28 Aralık 2012 Cuma

Tarihsel Görüngeden Bakışla Diyalektik Süreç ve Anderson Belgesi (Mustafa Özcan, 28 Aralık 2012)


Tarihsel Görüngeden Bakışla Diyalektik Süreç ve Anderson Belgesi

Dünya tarihindeki seküler toplumsal hareketler içinde örgütlü-içrekçi olanlardan belki de en yaygını ve ismen en bilineni kuşkusuz “masonizm”dir (sözcük burada felsefi ve düşünsel masonluk’un özü yani “özgür masonluk öğretisi” anlamında kullanılıyor). Evrensel bir yaygınlık kazanmış olmasına karşın bu içrekçi-küresel okulun son zamanlarda tüm dünyada artık neden eskisi gibi cazip bir ilgi odağı olmadığı sorgulanır hale gelmiştir. Bu kapsamda soruna çözüm, soruya cevap arayışları da çoğalmıştır.
Ancak karşılık bulmaya yönelik olarak çeşitli görüşler temelindeki yaklaşımlara dayalı pek çok cevap arayışı mevcutken soruna düşünsel kökeninden yaklaşarak bakmaya yönelmiş olana kolay rastlanır olduğunu söylemek yanlış olur sanırım. Yoksa tersi durumda sorun çoktan çözümlenip konu rafa kalkmış olurdu!
Bu nedenle konu çevresinde gelişen üç yüz yıl öncesi ve sonrasındaki entelektüel-tarihsel olaylara kuşbaşı bakarak hem Batı’nın hem de sözü edilen olgunun durumunu irdelemeyi denemeye değer bulmaktayım.
Bilindiği gibi kıtasal olmayan modern “masonizm”in başat örüntüsel çerçevesi, diğer bir deyişle öğretisinin özü Londralı presbiteryen rahip James Anderson’un 1723’te hazırladığı Anderson “anayasası veya tüzüğü” diye anılan belgeye dayanmaktadır. Belge’nin yayımlandığı 18. yy başlarında genel olarak bilim ve din alanındaki anlıksal-eğitsel örgütlenmelerin iç içe oluşu bu tür seküler belgelerin dinsel kurumlarda yetişmiş olan kişiler tarafından dahi hazırlanmış olsa bile monden çevrelerde geniş kabul görmesine olanak sağlamaktaydı.
Nitekim belge yayımlandığında modern Batı biliminin Galileo, Descartes, Bacon ve Locke ile birlikte başlıca önderleri arasında sayılan ve henüz hayatta olan Newton’un Kraliyet Derneği’nin kurucu başkanı olmasına karşın zamanının çok büyük bölümünü göksel (semavi) konuları araştırmaya ayırdığını hiç unutmamak gerekir.
Konuyu diyalektik süreç ile ele alarak irdelersek, din ve bilimin eğitsel kurumlardaki bu birlikteliğinin çelişik hale gelmesi olgusunun esas olarak 18. yy son çeyreğine doğru ortaya çıktığını görürüz. Zaten bir bakıma bu durumun Fransız Devrimi’ni hazırlayan başlıca entelektüel etmenler arasında da bulunduğu kolayca görülebilir.
Söz edilen Batı coğrafyasında toplumun anlıksal (entelektüel) dünyasında beliren bu çelişik durum, ayrıca aynı zamanda insani bilincin diyalektik-evrimsel sürecinde başka bir aşamaya geçişin de göstergesidir. İnsanlığın tümünü etkileyecek olan bu yeni anlıksal durumu, insan düşüncesinin evrimsel ilerleme sürecinde yepyeni bir evre olarak da görebiliriz.
Bu toplumsal olgu özünde ise, insani düşünselliğin bir biçimi olan çağrışımda doğrusal olandan, yani aynısını veya benzerini çağrıştıran basit zihinsel tarzdaki düşünme faaliyeti şeklinden, karşıtını çağrıştıran, yani doğrusal olmayan karmaşık zihinsel örüntü bazındaki düşünme faaliyetine geçişi temsil etmektedir. Bu geçiş ile gelinen yeni aşamadaki düşünce şeklinin en özdeki özelliği ise soyut düşünce bazında sentez yapabilmektir.
İşte bu geçiş Kant’ın önderliğinde kritisizm ile başlayan Alman idealizminin ortaya çıkışına, hemen ardından da 19. yy ilk çeyreğinde Hegel tarafından modern diyalektik felsefenin kurulmasına olanak sağlamıştır. Felsefede beliren bu yeni anlayışın bir asır sonra kendini bilimde kuantum mekanik şeklinde yeni bir paradigma olarak ortaya koyacak olması bu noktada ayrıca anımsanması gereken bir olgudur.
