30 Nisan 2016 Cumartesi

350 Yıllık Problemi Çözen Matematikçi, Matematiğin Nobel’i Olan Abel Ödülü’nü Kazandı

Matematiğin Nobel’i olarak bilinen Abel Ödülü, 350 yıldır çözülmeyi bekleyen Fermat’ın Son Teoremi’ni çözen Andrew Wiles’ın oldu.

ngiliz matematikçi Andrew Wiles, 1637 yılında Fransız matematikçi Pierre de Fermat tarafından ortaya atılan teoremi (Fermat'nın Son Teoremi) 350 yıl sonra çözmeyi başardı. Bu başarı, Wiles’a matematiğin Nobel’i olarak tanımlanan Abel Ödülü’nü getirdi. Matematikçi, Abel’in yanı sıra ayrıca 700 bin dolarlık para ödülünün de sahibi oldu.

Teoreme ilk kez çocukluk yıllarında kütüphanedeyken denk geldiğini söyleyen Wiles, geri kalan hayatını neredeyse bu teoremi çözmekle harcadı. Teoremi gördüğü ilk günden beri etkisinde kaldığını söyleyen Wiles, buna sebep olarak ise aslında küçük bir çocuğun bile bu teorimi kolayca anlayabilmesini gösterdi.

Peki neydi bu yıllardır çözülemeyen Fermat’ın teoremi? Eğer daha önce bu problemi görmediyseniz aklınızda muhtemelen sayfalarca süren bir soru oluşmuştur ama durum hiç sandığınız gibi değil. Teorem şu şekilde: “n ikiden büyük bir tamsayı ve x, y, z pozitif tam sayılar olmak üzere xn+yn=zndenkleminin herhangi bir çözümü yoktur.” 



Wiles, aslında denklemi 1993 yılında çözdüğünü sanarak Princeton Üniversitesi’nde verdiği bir ders sırasında açıklamıştı. Fakat aradan geçen birkaç aydan sonra çözüm sırasında bazı hatalar tespit edilmiş ve Wiles’ın çözümünün yanlış olduğuna kanaat getirilmişti. 

İlk etapta bir hayal kırıklığı yaşamış olsa da çalışmalarına kaldığı yerden devam eden Wiles, sonunda aradan geçen 23 yılın ardından teoremin çözümünü bulmayı başardı. Başarısının birçok genç matematikçiye ilham kaynağı olacağını belirten Wiles, "Fermat'nın denklemi, küçüklüğümden beri en büyük tutkumdu. Problemi çözdükten sonra tamamlandığımı hissediyorum" dedi.


http://www.webtekno.com/bilim-haberleri/andrew-wiles-fermat-in-son-teoremi-h15440.html




Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xıx- (Mustafa Özcan, 30 Nisan 2016) (*)


Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri  -xıx- 

Tarihin yörüngesindeki önemli olayları diyalektik bakış ile karşıt tezli ve holistik olarak çok yönlü değerlendirmenin paradigmik ilkelere ulaşmak için ne denli verimli olabileceği hususunu görmek için bunu tarihi öneminin büyük olduğunu düşündüğüm örnek bir olayı ele alarak yapmak istiyorum: Nizip Savaşı

Nizip Savaşı (Muharebesi), 1839 tarihinde Nizip'te Mısır ile Osmanlı arasında meydana gelmiş kapsamı ve sonuçları geniş olmuş, ama buna karşın kendisi çok büyük olamayan bir muharebedir. Bu savaş, isyan ve bastırma şeklinde karşı karşıya gelen taraflar arasında olayın  ilk aşamasını oluşturmasa da, bir imparatorluk devleti ile ona hıdivlik olarak bağlı büyük özerk bir “devlet”  arasında olan merkez-çevre ilişkilerinin diyalektiği bağlamında çok öğreticidir. Ama her şeyden önce de merkez aleyhine bozulan ilişki dengesinin sonuçlarının nerelere kadar varabileceğini göstermesi bakımından öğreticidir. 

Nizip ovasında, Mısır hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki Mısır ordusu ile Hafız Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu arasında yaşanan savaşta Osmanlı üç saat içinde ciddi bir yenilgiye uğramıştır. Osmanlı Devleti'nin parçalanmasını o dönemde istemeyen ve savaştan altı yıl önce Rusya ile 1933’te yapılmış askeri yardım konusunu kapsayan Hünkar İskelesi Anlaşmasından hala rahatsız olan Birleşik Krallık ve Avusturya, duruma müdahale etmek için donanmalarını İbrahim Paşa’nın deniz ikmal yolunu kesmek üzere Mısır ile Suriye arasındaki bölgeye göndermiştir. Müdahale sonrasında İbrahim Paşa Mısır‘a geri dönmek zorunda kalınca Osmanlı Devleti bir bakıma dağılmanın eşiğinden geri dönmüştür. 

Bu olay 19. yüzyıl'da Devlet'in kendi eyalet valisine hükmedemeyecek kadar aciz içinde olmasını göstermesi bakımından önemli olduğu kadar amaç içeriği yönü ile de Osmanlı’nın Hiristiyan Avrupa’daki gerilemesini başlatan II. Viyana Kuşatması’nın dinsel boyutlu antitezi niteliğindedir. Çünkü Osmanlı Müslüman toprağı olan Ortadoğu’da başka bir Müslüman ülke tarafından geriletilmeye başlamıştır. Ayrıca olay, