31 Ağustos 2014 Pazar

Duyuru: Gönen'de Sohbet Toplantısı


Gönen'de Gönen'in Kurtuluş Günü olan 6 Eylül'de öğleden sonra Sn. Mustafa Özcan'nın katılacağı, "Türk Eğitim Tarihi Bağlamında Osmanlı Medreseleri ve Gönen Medresesi" konusunda bir sohbet toplantısı yapılacaktır.

Toplantıya tüm KDP müdavimleri ve konuya ilgi duyanlar davetlidir.


Tarih: 6 Eylül 2014
Toplantı yeri: "Gönen Kent Konseyi Salonu

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Türk Eğitim Tarihi Bağlamında Osmanlı Medreselerine Kısa bir Bakış ve Gönen Medresesi (Mustafa Özcan, 27 Ağustos 2014)


Türk Eğitim Tarihi Bağlamında Osmanlı Medreselerine Kısa bir Bakış ve Gönen Medresesi

21.yüzyılın başında görgül nitelikli pozivitistik bilimsel bakış yönteminin insan bilimleri (hümaniteler) alanına yumuşak, ama hızlı bir şekilde nüfuz etmekte olduğuna dair daha önce bilim, felsefe ve kültür ile ilgili denemelerimde kapalı da olsa bazı değinmelere yer vererek dikkat çekmek istemiştim. Nitekim bu konuya karınca kararınca katkıda bulunmaya yönelik çabalarımı dikkatli okuyan bazı okuyucuların da teşhis ettiğini sanıyorum.

Bu bağlamda, hümanitelere nüfuz ediş olgusunun ilk gerçekleştiği alanlardan biri hiç kuşkusuz tarihtir. Bundan dolayı da, holistik-entelektüel alanın bir parçası olarak görüp soyut genel ve küresel tarih konusunu ele almaktan hiç geri durmadığımı, son denemelerimde özellikle işlemekte olduğumu belirtmek isterim.   

Ancak, bu konuda eksik kalan öteki dikotomik taraf olarak özele ve yerele dair tarih konularının incelemelere katılarak sağlanacak bütünsellikle sinerjilerin ortaya çıkarılması ve dolayısıyla yerel ve özel tarih konularının da denemelerde ele alınması gerektiğini düşündüm.

Bu kapsamda da ilk olarak, bir pratisyen mahiyetiyle yıllarımı verdiğim eğitim uğraşı bağlamında özel-yerel tarih hakkındaki bir konu olarak Osmanlı Medreselerine kısa bir bakış ile değinmek ve yaşanmış özgül bir taşra eğitim kurumu örneği olarak da Gönen Medresesi’ni bir nebze olsun tanıtmak istiyorum.

Başlık işte bu doğrultudaki niyetimin özet bir ifadesidir.

Şimdilerde Türk-İslam eğitim geleneği çerçevesine anakronik olmuş kurumsal bir yapı olarak medreseler, bin yıllı geçen Karahanlıllar, Selçuklular ve Osmanlılar dönemlerinde orta ve özellikle de yüksek öğretimde görev yapmak üzere oluşturulmuş öğrenim ve öğretim sistemiydi.  Medreselerde öğrenim ve öğretim işi dinsel odaklı olduğundan, bunlar zamana uygun olarak Ortaçağ dinsel anlayışının vazgeçilmez kurumları olmuşlardır.

 Öte yandan gene Ortaçağ’ın bu anlayışının bir gereği olarak da müfredatlarına “akli olanlar yerine “nakliilimlerin” egemen olmuş olması “eşyanın tabiatına uygun” bir durumdur.

Medrese sözcüğü Arapça ders kökünden gelir. Medresede ders verenlere "müderris”, bunların yardımcılarına "muid", okuyanlara ise düzeylerine göre, büyükten küçüğe doğru olmak üzere "danişmend", "softa" veya "talebe" adı verilirdi. Talebe, öğrenmeye talip olmak bağlamından türetilmiş, “tahsilde olan kişi” anlamına gelen bir sözcüktür. 