Şimdi bu saptamalar temelindeki mantıksal çerçeveyi entelektüel-tarihsel bakımdan doğruluk yönüyle test etmek gerekirse aşağıdaki ele alışın konuyu bu bakış açısından değerlendirecek bir dayanak çerçevesi ortaya koymakta olduğunu düşünmekteyim.
Konuyu bu yönüyle ele almak için olguyu ilkin Piaget’nin bireysel-zihni gelişme süreci kuramı ile kıyaslamak yerinde olacaktır. Karmaşık zihinsel bir faaliyet ulamı olan çelişkili düşünme    -soyut bir düşünme yetisi olduğundan- Piaget’ye göre 11 yaş civarında, önceki somut operatif (doğrusal) düşünmeden soyut düşünme evresine geçişle birlikte ortaya çıkmaktadır. Buradan çelişki ile düşünmenin zihni gelişmede daha ileri bir aşama olarak ortaya çıkmakta olduğu kolayca anlaşılmaktadır.   
Ayrıca olguyu Haeckel’in biyo-evrimsel Rekapitülasyon kuramı çerçevesinde, yani “birey oluş soy oluşu tekrarlar” diye özetlenen kural çerçevesinde ele alırsak başkaca önemli bir sonuca daha ulaşmak olanaklı hale gelir. Bu yargıda soy kavramı toplum kavramı ile ikame edildiğinde kuralın ifadesi “birey oluş toplum oluşu tekrarlar” şekline dönüşür. Yani özetle, bireysel biyolojik gelişme ile toplumun sosyal gelişmesi arasında bir özdeşlik, veya en azından bir paralellik vardır diyebiliriz. Bu durum aranan yeterli ve gerekli köktenci cevap için kuramsal-nedensel bağlantıyı sağlar; başka bir deyişle köktenci bir çözümleme için aranan soyut ilişkisel bağıntı bu yolla kurgulanmış olur.
Ne yazıktır ki 18. yy felsefesinde düşünmeyi karşıtıyla birlikte çelişik olarak ve eş zamanlı oluşturma, gerçekleştirme anlayışı yerleşmiş değildi. Düşünmede doğrusallık, yani sıralı “düz mantık” egemendi. Hegel ile birlikte çelişik hallerin eş zamanlı olabilirliği düşüncesi olan diyalektik sürecin benimsenmesi sonucundadır ki insanın zihinsel ufku bu doğrusallığın baskısından kurtularak içsel yönden de özgürleşti.
Böylece özgür düşünce için açık dışsal baskının ardından düz mantığın zorladığı içsel baskıdan da kurtulan insanın anlıksal (entelektüel) düşüncesi koşar adımlarla ilerlemeye başladı. Başka bir deyişle, Kant’ın ifadesi ile insan zihni diyalektik düşünme yetisini kazanmış olaraktan bu coğrafyada “erginlik” çağına ulaştı.
Bireyi zihnen olgunlaştırarak gerçek anlamda özgür yapan bu olgu bugün artık günümüzdeki özgür düşünce kalıbı için kaçınılmaz olan düşünsel bir örüntüdür. Oysa her şeyi karşıtı ile birlikte anında düşünerek değerlendirme tarzı Anderson belgesinin hazırlandığı dönemde klasik mantıksal düşünmenin egemen oluşundan dolayı başat bir olgu değildi.
Yani o dönemde diyalektik anlayışın entelektüel dünya için yerleşik bir durumda olmayışının bir sonucu olarak “Belge”de tanımlanmış olan ritüelik eğitim sürecinin aşamalarında çelişik yaşantı durumu içselleştirilmemiştir. Bundan ötürü de “Belge” kısa dönem için değil ama iki-üç yüz yıllık süreçler için anakronik olarak doğmuştur diyebiliriz.
Özetle, ‘tam’a yönelmiş özgür düşünceye erişim, sadece ve sadece birey üzerindeki her iki baskıdan, yani ötekinin “ben”e uyguladığı dışsal baskı ile insanın zihni evriminin ilk aşamalarında edinilmiş olan doğrusal olmayı zorlayan içsel baskıdan kurtulma ile gerçekleşebilir. Oysa içrekçi-ritüelist bir yol ile yapılan eğitim sonucu erginleşmeyi amaçlayarak hazırlanmış olan söz konusu Anderson Belgesi bu özelliğe haiz değildir ve bu nedenle anakroniktir.
Sonuç olarak belirtmek gerekirse, insan zihninin hala sürmekte olan sürekli evrimi nedeni ile ne denli mükemmel olursa olsun bu ve benzeri bireysel-entelektüel gelişim programlarının kısa zaman içinde anakronikleşmesi bir kaçınılmazlıktır.
Buna karşı durabilmenin yolunun ne olduğu ayrı bir deneme konusu olacaktır.

