28 Aralık 2012 Cuma

Tarihsel Görüngeden Bakışla Diyalektik Süreç ve Anderson Belgesi (Mustafa Özcan, 28 Aralık 2012)


Tarihsel Görüngeden Bakışla Diyalektik Süreç ve Anderson Belgesi

Dünya tarihindeki seküler toplumsal hareketler içinde örgütlü-içrekçi olanlardan belki de en yaygını ve ismen en bilineni kuşkusuz “masonizm”dir (sözcük burada felsefi ve düşünsel masonluk’un özü yani “özgür masonluk öğretisi” anlamında kullanılıyor). Evrensel bir yaygınlık kazanmış olmasına karşın bu içrekçi-küresel okulun son zamanlarda tüm dünyada artık neden eskisi gibi cazip bir ilgi odağı olmadığı sorgulanır hale gelmiştir. Bu kapsamda soruna çözüm, soruya cevap arayışları da çoğalmıştır.
Ancak karşılık bulmaya yönelik olarak çeşitli görüşler temelindeki yaklaşımlara dayalı pek çok cevap arayışı mevcutken soruna düşünsel kökeninden yaklaşarak bakmaya yönelmiş olana kolay rastlanır olduğunu söylemek yanlış olur sanırım. Yoksa tersi durumda sorun çoktan çözümlenip konu rafa kalkmış olurdu!
Bu nedenle konu çevresinde gelişen üç yüz yıl öncesi ve sonrasındaki entelektüel-tarihsel olaylara kuşbaşı bakarak hem Batı’nın hem de sözü edilen olgunun durumunu irdelemeyi denemeye değer bulmaktayım.
Bilindiği gibi kıtasal olmayan modern “masonizm”in başat örüntüsel çerçevesi, diğer bir deyişle öğretisinin özü Londralı presbiteryen rahip James Anderson’un 1723’te hazırladığı Anderson “anayasası veya tüzüğü” diye anılan belgeye dayanmaktadır. Belge’nin yayımlandığı 18. yy başlarında genel olarak bilim ve din alanındaki anlıksal-eğitsel örgütlenmelerin iç içe oluşu bu tür seküler belgelerin dinsel kurumlarda yetişmiş olan kişiler tarafından dahi hazırlanmış olsa bile monden çevrelerde geniş kabul görmesine olanak sağlamaktaydı.
Nitekim belge yayımlandığında modern Batı biliminin Galileo, Descartes, Bacon ve Locke ile birlikte başlıca önderleri arasında sayılan ve henüz hayatta olan Newton’un Kraliyet Derneği’nin kurucu başkanı olmasına karşın zamanının çok büyük bölümünü göksel (semavi) konuları araştırmaya ayırdığını hiç unutmamak gerekir.
Konuyu diyalektik süreç ile ele alarak irdelersek, din ve bilimin eğitsel kurumlardaki bu birlikteliğinin çelişik hale gelmesi olgusunun esas olarak 18. yy son çeyreğine doğru ortaya çıktığını görürüz. Zaten bir bakıma bu durumun Fransız Devrimi’ni hazırlayan başlıca entelektüel etmenler arasında da bulunduğu kolayca görülebilir.
Söz edilen Batı coğrafyasında toplumun anlıksal (entelektüel) dünyasında beliren bu çelişik durum, ayrıca aynı zamanda insani bilincin diyalektik-evrimsel sürecinde başka bir aşamaya geçişin de göstergesidir. İnsanlığın tümünü etkileyecek olan bu yeni anlıksal durumu, insan düşüncesinin evrimsel ilerleme sürecinde yepyeni bir evre olarak da görebiliriz.
Bu toplumsal olgu özünde ise, insani düşünselliğin bir biçimi olan çağrışımda doğrusal olandan, yani aynısını veya benzerini çağrıştıran basit zihinsel tarzdaki düşünme faaliyeti şeklinden, karşıtını çağrıştıran, yani doğrusal olmayan karmaşık zihinsel örüntü bazındaki düşünme faaliyetine geçişi temsil etmektedir. Bu geçiş ile gelinen yeni aşamadaki düşünce şeklinin en özdeki özelliği ise soyut düşünce bazında sentez yapabilmektir.
İşte bu geçiş Kant’ın önderliğinde kritisizm ile başlayan Alman idealizminin ortaya çıkışına, hemen ardından da 19. yy ilk çeyreğinde Hegel tarafından modern diyalektik felsefenin kurulmasına olanak sağlamıştır. Felsefede beliren bu yeni anlayışın bir asır sonra kendini bilimde kuantum mekanik şeklinde yeni bir paradigma olarak ortaya koyacak olması bu noktada ayrıca anımsanması gereken bir olgudur.
Şimdi bu saptamalar temelindeki mantıksal çerçeveyi entelektüel-tarihsel bakımdan doğruluk yönüyle test etmek gerekirse aşağıdaki ele alışın konuyu bu bakış açısından değerlendirecek bir dayanak çerçevesi ortaya koymakta olduğunu düşünmekteyim.
Konuyu bu yönüyle ele almak için olguyu ilkin Piaget’nin bireysel-zihni gelişme süreci kuramı ile kıyaslamak yerinde olacaktır. Karmaşık zihinsel bir faaliyet ulamı olan çelişkili düşünme    -soyut bir düşünme yetisi olduğundan- Piaget’ye göre 11 yaş civarında, önceki somut operatif (doğrusal) düşünmeden soyut düşünme evresine geçişle birlikte ortaya çıkmaktadır. Buradan çelişki ile düşünmenin zihni gelişmede daha ileri bir aşama olarak ortaya çıkmakta olduğu kolayca anlaşılmaktadır.   
Ayrıca olguyu Haeckel’in biyo-evrimsel Rekapitülasyon kuramı çerçevesinde, yani “birey oluş soy oluşu tekrarlar” diye özetlenen kural çerçevesinde ele alırsak başkaca önemli bir sonuca daha ulaşmak olanaklı hale gelir. Bu yargıda soy kavramı toplum kavramı ile ikame edildiğinde kuralın ifadesi “birey oluş toplum oluşu tekrarlar” şekline dönüşür. Yani özetle, bireysel biyolojik gelişme ile toplumun sosyal gelişmesi arasında bir özdeşlik, veya en azından bir paralellik vardır diyebiliriz. Bu durum aranan yeterli ve gerekli köktenci cevap için kuramsal-nedensel bağlantıyı sağlar; başka bir deyişle köktenci bir çözümleme için aranan soyut ilişkisel bağıntı bu yolla kurgulanmış olur.
Ne yazıktır ki 18. yy felsefesinde düşünmeyi karşıtıyla birlikte çelişik olarak ve eş zamanlı oluşturma, gerçekleştirme anlayışı yerleşmiş değildi. Düşünmede doğrusallık, yani sıralı “düz mantık” egemendi. Hegel ile birlikte çelişik hallerin eş zamanlı olabilirliği düşüncesi olan diyalektik sürecin benimsenmesi sonucundadır ki insanın zihinsel ufku bu doğrusallığın baskısından kurtularak içsel yönden de özgürleşti.
Böylece özgür düşünce için açık dışsal baskının ardından düz mantığın zorladığı içsel baskıdan da kurtulan insanın anlıksal (entelektüel) düşüncesi koşar adımlarla ilerlemeye başladı. Başka bir deyişle, Kant’ın ifadesi ile insan zihni diyalektik düşünme yetisini kazanmış olaraktan bu coğrafyada “erginlik” çağına ulaştı.
Bireyi zihnen olgunlaştırarak gerçek anlamda özgür yapan bu olgu bugün artık günümüzdeki özgür düşünce kalıbı için kaçınılmaz olan düşünsel bir örüntüdür. Oysa her şeyi karşıtı ile birlikte anında düşünerek değerlendirme tarzı Anderson belgesinin hazırlandığı dönemde klasik mantıksal düşünmenin egemen oluşundan dolayı başat bir olgu değildi.
Yani o dönemde diyalektik anlayışın entelektüel dünya için yerleşik bir durumda olmayışının bir sonucu olarak “Belge”de tanımlanmış olan ritüelik eğitim sürecinin aşamalarında çelişik yaşantı durumu içselleştirilmemiştir. Bundan ötürü de “Belge” kısa dönem için değil ama iki-üç yüz yıllık süreçler için anakronik olarak doğmuştur diyebiliriz.
Özetle, ‘tam’a yönelmiş özgür düşünceye erişim, sadece ve sadece birey üzerindeki her iki baskıdan, yani ötekinin “ben”e uyguladığı dışsal baskı ile insanın zihni evriminin ilk aşamalarında edinilmiş olan doğrusal olmayı zorlayan içsel baskıdan kurtulma ile gerçekleşebilir. Oysa içrekçi-ritüelist bir yol ile yapılan eğitim sonucu erginleşmeyi amaçlayarak hazırlanmış olan söz konusu Anderson Belgesi bu özelliğe haiz değildir ve bu nedenle anakroniktir.
Sonuç olarak belirtmek gerekirse, insan zihninin hala sürmekte olan sürekli evrimi nedeni ile ne denli mükemmel olursa olsun bu ve benzeri bireysel-entelektüel gelişim programlarının kısa zaman içinde anakronikleşmesi bir kaçınılmazlıktır.
Buna karşı durabilmenin yolunun ne olduğu ayrı bir deneme konusu olacaktır.