O dönemlerde danişmendlere ayrık birer oda verilerek daha uygun bir öğrenme ortamı sağlanması eğitimde mutat olan bir uygulama olarak görülmüştür. Medreselerin önem derecesinin kadrolu müderris için tayin edilmiş akçalı maaş doğrultusunda Yirmilik, Otuzluk, Kırklık, Ellilik şeklinde kurumun adında yer etmesi ayrıca adet olmuş bir adlandırma tarzıdır.  

Karahanlılılarla başlayıp Büyük Selçuklulardan devralınan ve Osmanlı’da da Orhan Bey’den itibaren temel eğitim kurumu olarak hükmünü sürdüren ve Ortaçağı kapatan Fatih Sultan Mehmet ile birlikte önemli ilerlemelere sahne olan medreselerin bu dönemde ilk devrimsel dönüşümü yaşamış olduğu görülmektedir. O dönemin eğitim ortamındaki bu kurumsallaşma İmparatorluk’un yükselişine tanıklık eden toplumun tam da odağında yer almış bir olgudur. Nitekim Fatih medreselerinin hızlı ve sistematik bir şekillenme sürecine girerek altı değişik yapı ile tanımlanan bir çeşitlenme düzeyine ulaşmış olduğu bilinmektedir. Osmanlı Eğitim Sistemi için Orhan Bey tarafından başlatılan medreseleşme süreci ile yapılan başlangıcının ardından gelen bu söz konusu ilk reform döneminden sonraki ikinci büyük dönüşüm ise Kanuni döneminde olmuştur. Bu dönemde medrese sayısının ikiye katlanarak artmış olduğunu belirtmekte yarar vardır.

Osmanlı Eğitim Sistemi’nin kurulması olarak sözü edilen, ilki Orhan Gazi Medresesi adıyla 1330 yılında İznik’te açılması ile başlayan tarihsel süreçte Devlet topraklarının genişlemesiyle birlikte sayıları artan medreseler, kurumlar olarak, hep olmasa bile, genellikle dönemin sultanının adıyla anılmışlardır. Bunlar, başta Bursa,  Edirne ve İstanbul başkentlerinde olmak üzere ülkenin pek çok şehrinde açılıp faaliyetlerini Yeniçağ boyunca sürdürerek Türk Eğitim Tarihi içinde çok önemli bir yer işgal eder durumuna gelmişlerdir.

Bu kapsamda da yukarıda belirtildiği gibi, medreseler için Osmanlı Devlet’inin sınıfsal yapılanışında seyfiyye ve kalemiyye ile birlikte üçüncüsü olan ilmiye sınıfı için ulema yetiştirmeye yönelik “maarif müessesesi” mahiyeti ile dinsel eğitim sisteminin vazgeçilemezidir demek yerinde bir ifade olmaktadır. Medrese kurumunun 17. Yüzyılda ciddi boyutlara varan gerileme sürecine girmesi ve ardından da Yakınçağı’ın başlatıcısı 1789 Fransız Burjuva Devrimi’nin etkisinde kalan II. Mahmut’un yenilik hareketleri kapsamında “eğitim ve öğretimi dünyevileştirme hamlesi” ile revizyona tabi tutulması, kurum tarihindeki özgüllüğü açısından yaşamsal önemde bir gelişmedir.

Öte yandan,Tanzimat Dönemi anlayışı olarak beliren dünyevi ihtiyaçların giderilmesi olgusuna yönelik pratik bir somutlaşma örneği olarak ilk ve orta tahsil kapsamında sekülerleşme sürecinin bir uygulaması mahiyeti ile mekteb-i iptidai, rüştiye ve idadi adlarıyla okulların açılması eğitim tarihimizin en önemli gelişmelerinden biridir. Laik bir eğitime başlangıç yapma girişimi olan bu okullar, zimni seküler gereklerle dinsel eğitime koşut ikili bir yapı oluşturması yönüyle o dönemin eğitim tarihi için kritik bir durum ortaya koymuşlardır.

Ayrıca gene bu dönemde, ilk ve orta öğretimin yanı sıra yüksek öğretim müessesesi olan medreselerin değişime uğrayarak hızla çoğalması, nihayetinde de 19. Yüzyıl’ın ikinci yarısından itibaren artık pek çok büyük kasaba, kaza ve şehrinde rastlanan verimsiz ve etkisiz sıradanlıklar haline gelmesi diğer önemli bir gelişmedir.

