresel etmenler ile bünyesel özelliklerin ne olduğunun anlaşılması konusunu ele alalım. Bunun için konuya bütünsel-sistemik bir görünge ile bakmak gerekmektedir. Öte yandan bu kapsamda yapılacak değerlendirme için ‘tarih yazımının7t’li yöntemi‘nin(1) tahlil, tefsir ve terkip” şeklinde verilen son üç adımına başvurulması en uygun seçim olacaktır.

Böylece, analiz (tahlil) ve yorum (tefsir) ile gelinen aşamanın ardından sentezin (terkip) yapılması sonucunda konunun tümlevli (entegralli) hali elde edilmiş olur ki, bu aşamada da artık konuya evrensel diyalektik tarihsel akışın uzun dönemli ve derin nitelikli spiral gelişme süreç modeli çerçevesinde irdeleme ile sistemik açıklama” getirilmesi sağlanmış olur.   

Öte yandan, bu tür uzun dönemli ve derin nitelikli tarihsel olayların aydınlatılması ile ortaya çıkan tarihsel olgulara evrensel bir karakter kazandırılmasıyla da şüphesiz ki tarihin paradigmik ilkelerinin belirlenmesi aşamasına ulaşılır.

***
Şimdi konuya, tarihöncesi bağlamında ve 7t’li yöntem çerçevesinde holistik tarzın soyut yanı olan düşüncenin kayda geçmiş somut yanı olan arkesinin temsili olarak Türklerin yazılı yapıtlarını ele almak sureti ile bakalım. Bunun için konuyu 8. yüzyılda bulunarak Türklerin ilkyazısı kimliği ile arkeoloji dünyasında kayda geçmiş olan “runik” harfli Göktürk alfebesi ve dilindeki Orhun Yazıtları (2) içeriğinin bileşenleri üzerinden kısaca irdeleyelim.  

Yazıtlar Türklerin devlet anlayışı, kültürel öğeleri ve sosyal yaşantısı ile ilgili bilgiler içerir. II. Göktürk Kağanlığı’na ait olup 1889 yılında Moğolistan’ın Orhun Irmağı Vadisi’nde bulunan bu yazıtlara keşfedildikleri yer nedeni ile Orhun Yazıtları denmiştir. Eski adı kitabe ve Göktürk önderleri adına dikilmiş olan üzeri kazılarak yazılmış bu anıt taşlar Orhun Irmağının yanı sıra Orta Asya Moğolistanı’nın diğer bazı yerlerinde de halen mevcudiyetlerini sürdürmektedir.

Göktürk Alfabesi, Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Thomsen tarafından, Rus Türkolog Vasili Radlof’un yardımıyla çözülmüş ve keşif 1893 yılının  15 Aralık günü Danimarka Kraliyet Bilimler Akademisi'nce bilim dünyasına duyurulmuştur. Yazıtların araştırılmasına başından itibaren pek çok ülkenin arkeolog ve dilbilimci Türkoloğu’nca katkı sağlanmış olmasına karşın “Türk Toplulukları içinde konunun araştırılmasına yönelik ilgi sadece Türkiye’de, o da, 20. Yüzyılın ikinci yarısından sonra duyulmaya başlamıştır.

Yazılış tarihleri, Kül Tigin Yazıtı için 732 yılı ve Bilge Kağan Yazıtı için 735 yılı olarak verilen Orhun Yazıtları, bulunduğunda Türkler için tarihöncesinin bitişinin zamanını belirlediğinden Türk Tarihine dair olağan üstü bir değişim dönemini ifade etmesi yönü ile son derece önemlidir.

Böylece, yeryüzünde Tarihöncesini ilk bitirenler olan Sümerler için yazılı tarih veya daha öz bir deyişle tarih, beş bin beş yüz yıl önce başlamış iken, yerleşik olmadaki gecikme sonucunda Türkler için yazılı tarih sadece bin üç yüz yıl önce başlamıştır. Dört bin yılı aşan bu yazıya dayalı kültürel uçurumun yarattığı boşluk entelektüel gecikmişlikteki aranın kapanmasını güçleştiren “katı bir duvar” olarak halen de karşımızda durmaktadır.