Mustafa Özcan (28 Aralık 2012)

11 Aralık 2012 Salı

Bilim Nereye Gidiyor? -3- (Mustafa Özcan, 11 Aralık 2012)

Sn. Mustafa Özcan tarafından “Bilim Nereye Gidiyor” ortak başlığı altında yazılmış olan üçüncü yazı aşağıda sunulmaktadır.

Bilim İdeolojisi Olur mu?
Pekiyi! Bilim 2000’lerde hangi alana yönelecek ya da ABD bilimsel-teknolojik gelişmeleri kendi hangi toplum senaryosuna göre nereye doğru manipüle edecek? Bu soruya, “bilimin ay gibi sürekli karanlıkta kalan bir yüzü var mı?” sorusuna, var ! deyip cevap vermeye çalışalım.
Bu denli büyük ve soyut varlık alanlarını geniş zaman perspektifi içinde en iyi olarak diyalektik yaklaşımla irdelemek mümkündür. Diyalektik yaklaşım bütünün, bir parçasının kendisinin yerine her zaman bir antitez oluşturarak geçecek şekilde geliştiğini öngörür. Bu en genel irdeleyici mantıksal yaklaşım, son iki yüzyılı kapsayacak şekilde çevresi kabaca çizilen temel-bilimsel gelişmelerin sistematik çözümlenmesinde kullanılabilir. Bu açıdan diyalektik çağdaş bilimin yönü hakkında ipuçları ortaya koyabilecek – şimdilik – tek yöntem gözükmektedir.
Şimdi daha önceki yazılarda da belirtildiği gibi burada diyalektik yaklaşımın irdeleyici yöntem olarak kullanılacağını vurgulayarak bilimsel gelişmelerin son iki yüzyılda hangi kulvarlarda ilerlediğine, hangi aşamaları katettiğine bakalım. 19. yy ortasına dek fizikte klasik mekanik kavramların yerleşmesinin tamamlandığı, bunun ardından basitten karmaşığa doğru değişme ilkesi doğrultusunda sıranın doğanın daha karmaşık olan elektromanyetik, termodinamik, kimyasal ve elektriksel fenomenlerinin çözüme kavuşturulmasına gelindiği görülmektedir. Böylece, izleyen yarım yy’da, gravitasyonun antitezi elektromanyetik alan ve onun dinamik fenomeni elektriksel akım ile ışığın dalga karakterinin bulunması, termodinamik yasaların geçerlilik kazanması, kimyasal stokyometri ile kimyasal elemanların periyodikliklerinin ortaya konulması gibi gelişmelerle doğa bilimlerinin ana temelinin atılma işi de tamamlanmış oldu.
Doğa bilimlerinin kopernikyen ve newtonyan mekanik ile maxellyan elektromanyetik diyebileceğimiz bu aşamalarını, 20. yy’ın başından itibaren yeni gelişmeler izlemiştir. 1910’larda A. Einstein, görecelik kuramı ile mekanik fenomenlerinin mutlak olma durumlarına son vererek ışık hızına olan bağımlılıklarını ortaya koymuş, ardından da 20’lerin ikinci yarısında W.Heisenberg tarafından mikro evrende kesinliğe dayalı deterministik anlayışa karşı elementer-partiküler olayların kısmen kesin olduğunu ifade eden kesinsizlik kuramı ile öteki bir paradigma yıkılmıştır. Böylece, makro evrendeki görecelik ile mikro evrendeki kesinsizlik kuramları tarafından her iki evren alanının daha önce açıklanamayan bazı fenomenlerinin açıklanması sağlanarak bilimde katı mekanik kesinlilikten göreli kesinsizliğe geçilmiştir. Bu aynı zamanda, insanın katı zihinlilikten yumuşak zihinliliğe geçiş yaparak bilinç tarihinin en önemli sıçrayışlarından birinin, bir bakıma bilimde yepyeni bir paradigmal dönemin başlamış olduğunun göstergesi olmaktadır.
Anlaşılacağı gibi, 20. yy’ın ilk çeyreğinin birinci yarısı insan beyninde katı zihinlilik’ten yumuşak zihinlilik’e bir geçiş yaşandığı son derece önemli devrimsel bir dönemdir.
Böylece bir kuşak gibi kısa bir zaman içinde ussallıkta ve zihinlilikte yaşanan bu devrimsel sıçrayış sonucu bilimde, helenistik dönemde felsefe şeklindeki tohumlanmanın ilk aşama olduğu kabulü ile düşünsel gelişmesinin beşinci aşamasına geçiş yapılmış olmaktadır.
Mustafa Özcan (11 Aralık 2012)

9 Aralık 2012 Pazar

Emin Çizmeci (9 Aralık 2012)


Bilim Nereye Gidiyor? -2- (Mustafa Özcan, 9 Aralık 2012)

Sn. Mustafa Özcan tarafından “Bilim Nereye Gidiyor” ortak başlığı altında yazılmış olan ikinci yazı aşağıda sunulmaktadır.

“Yeni Çağ” Felsefesi Neyi Hedefliyor?

“Bilim insanoğlu için yeterli bir etkinlik midir?” sorusuna çokça hayır dendiğinden bu çelişkili görüngü(*) anlayabilmek için bilimin “stratejik politikası”na, yani “bilimin ideolojisi”ne bakmak ve gelişmeleri tarihsel-bütünsel perspektif içinde diyalektik yaklaşımla araştırmak gerektiği kanısındayım.