Mustafa Özcan (28 Aralık 2012)

11 Aralık 2012 Salı

Bilim Nereye Gidiyor? -3- (Mustafa Özcan, 11 Aralık 2012)

Sn. Mustafa Özcan tarafından “Bilim Nereye Gidiyor” ortak başlığı altında yazılmış olan üçüncü yazı aşağıda sunulmaktadır.

Bilim İdeolojisi Olur mu?
Pekiyi! Bilim 2000’lerde hangi alana yönelecek ya da ABD bilimsel-teknolojik gelişmeleri kendi hangi toplum senaryosuna göre nereye doğru manipüle edecek? Bu soruya, “bilimin ay gibi sürekli karanlıkta kalan bir yüzü var mı?” sorusuna, var ! deyip cevap vermeye çalışalım.
Bu denli büyük ve soyut varlık alanlarını geniş zaman perspektifi içinde en iyi olarak diyalektik yaklaşımla irdelemek mümkündür. Diyalektik yaklaşım bütünün, bir parçasının kendisinin yerine her zaman bir antitez oluşturarak geçecek şekilde geliştiğini öngörür. Bu en genel irdeleyici mantıksal yaklaşım, son iki yüzyılı kapsayacak şekilde çevresi kabaca çizilen temel-bilimsel gelişmelerin sistematik çözümlenmesinde kullanılabilir. Bu açıdan diyalektik çağdaş bilimin yönü hakkında ipuçları ortaya koyabilecek – şimdilik – tek yöntem gözükmektedir.
Şimdi daha önceki yazılarda da belirtildiği gibi burada diyalektik yaklaşımın irdeleyici yöntem olarak kullanılacağını vurgulayarak bilimsel gelişmelerin son iki yüzyılda hangi kulvarlarda ilerlediğine, hangi aşamaları katettiğine bakalım. 19. yy ortasına dek fizikte klasik mekanik kavramların yerleşmesinin tamamlandığı, bunun ardından basitten karmaşığa doğru değişme ilkesi doğrultusunda sıranın doğanın daha karmaşık olan elektromanyetik, termodinamik, kimyasal ve elektriksel fenomenlerinin çözüme kavuşturulmasına gelindiği görülmektedir. Böylece, izleyen yarım yy’da, gravitasyonun antitezi elektromanyetik alan ve onun dinamik fenomeni elektriksel akım ile ışığın dalga karakterinin bulunması, termodinamik yasaların geçerlilik kazanması, kimyasal stokyometri ile kimyasal elemanların periyodikliklerinin ortaya konulması gibi gelişmelerle doğa bilimlerinin ana temelinin atılma işi de tamamlanmış oldu.
Doğa bilimlerinin kopernikyen ve newtonyan mekanik ile maxellyan elektromanyetik diyebileceğimiz bu aşamalarını, 20. yy’ın başından itibaren yeni gelişmeler izlemiştir. 1910’larda A. Einstein, görecelik kuramı ile mekanik fenomenlerinin mutlak olma durumlarına son vererek ışık hızına olan bağımlılıklarını ortaya koymuş, ardından da 20’lerin ikinci yarısında W.Heisenberg tarafından mikro evrende kesinliğe dayalı deterministik anlayışa karşı elementer-partiküler olayların kısmen kesin olduğunu ifade eden kesinsizlik kuramı ile öteki bir paradigma yıkılmıştır. Böylece, makro evrendeki görecelik ile mikro evrendeki kesinsizlik kuramları tarafından her iki evren alanının daha önce açıklanamayan bazı fenomenlerinin açıklanması sağlanarak bilimde katı mekanik kesinlilikten göreli kesinsizliğe geçilmiştir. Bu aynı zamanda, insanın katı zihinlilikten yumuşak zihinliliğe geçiş yaparak bilinç tarihinin en önemli sıçrayışlarından birinin, bir bakıma bilimde yepyeni bir paradigmal dönemin başlamış olduğunun göstergesi olmaktadır.
Anlaşılacağı gibi, 20. yy’ın ilk çeyreğinin birinci yarısı insan beyninde katı zihinlilik’ten yumuşak zihinlilik’e bir geçiş yaşandığı son derece önemli devrimsel bir dönemdir.
Böylece bir kuşak gibi kısa bir zaman içinde ussallıkta ve zihinlilikte yaşanan bu devrimsel sıçrayış sonucu bilimde, helenistik dönemde felsefe şeklindeki tohumlanmanın ilk aşama olduğu kabulü ile düşünsel gelişmesinin beşinci aşamasına geçiş yapılmış olmaktadır.
Mustafa Özcan (11 Aralık 2012)