Sonuçta, tarihte gelişme sürekliliğini binlerce yılı bulan yazılı kültüre dayandırarak sürdüren “birleşik kıta” Avrasya’nın iki ucundaki Çin ve Avrupa, kıtanın ortasında kadim çağlardan beri bu olanaktan uzun dönemler süresince mahrum kalmış olan Orta Asya’nın sözlü kültürlü halklarına karşı kesin bir üstünlük sağlamıştır.


İşte Osmanlı’nın, diğer Orta Asya Türk devletlerine kıyasla devletin sürekliliği yönündeki kısmi de olsa göreceli üstünlüğü, kentleşmiş olmaktan dolayı maddi kültür ve yazılı seküler uygarlığa sahip Avrupa‘ya ikinci milenyumun ikinci çeyreğinden itibaren komşu olmayla maddi kültür ve yazılı seküler uygarlık yönünde az da olsa sağlamış olduğu gelişmişliği dolayısıyladır. 

Mustafa Özcan (27 Mart 2017)
__________________________





16 Mart 2017 Perşembe

Akıl ve Duygu - 10 (Timur Otaran, 16 Mart 2017)


Mutluluk ve Tinsellik

Ussallıktan anlaşılan, kitapların, deneyimin ve teorilerin gösterdiğini anlama yeteneğinin ötesinde, iyi bir yaşam için doğru olanı bulma yetisini de içermek zorunda ise, ussallığın duygusal olandan ayrı düşünülmesi mümkün değildir.

İyi yaşamdan ne anlaşılması gerektiği konusunda, Dionisos, yaşamın bir amaca adanmışlığının, Aristo, arzuların tam olarak yaşanmışlığının, Eflatun, aşırı duygulardan arınmışlığının (apatea), diğerleri dertsiz bir yaşamın (ataraksia) önemini vurgulamıştır.

Epikür için kişisel bir amaç olan mutluluk, çağımızda toplumsal bir projeye dönüşmüş ve sadece haz algısı ile özdeş kabul edilmekle kalmamış, aynı zamanda bu hazzın sürekli olabileceği de varsayılmıştır. J.Bentham’ın ‘En büyük kitleye, en büyük mutluluk’ fikrinin, Amerikan bağımsızlık bildirgesindeki yorumunun, bireyin mutluluk anlayışına devletin karışmaması olmasına karşın, genel uygulamada bu formül ile geliştirilen sosyal politikaların yaygınlaşmasının ardında sanayi devriminin işçi, devletlerin asker ve büyüme ihtiyaçlarının bulunduğu görülür. Sonuçta, bireyin mutluluk arama hakkı, bireyin mutluluk/insanlık hakkına, yani devletin bunu sağlama görevine dönüşmüştür. Yöneticiler, doğrudan veya dolaylı yoldan güvenlik, eğitim, sağlık ve pek çok alanda sunulan seçenekleri arttırarak bu görevlerini yapmış sayılırlar ve bunun nicel göstergesi olarak milli gelir artışını gösterirler.

Gerçekte yaşanan deneyimin ne olduğu incelendiğinde ise, maddi kazanımlarla birlikte acılara olan toleransın düştüğü, hazlara olan iştahın arttığı ve böylece, mutluluğun daha da zor ulaşılır hale geldiği görülür.