Geniş tarihsel bir zaman dilimi içinde taşların yerli yerine oturuyor olmasına rağmen bilimsel gelişmenin yüksek bir hıza eriştiği son yarım yüzyıllık döneme bakıldığında söz konusu paradoksal durumu açıklamak zorlaşmaktadır. Konu biraz deşilince bunun altında bilimin stratejik politikasında, son yarım yüzyıllık dönemde ABD egemenliğinde sürdürülen bir manipülasyonun yatmakta olduğu anlaşılıyor. ABD bu bilim stratejisi ve gelişmeleri kitleler ve yerkürenin yararı yerine, küresel güç politikası ve ona hizmet eden yeni çağ (new age) felsefesi doğrultusunda yönlendirmek istemektedir. Bu kapsamda yeni çağ (new age), felsefesi ABD’nde İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana pratiğe geçmekte olan bir anlayışın, “dirije” edilen yeni bir “dünya görüşü”nün adıdır.

“Yeni Çağ” ile ilgili açık seçik bir bilgilendirme olmamasına karşın kökenlerinin gelişimi için şöyle bir yorum yapılabilir. Bilindiği gibi İsveçli bilimadamı Nöbel ödülü sahibi S.A. Arrhenius (1859-1927) bu yüzyılın başında yeryüzündeki yaşamın dünyanın dışından kaynaklanabileceğini ileri sürerek “yeni aydınlanmacı” bir dünya görüşü ortaya attı. Bu görüşün dünyada popülize olma süreci “dünya dışı akıllı varlıklarmetaforu şeklinde ABD’nde geniş kitleler gözünde meşrulaşmaya kadar vardırıldı. Bu hurafenin daha da ileri götürülerek Birinci Dünya Savaşı öncesinde “Marslılar geliyor”a, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise ufoculuk diye ifade edilen bir akıma dönüştüğünü görüyoruz. Hatta şimdilerde sistematikleşerek “ufoloji”, yani “tanımlanamayan uçan cisim bilimi” adıyla fiktif bilim olarak ortaya çıkarılmasına tanık olmaktayız. Burada yapılmak istenen için zihni toplumsal bir afyon türü yani yeni bir tür ideolojiye bağımlılık yaratmak olduğunu açıklamaya gerek görmüyorum.

Şimdi konuya kısaca tarihsel perspektif içinde bakalım. Dünya, Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı sonrası ortaya çıkan semavi irade ile yönetilen altıyüz yıllık karanlık çağın ardından yerini, oldukça yumuşatılmışı olan skolastik düşünceye bırakılmasının ardından gelen hümanizm ve rönesansı izleyen XVI. yüzyılın ilk yarısında reformasyon hareketi ile yüzleşerek dünyevileşme (sekülerleşme) yönünde evreni kavrayış biçimlerinde radikal bir dönüşüme maruz kaldı. Aydınlanmanın ve bilimin hızla yükselişine sahne aldığı yepyeni bir çağ başladı. Avrupa aydınlanması denilen bu dönem, aynı zamanda teosantrik dünya görüşünden homosantrik görüşe geçişin yaşandığı dönemdir. Bunu izleyen zaman diliminde göksel iradeden kaynaklanan gök, yer ve canlılar ile ilgili bilgileri kapsayan ilahi yaradılış efsanesi yerini büyük ölçüde homosantrik dünya görüşüne bırakmıştır. Bilimsel temelde ise Galile, Darwin ve Wegener’in yarattığı kuramlar düşüncemize egemen olmuştur. Hatta yerselleşme, dünyevileşmenin doğrultusunda, doğa bilimleri düşünme biçiminin beşeri bilimlere de kartezyen mantık, diyalektik, diyamat ve psikoanalitik kuramla devrimsel katkılar yaptığını belirtelim. Böylece aydınlanma, Batı Avrupa ve Amerika’nın dünya görüşündeki yerselleşmeyle muhtemelen insanoğlunun tarihinin derinliklerinden bu yana gelen binlerce yıllık gökselleşme (semavileşme) sürecini bu coğrafyada sona erdirmiştir.

Hal böyle iken, dünyada politik, ekonomik ve sosyal üstünlüğünü kurduğu son yarım yüzyılda ABD, bilimin stratejik politikasının, ideolojisinin yeniden ayarlanmasında “yeni çağ” felsefesinin yönlendirmesini öne çekmiştir. Bu nedenledir ki, ABD’nce “dünya dışı bir entelijansiya”nın varlığı üzerine geliştirilen spekülatif “toplum senaryoları” her daim rağbette tutulmaktadır.

Bir bakıma semavileşmeye doğru dönüş denilebilecek bu sürecin aşamalarını irdeleyerek bunun ABD açısından neden böyle istendiğini bulabiliriz. ABD 1930’larda dünya liderliğini elde etmesinin ardından ilkin askeri üstünlüğünü sağlamak için bilimsel-teknolojik araştırmaları, yani bilimin ağırlık merkezini, “Hitler atom bombası yapıyor!” gibi bir bahane ile ‘40’lardan itibaren nükleer gücün savaş amaçlı olarak kullanımına yoğunlaştırdı.

‘60’lardan itibaren ise Sovyet’lerin ‘50’lerin sonunda ve ‘60’ların başında uzayda gerçekleştirdiği ani atağı bastırabilmek için yarışmayı uzay bilimsel çalışmalara yönlendirdi. Aya seyahat programı ile hem yüksek maliyet hem de M. Born’un deyişiyle sportif bir özellik kazanan bilimsel ve teknolojik gelişmeleri, amiral gemisi nükleer silahlanma ve uzay araştırmaları olacak şekilde manipüle etti. ‘80’lerde, bunun ardına kattığı uzayda silahlanmaya yönelik stratejik savunma girişimi (SDI) programı ile de yarışmanın öteki görünür partneri Sovyetler Birliği’nin bertarafı için uygun zemini hazırladı. Böylece dünya, kendini “hakimi mutlak” sanan bir ABD’nin doğuşuna tanıklık etti. Sonraki deneme bu gidişin nereye varacağı ile ilgili olacaktır.


(*) Paradoksal fenomen

Mustafa Özcan (9 Aralık 2012)

25 Kasım 2012 Pazar

Bilim Nereye Gidiyor? -1- (Mustafa Özcan, 25 Kasım 2012)


Başlık hakkında zorunlu bir açıklama yapmak istiyorum. KDP Bloğunda birbirini takip ederek yayımlanacak üç yazıya önce “Bilim Nereye Gidiyor?” şeklinde ortak bir başlık koymuştum. Ancak metnin kapsamının çok geniş olması nedeniyle parça parça arzının okuyana daha uygun geleceğini düşünerek üç ayrı başlık ile aktarılmasına karar verdim. “Bilim Nereye Gidiyor” ortak başlığına girerek de yazılarım akıl zaman aralıklarıyla okuyucunun ilgisine sunulacaktır.

                                   * * * 

Depremler Önceden Tahmin Edilebilir mi?

Yer kabuğu levhalarının kayışları sırasında birbiriyle sürtünmeleri nedeniyle yer altında meydana gelen elastik enerjinin boşalması sonucu yeryüzünün ani olarak hareketlenmesi şeklinde açıklanan depremleri önceden tahmin etme yönünde yürütülmekte olan araştırma çalışmaları artık yaşamsal önemini iyiden iyiye hissettiriyor. Başlangıçtan beri insanoğlunun gökyüzüne olan büyük ilgisi, görme duyusunu devre dışı bırakması nedeniyle hiç bir zaman yerin altına tam anlamıyla yönelmediğinden yerin içi ile ilgili bilgilerimiz pek fazla gelişmemiştir. Nitekim bu basit nedenden dolayı deprem ile ilgili bilgilerimiz fiziğin Kopernik ve Galile’nin gökler mekaniği aşaması düzeyinin üstüne çıkamamıştır.