Bu noktada, 19. Yüzyılın son üççeyrek döneminde “Dersaadet”te Osmanlı toplum yapısının her alanında ortaya çıkan topyekün bir yenileşme akımı kapsamından olarak medreseyi ikame edecek pozitivistik anlayışı tesis etmeye yönelik olarak yüksek eğitimde de laik bir kurumsallaşma şekli mahiyeti ile İstanbul Darülfünunun açılmış olduğunu belirtmek isterim. Ancak, ikili (düal) bir yapı olarak oluşan bu yüksek öğretim sistemi örneğinin ömrünün hiç de uzun olmadığını ayrıca vurgulanmam gerekir.  

Medreselerin tarihçesi yönüyle değinmek istediğim öteki bir yanı da özellikle İstanbul'un Fethi’nden sonra bunların açılmasında önemli bir yoğunlaşmanın yaşanmış olduğudur.

Belirtildiği gibi, Orhan Bey ile başlayan kurumlaşma sürecinin ilk evresi olan 1331-1451 yılları arasındaki üç sittin senelik dönemde toplam olarak sadece 82 adet medrese açılmıştır. Buna karşılık 1463-1471 yılları arasındaki 8 yılda, Fatih medreseleri, ya da diğer adı ile Sahn-ı Seman medreseleri’nin sağladığı sayısal artıştaki yoğunluk katlanmalı düzeydedir.  

Öte yandan ayrıca söz konusu bu yapılanış ile bir yenilik olarak eğitim kurumundan mezuniyet düzeni için yılları bulan tanımsız ve keyfi bir tahsil süresine dayalı “icazet” (diploma) sistemi uygulanması yerine ders geçme usulüne dayalı “icazet” sisteme yer verilerek öğretimin etkililiği de yükseltilmiştir.

Gene bu dönemin bir özelliği olarak Osmanlı zamanındaki hanedan ve yakın çevresince kurulmuş medreselerle önceki dönemlerden kalanlar arasında bir ayrım yapılması cihetine gidilerek kurum adlandırılmasında dahili ve harici şeklinde nitelemelere yer verilmeye başlanmıştır.

1550-1557 yılları arasında Kanuni döneminde kurulan Süleymaniye Medreseleri ile birlikte Osmanlı Devleti'ndeki medreseleşme süreci de doruğa ulaşmıştır denebilir. Örneğin bu kapsamda bir “tebabet müessesesi” olan Darüttıp, Süleymaniye medreseleri içinde yer almıştır ki bekli de bu kurumu din dışı sivil ihtiyaçlar kapsamında yüksek öğretimdeki kurumsallaşmanın ilk örneği olan yüksek bir okul olarak kabul etmek gerekir.

Sonraki 17. Yy, Osmanlı’nın diğer tüm kurumlarında olduğu gibi medreseleşme sürecinde de bir gerilemenin, bir bozulmanın yaşandığı yıllar olmuştur. Bu yüzyıl Avrupa’daki aydınlanmanın tersine yozlaşmanın sürece hızla ve tam olarak egemen olduğu bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim bu yüzyıla dek üç buçuk asır boyunca ciddi görevler yerine getirmiş olan medreselerin bozulması, her türlü yeniliğin karşısında durmaya başlamışlığı, Hilmi Ziya Ülken şu sözleri ile özet bir şekilde ifade edilmektedir:

"İslâm dünyasının fikri üstünlük devri, tekâmül halindeki âlemle temasını kaybetmesinden, başka kültürlerle münasebetlerinin yetmezliğinden, en sonra onu ilmi keşifler ve icatlar alanında verimsiz kılan skolâstik zihniyetten dolayı zevale yüz tutmuştur ".

Şimdi başlığın öteki konusu olan Gönen Medresesinden taşra türünün bir örneği mahiyeti ile biraz olsun söz etmek istiyorum.