9 Aralık 2012 Pazar

Emin Çizmeci (9 Aralık 2012)


Bilim Nereye Gidiyor? -2- (Mustafa Özcan, 9 Aralık 2012)

Sn. Mustafa Özcan tarafından “Bilim Nereye Gidiyor” ortak başlığı altında yazılmış olan ikinci yazı aşağıda sunulmaktadır.

“Yeni Çağ” Felsefesi Neyi Hedefliyor?

“Bilim insanoğlu için yeterli bir etkinlik midir?” sorusuna çokça hayır dendiğinden bu çelişkili görüngü(*) anlayabilmek için bilimin “stratejik politikası”na, yani “bilimin ideolojisi”ne bakmak ve gelişmeleri tarihsel-bütünsel perspektif içinde diyalektik yaklaşımla araştırmak gerektiği kanısındayım.

Geniş tarihsel bir zaman dilimi içinde taşların yerli yerine oturuyor olmasına rağmen bilimsel gelişmenin yüksek bir hıza eriştiği son yarım yüzyıllık döneme bakıldığında söz konusu paradoksal durumu açıklamak zorlaşmaktadır. Konu biraz deşilince bunun altında bilimin stratejik politikasında, son yarım yüzyıllık dönemde ABD egemenliğinde sürdürülen bir manipülasyonun yatmakta olduğu anlaşılıyor. ABD bu bilim stratejisi ve gelişmeleri kitleler ve yerkürenin yararı yerine, küresel güç politikası ve ona hizmet eden yeni çağ (new age) felsefesi doğrultusunda yönlendirmek istemektedir. Bu kapsamda yeni çağ (new age), felsefesi ABD’nde İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana pratiğe geçmekte olan bir anlayışın, “dirije” edilen yeni bir “dünya görüşü”nün adıdır.

“Yeni Çağ” ile ilgili açık seçik bir bilgilendirme olmamasına karşın kökenlerinin gelişimi için şöyle bir yorum yapılabilir. Bilindiği gibi İsveçli bilimadamı Nöbel ödülü sahibi S.A. Arrhenius (1859-1927) bu yüzyılın başında yeryüzündeki yaşamın dünyanın dışından kaynaklanabileceğini ileri sürerek “yeni aydınlanmacı” bir dünya görüşü ortaya attı. Bu görüşün dünyada popülize olma süreci “dünya dışı akıllı varlıklarmetaforu şeklinde ABD’nde geniş kitleler gözünde meşrulaşmaya kadar vardırıldı. Bu hurafenin daha da ileri götürülerek Birinci Dünya Savaşı öncesinde “Marslılar geliyor”a, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise ufoculuk diye ifade edilen bir akıma dönüştüğünü görüyoruz. Hatta şimdilerde sistematikleşerek “ufoloji”, yani “tanımlanamayan uçan cisim bilimi” adıyla fiktif bilim olarak ortaya çıkarılmasına tanık olmaktayız. Burada yapılmak istenen için zihni toplumsal bir afyon türü yani yeni bir tür ideolojiye bağımlılık yaratmak olduğunu açıklamaya gerek görmüyorum.