Oysa, yer kabuğundaki fenomenler ve buna bağlı olarak yüzeyde ortaya çıkan depremler, topolojik ve morfolojik, mekanik ve dinamik, elektromanyetik, termodinamik, kimyasal ve ekolojik yaklaşımla omni-disipliner biçimde ele alınsaydı gezegensel olarak aynı zamanda en büyük nimet olan bu en büyük felaketin çözümlenmesi ve böylece önceden bilinmesi mümkün olabilecekti. En büyük nimet diyoruz çünkü depremler yerin canlı bir gezegen, yani dünya olması için zorunlu olan yer kabuğu hareketliliğinin pek doğal sonucudur.

Ancak depremlerin çözümlenmesinde ve tahmininde bilimde omni (tümsel) – disipliner yaklaşıma başvurulmamasından ötürü şimdiye dek yetersiz kalınmasının nedenlerine bakmak gerekiyor. Bilim, makro evrenin(*) hangi aşamalardan geçerek bugünkü halini aldığını ayrıntılı ve çok zengin biçimde, hem de birbirini tamamlayan değişik kuram ve modellerle betimlerken, mezo evrenin anakara ve okyanusları ile ilgili oluşum ve değişimini sadece bir tek kurama dayalı olarak açıklamakla yetinmektedir.

A. Wegener’in kıtaların kayma kuramı ile başlayan levha tektoniği kuramı gerçekten de yaşayan, hareketli yer kabuğunun mükemmel bir açıklamasıdır. Uydu meşeili veriler de bu kuramı tartışmasız olarak doğrulamaktadır. Ancak, kıtaların yerküre tarihinde kaç defa kaynaşıp yeniden ayrıldıkları, jeomanyetizmanın bu süreçteki etkilerinin ne olduğu gibi biraz ayrıntılı sorular sorulduğunda hala yeterli cevapların alınamadığı görülür. Oysa böyle bir bilgiye makro evrenin uzay ve astronomi araştırmalarına her yıl harcanmakta olan on milyarlarca dolar yerine mütevazi bir tutarla ulaşmak mümkün olabilir, depremler öngörülebilir, insanlar kurtarılabilirdi. Ama olmadı, olamıyor.
İnsanoğlunun öteki alanlarda gerçekleştirdiği bunca buluş, keşif, yenilik, hipotez, kuram ve yasalara rağmen bu yaşamsal disiplinde niçin hala “acz” düzeyinde olduğu hakkındaki akıl yürütmemiz, bizi burada bir paradoks, bir çelişkinin varlığının tesbitine dek getirmektedir. Ancak depremlerin tahmin edilebilirliği çalışmalarının giderek hızlandığı bir dönemde olduğumuzdan yakın bir gelecekte doğru sonuçlar alan yöntemlerin bulunacağını söylemek yerinde bir öngörüdür.


(*) Fiziksel evrenin organizasyonunda kabaca üçlü bir hiyerarşik yapının varlığı düşünülebilir: Makro evren: uzay düzeyi; mezo evren: yeryüzü şekilleri ve canlılar düzeyi; mikro evren: atomar ve elementel-partiküler düzey.

Mustafa Özcan (25 Kasım 2012)

24 Kasım 2012 Cumartesi

Öğretmenler Günü (Erol Erbirer, 24 Kasım 2012)


Değerli dostlarım,

Öğretmenler günü dolayısıyla konu ile ilgili sizlere birkaç söz söylemek istiyorum.


Değerli dostlarım,  evrenin odağı , evrenin ekseni insandır.Uygarlık insanın yapıtıdır ve onun içindir. Kültür ya da uygarlık, toplum üyesi olan insanın eğitimiyle, öğrendiği, kazandığı kültürel içeriktir.


Her şey onda başlayıp onda bittiğine göre insanı sevgi dolu, bilgili, çalışkan, sağ duyulu, tolerans sahibi, sabırlı, hasılı her hali ile kendine ve topluma faydalı kılmak onun insan kişiliğini geliştirmek, yapılacak çabaların en başta gelenidir. Çünkü en büyük yatırım insana olandır. Ulusumuzun ve insanlığın kurtuluşunun tek çıkar yolu olan bu amaca insanı ulaştıracak olan eğitim yoludur.


Kalkınmamızın barış ve mutluluk içerisinde yaşamanın tek çıkar yolu önce eğitim, sonra eğitim, daha  sonra yine eğitim diye sıralayabiliriz.


Bugün içerinde bulunduğumuz bilgisizlikten, erdemsizlikten, gerilikten, ahlak ve düşünce kargaşasından bizi kurtaracak tek çıkar yol çağdaş eğitimdir. Ancak, bu sayede geriliği, karanlığı, her türlü tehlikeyi iterek huzura, güvene ve mutluluk dolu bir geleceğe şaşmaz adımlarla ilerlememiz mümkün olacaktır. Yalnız diploma almak için değil, öğrenmek, yapmak, başarmak, huzur ve güven içinde daha iyi yaşamak için, bilgili öğretmenlerle yapılacak eğitim biricik yolumuzdur.

Değerli dostlarım, öğretmenlik her ne kadar bugün için az itibar edilen meslek ise de, en büyük ve en kutsal meslektir. Çünkü; öğretmen cidden ilgili ise, insan aklının koşullanmadan  arınmasını sağlar. Öğretmenin bilgi ve hazinesinden çıkıp duygularından geçerek çocuğun duygularına ve oradan bilgi hazinesine uzanan en iyi ve doğru yoldur.


Öğretmen, öğrenmeye olan ilgiyi teşvik etmeli, çocuklara çalışmaktan zevk almayı öğretmeli, onlara değerli insanlar olma tutkusunu aşılamalıdır. Sadece bilgi vermemeli, aynı zamanda nasıl öğreneceklerini  ve başarı kazanacaklarını da öğretmelidir.


Bir öğretmen bilgiyi, hele kendi konusunu öğrencilere çekici bulacakları biçimde sunabilmesi için, derin bilgi ve geniş bir ufka sahip olmalıdır.


Öğrenci, öğretmenini akıllı, bilgili ve bilgiye aşık bir düşünen insan olarak görmelidir. Bir öğretmenin bilgisi ne kadar derin ise öğrencilerine sadece öğretmekle yetinmeyip, aynı zamanda onları eğitebilme imkanına da sahip olacaktır.Öğrencilerine bir kıvılcımı verebilmek için öğretmen kendini bütün bir ışık denizinde  inbikten geçirmelidir. Öğretmen yarının aydın gencini yetiştiren ona şekil verendir.  Kendi bünyesinde oluşturduğu doğruluğu, dürüstlüğü ve eşitliği yarattığı eserlerinde de yansıtan kişidir.  O çevresini aydınlatırken  kendisini bir mum gibi eritir. Bundan üzüntü yerine mutluluk duyar. Kendi varlığından çok, yüklendiği görevin büyüklüğünü düşünür.