Gönen Medresesi’nin kuruluş tarihi hakkında kesin bir bilgiye rastlanmamakla birlikte 1487 tarihli bir kayıtta Gönen kazası içinde iki talebe olduğuna dair bir değinme nedeniyle burada “ilim” yapılmakta olduğu, buradan da bir medrese olduğu sonucuna varılmaktadır.  Böylece de Gönen Medresesi’nin bu tarihten bir süre önce, medreseleşme sürecinin en parlak dönemi olarak kabul edilen 1463-1471 yılları arası Fatih Medreseleri dönemi sırasında kurulmuş olabileceği tahmini ileri sürülmektedir.

Öte yandan, pek çok diğer taşra medresesi gibi, Gönen’dekinin de 20’lik denen küçük bir medrese olduğunun kaydına fiilen rastlanmış bulunduğunu belirtmek isterim.

Ayni şekilde, 1573 yılına ait olup Gönen’de 13 talebenin mevcut olduğu ile ilgili kayıtlar da Medrese’nin küçük çaplı olduğu yönündeki bu bilgiyi teyit eder niteliktedir. 1840 tarihli belgelerdeyse Gönen Çarşı Camii’ne bağlı olarak faaliyet gösteren bir medreseden doğrudan söz edildiğinden Gönen Medresesi‘nin varlığı ile ilgili ilk doğrudan belge bulgulanmış olmaktadır.

Medresenin ders müfredatının taşradaki öteki Yirmilikler ile benzer olduğunu ve öğretim kalitesi ile performansının ise öğretici görevi yapan müderris veya müderrislerin vukufu ve gayreti ile sınırlı olduğunu belirtmek herhalde yanlış bir değerlendirme olmaz.

Okuyandaki sinerjiyi yitirtmemek için ayrıntılara girmeden holistik bir bakışla belgelere dayanan kayıtlardan hareket edilerek çıkarılmış olan Gönen Medresesi ile ilgili bu yerel tarihsel bilgileri entelektüel merakı olanlar için genel bir malumat olması niyeti ile aktarmak istedim.

Özel ve yerel tarih konularını genel ve küresel tarih konular ile birlikte dikotomik bir bütünsellik içinde ele almanın 21. Yy’ın en güçlü mottosu olan ‘küresel düşün yerel hareket et’ sloganına uygun bir yaklaşım olduğunu belirterek bu denemeyi bitirmek istiyorum.

Mustafa Özcan (27 Ağustos 2014)
­­­­­­­­­­­­­­­­­­­____________________________________
Kaynakça
Akkuş, Tacettin Gönen ve Çevresi Köyleri, MVT Yayıncılık, İstanbul 2010 (2. Baskı)
Kurtuluş Savaşında Gönen ve Çevresi, Gönen Belediyesi, 1998
http://dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/Milli_Egitim_Dergisi/143/17.htm
http://tr.wikipedia.org/wiki/Medrese






5 Ağustos 2014 Salı

21. Yüzyıl’ın Olası Tarih Anlayışı Üzerine Bir Deneme (Mustafa Özcan, 5 Ağustos 2014)


21. Yüzyıl’ın Olası Tarih Anlayışı Üzerine Bir Deneme
  
Tarih konusu Anglosakson doğa anlayışı zemininde felsefi bakıştan ele alındığında, entelektüel domen (domain)’in hümaniteler alanının diğeri genel felsefe olan iki kategorik bilgi kümesinden biri ile meşgul olunduğu bilinciyle hareket edilmesi gerekir. Çünkü bu tarz bir ele alış, tarih felsefesini aydınlanma felsefesine giden yolun başlatıcısı yapar. Bu durumda da, tarih felsefesi hümaniter bilgi alanları içinde ilksel bilişsel küme yaftasını hak ederek kilit ve kritik bir önem kazanır.

Yukarıda belirtilen kapsamla tarihin felsefi olarak ele alınış çalışmasını ilk yapanınsa İtalyan düşünür Giambattista Vico olduğu bilinmektedir. Vico’nun 1725 yılında yayımladığı tarih felsefesinin başlangıcını temsil eden yapıtı Scienza Nuova, yani ‘Yeni Bilim‘ bu yonüyle entelektüel tarih için kritik önemde bir çalışmadır. Bu nedenle de kitabın gerçekten seminal (bir şeyi ilk başlatmış olan) yapıt olma niteliği vardır.