Haz veren hormonların sürekli salgılanmasının önünde psikolojik (yükselen beklentiler) ve biyolojik engeller bulunmaktadır. Nucleus accumbens’in sürekli uyarılması, beynin hazla ilişkisi bilinen bu bölgesindeki etkinliğin azalmasına neden olmaktadır. Diğer yandan, biyolojinin belirleyicisi olan evrimin, mutluluk gibi bir amacı olmadığı bilinmektedir. Kaldı ki, nefsin ve neslin devamına yarayan eylemlerin ödülü olan haz duygusunun süreklilik kazanması, söz konusu eylemlerin tekrarını gereksiz kılar. Dolayısıyla, evrime ters olan bu sürekli mutluluk anlayışının daha fazla irdelenmeye ihtiyacı vardır.

Mutluluğun, neşe, his, geçici bir durum, şen görünüm, rahat yaşam, dertsizlik, iş tatmini, başarı veya en son amaç olarak tanımlanması yetersizdir. Öyle olsa, yaşamlarında acısız gün görmeyen Bethoven ve Niçe’nin eserlerindeki yaşam enerjisi ve tutkusunu anlamak mümkün olmazdı. Onların, bir şeye adanmışlıklarına ve yaptıklarına yoğunlaşmalarına eşlik eden güçlü tutkuları, pek çok zorluğun ve acının kabulünü sağlamaktaydı. A. İhan’ın sözleri ile :

Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
insan bir aksam üstü ansızın yorulur
tutsak ustura ağzında yaşamaktan
kimi zaman ellerini kırar tutkusu
birkaç hayat çıkarır yaşamasından

Aşırıya kaçan duyguların dengelenmesini sağlayan duygusal bütünlük halinin ortaya çıkışı, adanmışlık veya bir şeye yoğunlaşarak hakkını verme gibi iyi duyguların, diğer çelişik duygularla bir arada yönetilmesini sağlayan değerler sistemi ile bütünleşmesinin sonucudur, ve bunun gerçekleştiği alan, duygusal zekanın etik ile birleştiği yerdir. Bu durumun, tek bir duygu ile tek bir şeye adanmışlığından gelen yalın bir tutarlılık hali olarak tanımlanması doğru olmaz. Aksine, çelişkilerin yönetimi olan duygusal tamlık hali, bütün yaşamın gerçekten inanılan derin değerler ile bir demet halinde bağlanmasıdır. Aynı şekilde, evrendeki her şeyi kapsayan, Hegel’in Büyük Ruh’u da, dünyanın belli bir şekilde anlaşılması olan duygusal tamlık halinin, farklı bir ifadesidir.

Tek tanrılı dinlerin sekter ve dışlayıcı tavrı ile, seküler düşüncenin mantıksal/bilimsel ve tarafsız duruşu arasındaki farkla ayrılan kutsal ve seküler alanların iki kutuplu algısına karşın, hem duygusal, hem de duygusal olmayandan beslenen spiritüellik, bu ikisinin arasındaki alandan ortaya çıkar.  Kendine manevi bir yön arayanların Budizm ve Daoizm benzeri spiritüel alanlara yönelttikleri yoğun ilginin, bu üçüncü seçeneğe olan ihtiyaçtaki artışın göstergesi olduğu düşünülebilir.   

Bu yol arayışında arafta kalanların benimseyebilecekleri duygu, büyük yaratıcı karşısındaki eziklik ve küçüklük ile gelen tanrı korkusu olamaz. Dış korkulardan kurtulan insanın referans sisteminin dışsaldan içsele dönmesi sürecinde, ezilen/zavallı/günahkar kullar duygusu, bir bütünün alçakgönüllü/değerli bir parçası olma duygusu doğrultusunda evrilir. Böylece, kendinden çok daha büyük evrenin/doğanın sıradan bir parçası olamanın algısı ile gelen kendini iyi hissetme ve yücelme (nirvana) duygusu doğar ki, bu duygunun ne kutsal alana, ne de seküler alana ait olduğu iddia edilebilir. Sonuçta, tinselliğin, hem gizemci olan ve hem de gizemci olmayan görüşlerinin kaynağını bu ikisinin arasında bulmak mümkündür.