Öğretmen çocuk ruhunu sevgiyle, sevecenlikle işleyerek ona şekil veren, kişilik veren yüce bir sanatkardır. Çocuk denilen canlı varlığı işleyerek, ona bilgi ile birlikte ruh, heyecan ve kişilik kazandırmaktadır.  Öğretmenlikten başka hangi meslek bu yüce amaca hizmet edebilir.  Bu nedenle bu meslek değerli olduğu kadar kutsaldır da.


Dünyamız bilgi iletişim ve teknik çağıdır. Öğretmen çağdaş bilgilerle donanarak öğrencilerine daha doğruyu, daha iyiyi ve daha güzeli öğretir. Öğrencilerinin her alanda daha iyi yetişmelerini amaç edinir.


Öğretmenler toplumun hayat damarlarından biridir.  Bu damarlarda bir tıkanıklık ve kopma olursa o toplum çökmeye, geri kalmaya mahkumdur.  Bu nedenle öğretmenin toplumdaki yeri inkar edilemez. Onun yapıcılığını, yaratıcılığını ve doğurganlığını başka hiçbir meslekte bulmak mümkün değildir. Bu nedenle o bütün mesleklerin anası durumundadır.Tarih sayfalarının karıştırdığımızda eğitim, öğretim ve öğretmene değer veren ulusların büyük bir yükselme ve ilerleme gösterdiklerine tanık oluyoruz.


Değerli dostlarım, hepimiz ister işçi, ister mühendis, ister subay, ister cumhurbaşkanı, ister ev hanımı olalım öğretmenlerimiz olmuştur. Hepimiz onların kardığı hamurdan şekillendik. Şüphesiz şu an bildiğimiz her şeyi bize onlar öğretti. Öğretmenler bizi, bilgiyi alacak, ona ulaşacak seviyeye getirir. Bize yürümeyi öğretir,  yolun başına getirir ve sonra ellerimizi bırakırlar….  Artık yürümeyi öğrendin, kendi başına da yürümeyi öğren , yürümeyi bilmeyenlere koşmayalım derler.  Ne kadar yürümeyi  öğrensek de sonraları çok ararız o elleri.


Bizlere var olan toplumsal ahlaki değerleri öğreten, gençleri yüksek insanlık ülküsü doğrultusunda düşünmeye ve davranmaya yönelten öğretmen olmasaydı, insanlık karanlık çağlardan bugüne  ulaşamayacaktı. Düşünen beyinlerin eserlerini okuyup ondan beslenemeyecekti.


Öyleyse insanlığı daha iyiye götürmek, savaşları bitirmek, barışı yerleştirmek istiyorsak önce öğretmenlerimizi iyi nitelikli yetiştirelim, iyi yetişebilmeleri için hiçbir harcama ve fedakarlıktan kaçınmayalım. Onları asla ellerinde pankartlarla, grevlere, ellerinde tezgahlarla pazarlara çıkmak zorunda bırakmayalım. Maddi ve manevi koşullarını iyi oluşturalım ki onlarda içlerindeki güzellikleri toplumun göz bebeği olan gençlerimize huzur içerisinde aktarabilsinler.


Saygıdeğer öğretmenler sizlerin bu mutlu ve şerefli gününüzü kutlarken başta “Öğretmenler yeni nesil  sizin eseriniz olacaktır” diyen Başöğretmen MUSTAFA KEMAL ATATÜRK olmak üzere bu kutsal mesleğe yıllarını vermiş, saçlarını ağartmış öğretmenlere, yeni öğretmenlere ve küçük büyük tüm öğretmenlere kucak dolusu sevgiler.


Sizleri yalnız öğretmenler gününde değil, tüm yaşamınızda da izinizden yürüyerek kutsal mesleğin anıtları olarak izleyeceğiz. 
Yarının aydınları, sizin yansıyan ışığınız yanan meşaleniz olacaktır.


Sizlere tekrar bu duygu ve düşüncelerle kucak dolusu sevgiler, gönül dolusu saygılarımı sunarım.


Not:  Bu yazı 24 Kasım 1995 tarihinde yazılmıştır.


Erol Erbirer (24 Kasım 2012)

28 Ekim 2012 Pazar

Us, Bilim ve Yortu (Erdoğan Merdemert, 28 Ekim 2012)


Us, Bilim ve Yortu

Her şeye rağmen us çağının büyük insanları hem bilimi hem Us'u (Feyerabend hariç) ve hem de İnancı (Nietzsche hariç) bir arada kendi varlıklarının sebebi olarak kabul ettiler. Feyerabend bilimle alay ederek akla veda dediğinde kendisinden geriye doğru baktı, Nietzsche ağladığında kendisinden ileriye doğru baktı, Hegel sistemi öyle bir kurdu ki tinin gelişmesini, eksi değerleri hesaba katmadan artan ve yükselen bir olgu olarak gördü. Einstein bilim ve tanrı ile ilişki kurmadı ama herkes öyle olduğunu sandı, Oscar Wilde yaşamı boyunca edebiyatın naif sokaklarında dolaştı, bilimi ve gerçek dinsel inancı hiç önemsemedi. Aldous Huxley “burası başka bir dünyanın cehennemi” derken, kendi distopik karakterinden daha fazla bir şey demek istemiş olmalıydı.

Bugün gelinen noktada da Us ve onun ortakları yani mantık, zeka ve sağduyu hala kolkola ve hala gözde. Onların yeri beyin dokusu ve bu doku bugün vücudun geri kalanından artık daha fazla kan talep edemeyecek kadar gelişmiş (hakkını kullanmış) durumda. O zaman artık bir yere gelmiş olduğumuzu ve artık orada öylece duracağımızı da kabul etmemiz gerekir ama alt birimlerin yatay gelişimini hesaba katarsak daha gidecek çok yol olduğunu bilmemiz, onu kabul etmekten daha farklı olmalıdır.

Buna göre ya da bana göre kalp ve baş hizasından geçen yatay iki düzlemin zahiri ufku ussal destek alanının ekseni olarak varsayılmalıdır, böyle iki boyutlu bu yatay düzlemler herhangi bir hedefe erişme misyonu taşımadıklarından sonsuzdurlar ve sonsuz olmaları iki boyutlu yatay mantık  düzleminin saltık zeminidir. İki boyutlu olanın hem uzay/zamanda bulunması ve hem de onun bir uzamının bulunması ve onun düşünceye böyle iki boyutlu gelmesi usun kendi soyut alanından doğrudan yansıdığı anlamına gelir, eğer öyle olmasaydı o yalnızca özdeksel veya görüngüsel olanı bilebilir ve yalnızca onu düşünebilirdi. Yatay iki boyuta yüklenen soyut us edimselliğinin kalp ve baş hizasında tasavvur edilmesinin sebebi bu bölgelerin önemli sayılmalarından kaynaklanır.

Aklın işleyiş mekaniği oldukça karmaşık, içgüdüler, tutkular, korkular ve duygular onun çarkının dişlerine takılıp onu sürekliliğini aksatıyor, sağduyu ise genç güzel bir kız edasında ve o en çok gerektiği yerde bir görünüp bir kayboluyor. Bugüne kadar yeryüzünde doğal ecel ile ölenlerin sayısı, şiddet kullanılarak öldürülenlerin sayısından kat ve kat fazla değil ve bunlara yaşamaya devam ettiği halde hayatı zindan edilenlerin sayısını da eklersek Huxley’in haklı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. O zaman sorun nerede olmalı?