Öte yandan, Yeni Bilim’in, Fransız Aydınlanması’na da kaynaklık edecek olan tarih anlayışının yön ve kapsamını belirlemiş olduğunu gelinen bu noktada vurgulamadan geçmek olmaz. Tarihsel nitelikte olan bu gelişmenin ardından da Fransa’da 18. Yüzyıl’ın izleyen yarım asırı boyunca Ansiklopedistler tarafından aydınlanmanın içeriğinin felsefi olarak doldurulması faaliyeti sürdürülmüştür ki bu süreç Fransa’da Dünya Burjuva Devrimi’ni hazırlayan toplumsal bilinçlenmenin yolunu açmıştır.

Şimdiyse, ” 21. Yüzyıl için de benzer bir gelişmenin oluşması beklenmelidir” söylemi yerinde bir saptama olacaktır. Ancak, 21. Yüzyıl için bu kapsamda söz konusu olacak olan kavramlaştırmanın bu kez daha rasyonel-bilimsel yapıdaki zeminde yürümesi kaçınılmazdır. İşte söz konusu bu Yeni Aydınlanma‘ya yol açacak olansa tarihi nitelikteki kültür, sanat ve hümaniteler alanlarının ötesinde, bunlara ilaveten holistik-bilimsel bilgi esasına dayanan bir yaklaşımdır. Ayrıca bu yaklaşım çerçevesinde ‘Yeni Aydınlanma’ya geçişin başlatılmasını sağlamak için özel entelektüel bir program doğrultusunda hareket edilesi gerekmektedir.

Daha açık bir ifade ile de anlatılırsa; her biri dar anlamda entelektüel domenin tarihi nitelik sunan birer alt alanı olan kültür, sanat ve hümaniteler’e ilaveten holistik bilim alanının da aydınlanmaya bu yeni yaklaşım çerçevesi kapsamında sürecin etmenleri içine sokularak diğer etmenlerle birlikte sinerji yaratılması için ortaklaşa olarak uyumlandırılması gerektiğini belirtmeliyim.

Böylece bu denemenin ana fikri ve girişi olan bu bölümü tamamlamak istiyorum.

Bu bakıştan hareket edilerek konu irdelendiğinde, toplumlarda aydınlanma sağlayıcı bilgi kümelerinin oluşmasında ilksel karakterde olması yönüyle tarih felsefesinin ele alınışındaki yaklaşım tarzlarının hem irdeleyenlerde hem de okuyanlarda önemli bilinç yapısı düzeyleri kazandırma niteliğinin var olduğu görülür.

Bunu da, kişisel olan aydınlanmayı belirtebilmek için, Immanuel Kant’ın ‘bireyin ergin olmama durumundan kendi kendine kurtulması’ şeklinde aydınlanma durumunun ‘zorunlu koşul’unun genel ifadesi olarak kullandığı veciz bir anlatımla özetleyerek yapmak olanaklıdır.

Diğer taraftan, genel bir değerlendirme için tarih felsefesine yönelik perspektif bilgi arandığında bu konuda geniş denebilecek bir literatür kaynağı arzının bulunmaması hemen göze çarpar. Buna karşılık özet değinme şeklinde kaynak arandığında Noel Cowen’in Küresel Tarih adlı yapıtının başlangıç ve giriş bölümünde yaptığı kısa değerlendirmeleri konuyla ilgili çarpıcı bir referans olarak vermek yerinde olacaktır(*).

Yazar değerlendirmesinde, İlkçağ’dan beri ‘tarihi yapan’ budun hareketlerindeki etkin toplulukları başıboşlar, yerleşimciler, fetihçiler ve cihatçılar diye dört ana kategori altında toplayarak insan coğrafyasının tarihsel dinamiklerini hareketin amaçsal yönü kapsamında sistematikleştirme yolunu seçmiştir.

Cohen ayrıca kitabında, tarihin büyük resmini ararken konunun ele alınışının uygarlık sistemleri, dünya sistemi ve küresel tarih biçimindeki üçlü yaklaşım tarzından birine dayandırılması gerektiğinden de söz eder. Tarih araştırmalarına yaklaşımdaki zeminler olarak da adlandırılabilecek bu ele alış tarzlarının kronolojik olarak yukarıda verilen sıra ile ortaya çıkmış olduğunu da belirtmekte yarar vardır. Öte yandan bunların tarih felsefesine yaklaşım için entelektüel gündeme gelişlerinin de oldukça yeni olduğu, özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrasında ön plana çıktığı bilinmektedir.