Şimdi konuya kısaca tarihsel perspektif içinde bakalım. Dünya, Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı sonrası ortaya çıkan semavi irade ile yönetilen altıyüz yıllık karanlık çağın ardından yerini, oldukça yumuşatılmışı olan skolastik düşünceye bırakılmasının ardından gelen hümanizm ve rönesansı izleyen XVI. yüzyılın ilk yarısında reformasyon hareketi ile yüzleşerek dünyevileşme (sekülerleşme) yönünde evreni kavrayış biçimlerinde radikal bir dönüşüme maruz kaldı. Aydınlanmanın ve bilimin hızla yükselişine sahne aldığı yepyeni bir çağ başladı. Avrupa aydınlanması denilen bu dönem, aynı zamanda teosantrik dünya görüşünden homosantrik görüşe geçişin yaşandığı dönemdir. Bunu izleyen zaman diliminde göksel iradeden kaynaklanan gök, yer ve canlılar ile ilgili bilgileri kapsayan ilahi yaradılış efsanesi yerini büyük ölçüde homosantrik dünya görüşüne bırakmıştır. Bilimsel temelde ise Galile, Darwin ve Wegener’in yarattığı kuramlar düşüncemize egemen olmuştur. Hatta yerselleşme, dünyevileşmenin doğrultusunda, doğa bilimleri düşünme biçiminin beşeri bilimlere de kartezyen mantık, diyalektik, diyamat ve psikoanalitik kuramla devrimsel katkılar yaptığını belirtelim. Böylece aydınlanma, Batı Avrupa ve Amerika’nın dünya görüşündeki yerselleşmeyle muhtemelen insanoğlunun tarihinin derinliklerinden bu yana gelen binlerce yıllık gökselleşme (semavileşme) sürecini bu coğrafyada sona erdirmiştir.

Hal böyle iken, dünyada politik, ekonomik ve sosyal üstünlüğünü kurduğu son yarım yüzyılda ABD, bilimin stratejik politikasının, ideolojisinin yeniden ayarlanmasında “yeni çağ” felsefesinin yönlendirmesini öne çekmiştir. Bu nedenledir ki, ABD’nce “dünya dışı bir entelijansiya”nın varlığı üzerine geliştirilen spekülatif “toplum senaryoları” her daim rağbette tutulmaktadır.

Bir bakıma semavileşmeye doğru dönüş denilebilecek bu sürecin aşamalarını irdeleyerek bunun ABD açısından neden böyle istendiğini bulabiliriz. ABD 1930’larda dünya liderliğini elde etmesinin ardından ilkin askeri üstünlüğünü sağlamak için bilimsel-teknolojik araştırmaları, yani bilimin ağırlık merkezini, “Hitler atom bombası yapıyor!” gibi bir bahane ile ‘40’lardan itibaren nükleer gücün savaş amaçlı olarak kullanımına yoğunlaştırdı.

‘60’lardan itibaren ise Sovyet’lerin ‘50’lerin sonunda ve ‘60’ların başında uzayda gerçekleştirdiği ani atağı bastırabilmek için yarışmayı uzay bilimsel çalışmalara yönlendirdi. Aya seyahat programı ile hem yüksek maliyet hem de M. Born’un deyişiyle sportif bir özellik kazanan bilimsel ve teknolojik gelişmeleri, amiral gemisi nükleer silahlanma ve uzay araştırmaları olacak şekilde manipüle etti. ‘80’lerde, bunun ardına kattığı uzayda silahlanmaya yönelik stratejik savunma girişimi (SDI) programı ile de yarışmanın öteki görünür partneri Sovyetler Birliği’nin bertarafı için uygun zemini hazırladı. Böylece dünya, kendini “hakimi mutlak” sanan bir ABD’nin doğuşuna tanıklık etti. Sonraki deneme bu gidişin nereye varacağı ile ilgili olacaktır.


(*) Paradoksal fenomen

Mustafa Özcan (9 Aralık 2012)