Karşılıklı duran iki güç var ki bunlardan birisi insanlık adına değil ve bunun diyalektik olması da adil değil çünkü onların çıkış noktalarının özdeşliği aynı zamanda başlangıcın da özü olduğundan farklılığı koyan etkinin ayrımı kendi içinden kendini kemiren ussal bir olgu gibi. İyiliğin ve kötülüğün aynı ussal noktadan çatallaşması onun işlevsel niteliği değil ama ona ait öz nitelik olmalı ki tetiklenmesi için sadece basit bir dürtü yeterli olabilsin. Bu dürtü bilimsel değil ruhsal ya da dinsel olmalı ve onu kutlama adına yortular (yortuyu tüm dinsel ritüeller için kullanmak uygun olabilir) düzenlenmeli.

Erdoğan MERDEMERT (28 Ekim 2012)


22 Ekim 2012 Pazartesi

Felsefenin doğası ve tarihi gelişim süreci (Ateşan Aybars, 22 Ekim 2012)



Felsefenin doğası ve tarihi gelişim süreci

Yeni başlayanlar için felsefe yazıları en basit yazılardan en anlaşılmaz yazılara kadar geniş bir spektrumda karşımıza çıkar. Tarihsel gelişim içinde sınıflamak, felsefenin sürekliliğini ve doğasını anlamakta kolaylık sağlaması yanısıra  günümüz felsefesini doğru bir perspektife yerleştirmek açısından da önemli olduğunu düşünüyorum.  Elbette, islam ve doğu felsefesi önemli olmakla birlikte batı felsefesinin günümüz yaşamında etkisi fazladır. Kaba bir sınıflama; Sokrat öncesi ve sonrası olarak yapılır ama biraz daha detaya inelim.

Presokratik (Sokrat öncesi) Dönem (MÖ 2500-1700). Bilge kişilerin (akil adam) başında gelen Thales (Anadolu Felsefesi) ve Anaksimander gibi düşünürler bilim ve büyü’yü ayırarak ilk defa tanrıyı düşünmeden dünya hakkında düşünmeye cesaret etmişlerdir. Efsaneleri sorgusuz bir şekilde kabullenmekten uzaklaşan büyük bir adım atılmıştı. Bu dönemde felsefe yapmak BİLMEK amaçlıdır.

Sokratik Dönem. (MÖ 470- MS 50). Sokrat, Plato ve Aristo üçlüsü bilmek ve gerçeğe ulaşmak yönünde ortaya çıkan sorunları düzenleyip sistemleştirmişlerdir ve felsefenin temellerin atmışlardır. Bu dönemde felsefe ERDEM için yapılmıştır. Nasıl biliyorum? Epistemolojik sorunu gerçek öyle midir? Ontolojik sorusu ile birleşince felsefenin güç ve ağır bir iş olduğu inancı öne çıkmış ve gelecek birkaç yüzyıl içinde daha da ağırlaşmıştır.

Ortaçağ Felsefesi (50- 1450). Roma imparatorluğunun çöküş ve hiristiyanlığın yayılması ile felsefe karanlık dönemine başlamış ve Occamlı William (Occam’ın usturası) Skolastik ve Rönesans arasında kilit adam olarak bağnazlığın, yaşam sonrası düşüncelerin teolojik felsefesi ile son bulmuş yerini Rönesana felsefesine bırakmıştır. Bu dönemde İbn-i Rüşt, İbn-i Meymun ve İbn-i Sina gibi düşünürler ile islam felsefesi zirve yapmıştır. Ortaçağ felsefesi TANRI için yapılmıştır.

Rönesans Felsefesi (1440- 1540). Makyavel (politik felsefe), Erasmus (hümanist) ve Kopernik (bilim) ile başlayan Rönesans felsefesi insan yaşam kalitesini yükseltmek üzere DOĞA felsefesi olarak bilinir. Sonraları, bilgi güçtür sloganı ile ampirist F.Bacon, çağdaş felsefenin babası olarak bilinen ve  kartezyen olgusunu bilim dünyasına taşıyan Rane Descartes, bilimin kanıtlanmasında öncü I. Newton, felsefe geometrisini kurmaya çalışan Baruch Spinoza, Leibnitz, D.Hume, J.Locke gibi düşünürler temel düşünce sistemini  oluşturdukdan sonra Alman düşünürlerinin sentezi ile akıl çağı denilen süreç DOĞA ile yüzleşme süreci olarak bilinir.

19 ve 20. Yüzyıl Felsefesi. Alman idealizmi ve Hegel sistemciliğinin 19.yüzyıl başında tekrar maddi gerçekliğe dayanan düşünceye (K.Marks, Feuerbach) döndüğüne tanık oluyoruz. Bu dönem felsefe doğrudan TOPLUMSAL KONTROL amaçlı yapılıyor.

Günümüz Felsefesi. Kapitalizmin şekil değiştirmesi üzerine küreselleşme, post modernizm ve farklı entellektüel grupların (Frankfurt Okulu, Viyana Çevresi) daha karmaşık toplum mühendisliği üzerinde odaklanıyor.

Ateşan Aybars (22 Ekim 2012)

MÜZİK (Erol Erbirer, 22 Ekim 2012)


MÜZİK 

Dünyada bütün insanların anlayabildiği tek dil vardır, müzik.
Müzik nedir? Müzik, kelimelerle anlatamadığımız duygu ve düşüncelerimizi seslerle anlatma sanatıdır.

Peki müzik nereden doğmuştur ? Bu konuda türlü varsayımlar vardır ;

Charles Darwin şarkının hayvan ulumasını taklit sonucu başladığını ileri sürer. Başka bir görüş bunu bedensel çalışmayı kolaylaştıran ritmik seslere bağlar. Başka bir varsayım ise, müziğin doğuşunu konuşma ile birlikte almış ve her ikisini de sesli anlaşma olanağında tek çare olarak görmüştür.

Ortaçağ ve Rönesans, beraberce Avrupa tarihinde bin yıllık bir zamanı kaplar.  Batı sanat müziğinin temel kuralları  ve kavramları bu uzun dönemde doğmuştur ve çok sesliliğinin başlangıcı  12. ve 13. yüzyıllarda Notre Dame okulunda olmuştur. Çok sesliliğin gelişmesinde nota, önemli bir rol oynamıştır.   

Nota nereden çıkmıştır ? İtalya’da 990 ile 1050 yılları arasında yaşamış olan Arrezolu Guide adında bir rahip “Johanne Batista” adlı ilahisinin iki dizesindeki latince sözcüklerin ilk harflerini alarak notaları oluşturdu. Öyle ki; Ut Quent Laxis (Ut, 17 YYD Bononcini) tarafından Do olarak değiştirildi. Re Sonore Fibris-mi, Ragesterum-Fa, Muli Tourum Sol, Vepolluti-La, Birreatum ve B harfi: Si notası uzun bir süre B harfi olarak kaldı.  13 yy. da Sanet İoannes’in kısaltılmışı olarak Si adını kaldı. Çizgi sistemleriyle de notaların yerleri kesinlik kazanmış, seslerin süresi için belirli nota işaretleri kullanılmaya başlanmıştır.

Çok sesliliğin ilk büyük biçimi çok sesli Missa’lardır. Din dışı müziğin; ise en önemli biçimi çok sesli yeni İtalyan şarkısı Madrigal idi.

İlk çağlardan günümüze kadar müziğin geçirdiği dönemleri şöyle sıralayabiliriz; İlk çağ – Barok çağı – Klasik çağı – Romantik çağ – Neoklasik ve çağdaş dönem.  
  