En son yaklaşım olan küresel tarih tarzının 1980’lerin sonlarından itibaren gelişmesinde önemli rol oynayan iki olayın belirtilmesi gerekmektedir: 1) İnsan evrimine yaklaşımda popülasyon genetiğinin devreye girmesi ve 2) Dünyayı şekillendiren küresel güçlerle ilgili olarak akademik nitelikli araştırmaların başlaması.

Tarih felsefesine yaklaşım tarzlarının daha da geçmişine bakıldığında O. Spengler’in 1918’de yayımladığı Batının Çöküşü adlı yapıtının konu için seminal olduğu görülür. Ama buna karşın tarih felsefesine yaklaşım tarzlarındaki bakışı gerçek anlamda değiştireninse 1929’da kurulan Fransız Annales Okulu olduğunu özellikle vurgulamakta yarar vardır. Okul’un tarzını oluşturan F. Braudel’in total tarih diye adlandırdığı yaklaşımdır. Diğer başlıca temsilcileri L. Febvre ve M. Bloch olan Annales Okulu, tarih araştırmalarının odağını siyasi ve diplomatik merkezlilikten ekonomik ve toplumsal merkezliliğe çekerek tabandan gelen, bu nedenle de daha toplumsal olan bakışa yönelmiş bir yaklaşım sunmaktadır.

Annales Okulu‘nun küresel tarih anlayışı kapsamında en son olarak da E. Wallerstein’in 1970’lerde Dünya Sistemi Kuramı adıyla ortaya koyduğu yeni bir tarih yorumu doğmuştur. Wallerstein kuramında, kapitalizmi, Yeniçağ’ın başlangıcı olarak kabul edilen 1450 yılından itibaren gelişmekte olan sosyo-ekonomik bir olgu olarak kabul etmiştir. Hatta sonraları konu başka pek çok yazarca da işlenerek “Dünya Sistemi”nin başlangıcı daha da öteye, İlkçağ’ın başlangıcına kadar götürülerek beş bin yıllık küresel tarih sisteminden söz edilir duruma gelinmiştir.

Küresel tarih yaklaşımının en göze çarpan özelliği klasizmin yarattığı ırksallık ile modernitenin oluşturduğu ulusallık kavramlarından bağımsız oluşudur. Bu nedenle de küresel tarih anlayışı konusu, günümüz açısından irdelendiğinde, 21. Yüzyıl’ın monden (dünyevi) ve hümaniter (insancıl) olması beklenen ‘Yeni Dünya Görüşü’ne en yakın karakterde toplumsallık özelliği sunma yönü ile holistik entelektüelizm kapsamında kullanılabilecek etkili bir araç olarak ortaya çıkmaktadır.

Maslow’un Gereksinmeler Hiyerarşisi esasında konuya bakıldığında, konunun özüne yönelik bir yorumla da tarihi değiştiren ihtiyaçların temel iki ana etmenli kategorisi olan nefsi ve nesli idameyi sağlayan güdülerimizi buradan hareketle iki ana grupta toplamamız mümkündür: 1) Temel ve fizyolojik gereksinmelerden kaynak alan siyasal istikrar odaklı geçim etmenleri ve 2) toplum kuruluşunu derinden etkileyen benlik ve kişilik etmenleri.

Maddi (biyolojik ve fizyolojik kaynaklı) ve entelektüel (benlik ve kişilik kaynaklı) diye de gruplanabilecek bu ikiliden ikincisinin 21. Yüzyıl‘da egemen olacak demokrat toplum anlayışının belirleyicisi olma özelliğine daha fazla yakın olduğunu söyleyerek denemeyi tamamlamak yerinde olacaktır.             

Mustafa Özcan (5 Ağustos 2014)                                                                                                             
_________________
(*) N. Cowen, Küresel Tarih, Birinci Baskı, Tümzamanlar Yayıncılık, İstanbul, Eylül 2004.