Timur Otaran (16 Mart 2017)


12 Mart 2017 Pazar

Akıl ve Duygu - 9 (Timur Otaran, 12 Mart 2017)


Duygular - Farklılık
Beyin, sinir sistemi ve biyolojik özellikleri benzer olan hayvanlarda ve insanlarda ortak olan ve öfke ve korku gibi bazıları da temel kabul edilen duygulardan başka, kültürden kaynaklanan duygular da vardır. Her iki durumda da, dışa vurumlarındaki farklılık, genellikle biyolojiden değil, kültür farkından kaynaklanır.
Hastalık ve ölüm her yerde olan ortak biyolojik olaylardır ama, yarattıkları duyguların ifadeleri, toplumda neye önem verildiğine ve neyin deneyimlendiğine göre farklılık gösterir. Örneğin, aşiret düzenlerinde ve İsrail’in Kibutz’larında olumlanıp teşvik edilen minnet duygusu, ABD’de borçluluk ve küçümsenmeye neden olabileceği kaygısı ile olumsuz algılanır.
Benzer şekilde, patrona, çocuğa, köpeğe ve arkadaşa gösterilen öfkenin farklılaşması gibi, kıskançlık duygusunun hem sebepleri, hem dışa vurumu toplumun kabul ettiği kurallara göre şekillenir.
Dondurucu fırtınaların hareketi olanaksız kıldığı kutuplardaki Eskimo’ların bir kısmı için öfke, mantıksızdır ve ancak iki yaşındaki bebeklere özgüdür. Tahiti Polinezya adalıları için alışılmadık bir duygu olan öfke, ancak delirip Amok koşusuna çıkanlarda görülür. Dolayısıyla, buralardaki öfkenin algısı, feministlerin hesaplı öfkesine hiç benzemez.
Bu farklılıklara ek olarak, bazı duyguların hiç bulunmadığı ülkeler vardır. Topluluk üyelerinin içbağımlılığını anlatan Japon’ların Amea duygusu ile, çile, keder ve hayatın zorlukları karşısındaki Y.Gine’lilerin kırılganlıklarını anlatan Fago duygusu ile, veya bizim Arabesk duygularımız ile karşılaştırıldığında, bağımsızlık/özerklik ve özgüveni önemseyen Amerika’lılar için bu gibi duyguların anlaşılması çok zordur.   
Duyguların yeri konusunda da farklı görüşler vardır. Tahiti’de karın bölgesi, Çin’de zihin-kalp birliği, ABD’de kafanın içi gibi bir fizyolojik yerin duygulara ayrıldığı düşünülmüştür. Halbuki, dilsel anlatımlarında bariz olarak ifade edilseler de, hayatın akışı içinde, felsefe, dil ve kültür tarafından belirlenen alanda ortaya çıkan duygular, çeşitli perspektiflerin birleşiminden oluşan, karmaşık ve dinamik bir yapının içinde yer alırlar.
Kahkaha ve Müzik
Evrensel ve olumlu duygular olarak bilinen kahkaha ve müzik, aslında duygunun kendisi değil, ifadesidir. Çin’li ve Avustralya’lı izleyicilerin güldükleri şakalar ve müzikler çok farklıdır ve kişisel/toplumsal deneyimlerle yüklüdür.

Aristo’nun üstünlük teorisi, alttaki ile alayı (Örn. Irkçı, cinsiyetçi mizah), Freud’un baskıdan kurtulma teorisi, rahatlamayı, Kant’ın beklenmediklik teorisi uyuşmazlığı, mizahın kaynağına koymuştur. Ayrıca, söz oyunları, kıvrak zeka ve çarpma, düşme-kalkma gibi olaylar da gülünç bulunabilir ama mizahın komik olmasından daha baskın olan özelliği, insanları bir araya getiren bir bağ oluşturmasıdır. Sonuçta, duygular toplumsal alana aittir.
Timur Otaran (12 Mart 2017)