İlk Çağ; (1550-1600 yılları arası) Bu çağın en önemli bestecisi, Claudio Monteverdi’dir (167-1643).     
                                                                                 
Barok Çağı; (1600-1750 yılları arası) Bu çağın en önemli bestecilerinden bazıları şunlardır : Tomoso Albinoni (1671-1750), Antonio Vivaldi (1678-1741), Vivaldinin 4 mevsim eseri en tanınmışlarındandır.  Johannes Sabastian Bach (1685-1750) Bakım Togato ve Füg en önemli eserleridir.    
                                                                   
Klasik Çağ; (1750-1800 yılları arası) Joseph Haydın (1732-1809), Wolfgang Amedeus Mozart (1770-1827).     
                                               
Romantik Çağ; (1800-1900 yılları arası) Franz Şuhubert (1797-1828),  Fredrik Chopin (1810-1840).  
                                                                      
Neoklasik ve çağdaş dönem; Sergey Prokofief (1891-1953), Jansibelius (1865-1957), George Geroshwin (1898-1937), İmre Kalman (1882-1953) en önemli eseri Çardaş Fürstin’dir.

Osmanlı imparatorluğunun son çağlarda tanzimatın etkisiyle beliren batı sanat müziği eğilimi, saray çevrelerinin tekelinde kalmıştır. Batı örneği asker için, Bandolara müzikçi yetiştirmek amacıyla kurulan “Müzika-i Hümayun” tek ciddi eğitim örgütü idi.

Atatürk, çok sesli Türk sanat müziğinin geleceğin kültür ve eğitim ortamındaki önemini görmüş ve bu alandaki hazırlıklarını öncelikle ve ivedilikle ele alınmasını istemiştir. Bu doğrultuda “Makam-ı Hilafet” müzikası Ankara’ya alınarak : “Riyaset-i Cumhur Flarmoni” orkestrası oluşturulmuştur.  İstanbul’da  tek sesli müzik eğitimi yapan “Darültalim-i Musuki”nin çok sesli müziğe yönelmesi gerçekleştirilmiştir. 1935 de Proetorius, Flarmoni orkestrasının yöneticiliğine atanmış, Paul Hindemith ve Carl Ebert-in yardımları ile 1936 da devlet konservatuarı kurulmuştur.

Yetmiş yıl sonra ulaşılan bu günkü durum son 20-30 yıl boyunca devrim coşkusunu engelleyen bazı güçlere rağmen iyi bir sonuçtur. 

Erol Erbirer (22 Ekim 2012)




19 Ekim 2012 Cuma

Kadıköy Düşünce Platformu, Nereden Nereye (Ateşan Aybars, 19 Ekim 2012)


Kadıköy Düşünce Platformu, Nereden Nereye

Kadıköy Düşünce Platformu (KDP) olarak uzun yıllar yavaş ama kalıcı adımlarla yürüttüğümüz düşünce tartışmaları  artık hakettiği ilgiyi görmeye başladı. Mustafa Özcan’ın liderliğinde bu tür toplantıları 17-18 yıldan bu yana hemen hemen eksiksiz her hafta yapıyoruz. Çok saygı duyduğum ve mentor’um olarak gördüğüm Mustafa Özcan’ın anlatımları ile edindiğim bilgi ve yaşam anlayışını televizyon programlarım dahil her ortamda paylaşmakdan keyif alıyorum. Son olarak, yıl başında bilgi susuzu birkaç arkadaşla Büyük Klüp’de başlattığım bu toplantıların son derece keyifli olması ve alışkanlık yaratması üzerine zihinsel faaliyetlerimizin farklı mekanlarda devamına karar verdik. Nitekim, bilimsel, felsefi ve yaşamsal temelde dünya görüşü oluşturmayı kendine şiar edinmiş klüp üyelerinden bir grup oluşturduk. KDP grubu olarak geçen zaman içinde birçok arkadaşımızın soyut-somut konularda hayret verici anlayış ve beceri gelişimini keyifle izliyor ve son zamanlarda katılanların hızla gelişimini gözlüyoruz. 

Bu tür toplantıların amacı nedir, ne gibi fayda sağlar, sadece sosyalleşme midir türü sorularla sık sık karşılaştığım için bir değerlendirme gereği duyuyorum.

İnsan yaşlandıkça nesnel keyif arzusundan çok düşünsel çabalarından haz almaya başlar. Fizyolojinin diyalektiği olarak, yaş ilerledikçe insan beyni sertleşir ama düşünce yumuşar. O zaman insan, deneyim ve bilgileri çerçevesinde mutlu olmaya çabalar. Zaman geçtikçe, bir çoğumuz için yaşam boyu becerinin (yada becerisizliğin) bir anlam taşımadığı, kendine  ve çevresine yük olmadan yaşamdam keyif almaya giden yolun bilgi ediniminden geçtiği gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalır. Ancak, bu henüz genç olanlarımızın nesnel dünya ile hapsoldukları anlamına gelmez.  Bilginin güç ve çekimine sevdalı gençlerin giderek arttığı, pembe dizi, futbol seyri, magazin vb. kısır tartışmalar yerine daha iyi bir toplum için sorgulayıcı eğilimleri, çevre ve doğa ile bütünleşmeye çalıştıkları da gözleniyor. Amacımız, bilgiyi holistik olarak özümsemiş, paylaşma yeteneği olan konuşmacıların bizleri aydınlatması. Bildiğiniz gibi bilim temelli özümsenmiş bilginin elde edilmesi kolay değildir. Bilindiği gibi bilim şarlatanları her yerde bol sayıda.

Toplantılarınızda ne gibi konular, tartışma düzeni, içerik türü sorulara da açıklık getirmem gerekirse;

Konularımız bireyin özgür düşünce yetisini oluşturacak bilimsel tabanlı farklı disiplinlerden çeşitli kavramların yalın ve anlaşılabilir bir şekilde sunulması ve tartışılması şeklinde olmaktadır. Hemen hemen herkesin fazla bilgili olmadığı ama kolayca fikir beyan ettiği spor, siyaset ve magazin gibi konular gündemimizde yoktur. Felsefe ve fiziğin yadsınamaz gerçekliği çerçevesinde; Mustafa Özcan’ın, olağan dışı çaba ve sentez yeteneği ile en basit konulardan en karmaşığa, örneğin, entropi, kuvantum fiziği, canlılık, evrimsel psikoloji, bilinç, formel düşünce olarak matematik, kaos, sosyal yapı, eleştirel teori, sosyal ve kültürel antropoloji, etik vb. ve hatta henüz yaygın şekilde öne çıkmamış spekülatif konu ve kavramları bilimsel ama holistik ve diyalektik çerçevede irdelemeye, anlamaya çalışıyoruz. Umarım, grubumuzun spekülatif ve yaratıcı katkıları ile hem bilimin hem mutlu insan olmanın sınırlarını zorlarız.

Ateşan Aybars,

Duyuru: Düzeltme

Sn. Erol Erbirer'in 22 Temmuz 2012 tarihinde bloğumuzda yayımlanan "Gerçek, Bilgi, Bilinç Üzerine Çalışma" başlıklı yazısında gerekli düzeltme yapılarak güncelleme yapılmıştır.

3 Ekim 2012 Çarşamba

Holistik Bilim, Gaia Kuramı, Sistemler Ekolojisi ve Yeni bir Çağ (Mustafa Özcan, 2 Ekim 2012)


Holistik Bilim, Gaia Kuramı, Sistemler Ekolojisi ve Yeni bir Çağ

Başlığın çağrıştırdıkları, ilginç ve güncel olmanın yanı sıra bilimselliği de ağır basan yanları nedeni ile entelektüel bir makale için son derece uygun bir konu olma özelliği sunmaktadır. Bu bakımdan, holizm ile Gaia Kuramı’nı da içine alan sistemler ekolojisi ile ilgili irdelemelerde bulunmak bilgisel ufkumuzu genişletecektir diye düşündüm.

Holistik bilim, bilime indirgemeci değil de bütünselci bir yaklaşımla bilimsel-metodik yoldan kazanılmış sonuçların tümleştirilmesini ele alırken, holizm bütünsellik olgusunun mantıksal rasyonalizasyon düzleminde irdelenerek öğretisinin oluşturulması ile uğraşır. 

Yunancada bütünsel demek olan “holos” kökünden gelen bütünselcilik anlamındaki holizm sözcüğünü bulan Hollanda asıllı bir düşünür olan İngiliz Jan Christiaan Smuts’tır. Holizm terimini, aynı zamanda general olan Smuts ilk kez olarak 1926 yılında tanımlayıp sanatsal, felsefi ve bilimsel boyutları ile “evrim ve bütünsellik” adlı İngilizce kitabında etraflıca açıklamıştır.

Kitabın yayımlanışının ardından 1960’lara dek geçen 30 yılda, yani sistem bilimlerinin nüvesinin oluştuğu bu dönemde entelektüel dünyadaki ilgi dizge kavramı üzerine yoğunlaşmıştır. Öte yandan, bundan sonraki 30 yılda ise katastrof ve kaos kuramına ve özellikle de kompleks dinamik sistemler (karmaşık devingen dizgeler)‘e yönelen çalışmaların bilim dünyası için son derece önemli bulgular ortaya koyduğunu biliyoruz. Hatta karmaşık devingen dizgeler konusunun, yeni bilimsel paradigma (değerler dizisi) ‘nın doğuşunun habercisi olarak görülecek kadar önem kazanmış olduğunu da yeri gelmişken vurgulayalım. Bu olguyu, sistem bilimlerinde devrimsel bir değişim olarak görmek yerinde bir yaklaşım olacaktır. Ayrıca genel bir değerlendirme ile sistem bilimlerinin periferik bilimlerin çevrelediği özeksel bilimlere dahil olduğundan kilit karakterde olduğunu da bu arada anımsayalım.

Nitekim, canlılık denen maddi varoluşun bilinen tek yeri olan yer kürenin de karmaşık bir dizge olarak görülmeye başlandığı bu ikinci dönemdeki en dikkat çekici çıkışı ise İngiliz çevre ve gelecek bilimcisi James Lovelock’ın (1919) 1970’lerin oldukça popüler olmuş bir konusu olan Gaia (Gayya) Kuramı ile yapmış olduğunu belirtelim. Kuram, bir gök cismi, bir gezegen olarak yer kürenin canlı gibi hareket ettiği savını ileri sürdüğünden o zamanlar çoğu ekoloğun itirazı ile karşılaşmış, bunun sonucunda oluşan tepki ile de Lovelock NASA’daki “Mars’ta yaşam” konulu işinden olmuştur.

Ancak geçen zaman içinde, çevrebilim (ekoloji) ile diğer yer bilimlerinin ara disiplinlerinin gelişmesinin ortaya çıkardığı bilimsel bulguların ve gelişmelerin ışığında kuram sürekli güç kazanmış ve günümüzde genel evrensel kabul görme düzeyine ulaşmıştır. Öte yandan Kuramın dünyanın canlı bir varlık oluşu yönünde ileri sürdüğü bu tez, esas olarak holistik düşüncenin ekoloji bilimi ile örtüştüğü disiplinler arası alanın kaçınılmaz bir ürünüdür.  

Ayrıca, bütünselci düşüncenin özgürlük sağlayan yanının olanağıyla önceleri gezegen boyutu ile sınırlı olan bu canlılık düzeyinin de daha bir ötesine geçilerek canlı ıraya sahip olabilecek yıldız dizgelerinden, hatta canlı gökadalardan (galaksilerden) dahi söz edilebilmekte olduğunu belirtmeden geçmeyeyim.

Ancak bu denli ileri gidebilmek için, ilkin biyosfer (dirimküre) ‘deki fiziksel ve kimyasal süreçlerin denetimi ile canlı bir ıra olarak öz örgütlenebilmekte (self-organisation) ve sürekli yenilenebilmekte olan bir yer kürenin var olduğunun nesnel yollardan gösterilmesi gerekir. Bu nedenle, tezin kanıtlanarak kuramın sağınlaşması (‘exact’laşması) için ilkin buna yönelik araştırmaların alanı disiplinler arası bir dal olan “dizgeler çevrebilimi” (systems ecology) ‘nin olgunlaşarak deneyselci aşamaya geçmiş olması beklemek gerekir diye düşünüyorum.

Burada, dizgelerin hiyerarşi (silsile-i meratip) ile birbirlerine bağlı olduğu hususu holizmi de içine alan temel düşünce niteliği olan bir görüştür. Bu görüş, İngiliz filozofu Donald Davidson’un (1917-2003) zihin felsefesinde fiziki ve zihni (mental ve noetik) olayların birbirlerine hiyerarşik olarak bağlı olduğunu ileri süren “ardışık oluşum” (supervenience) kavramına dayalı düşüncesi ile de örtüşmektedir. Başka bir deyişle holistik düşüncenin kaynak aldığı kökleri epistemik mantık alanına dek ulaşmaktadır.

Durum bu olunca, Rus jeokimyacı Vladimir Vernadsky’nin (1863-1945) daha 20 yy’ın başında dünyayı jeosfer (yerküre), biyosfer (dirimküre) ve noosfer (bilinçküre) olarak abiyotik (cansız), biyotik (canlı) ve noetik (bilinçli) katman diye iç içe küresel dizge şeklinde oluşmuş sistemik bir bütün olarak tanımlamış olması olağanüstü ileri bir görüşlülük olarak takdir edilmelidir.

Bu iç içe geçmiş girift katmanların ara kesitlerinde özdek, erke ve bilgi (veya biliş) geçişlerini sağlayan “noobiyojeokimyasal” çevrimsel (döngüsel de deniyor) olay ve olguların mahiyetinin belirleyici olduğu anlaşılmıştır. Nitekim fizik, kimya, biyoloji ve sinir bilimleri kapsamındaki bu olay ve olguların holistik bilimin sağlayacağı bütünsellik içinde anlaşılması çabalarının 21. yy biliminin odağını oluşturacağı kesindir. Ve bu konulardaki düsturun, leitmotifin, örüntünün, kuralın, bağıntının bulgulanması insanlık tarihinin yeni ileri bir evresinin başlamasına karşılık gelecektir.

Genel bir bakış ile şu hususu vurgulamakta kendimi zorunlu görüyorum: İnsanlık kritik, kritik olduğu kadar da dönüştürücü entelektüel bir dönemden geçmektedir. Böyle özel dönemler dünyada yüzlerce yılda bir-iki kez ortaya çıkmaktadır. Oysa bizim önemli sayıp gündemin baş köşesine oturttuğumuz konulara bakınca anlaşılıyor ki Türkiye’miz öncekini olduğu gibi bu yeniçağı da ıskalayacaktır. Bu açmaz beni derin bir üzüntüye sokmaktadır.

Mustafa Özcan (2 Ekim 2012)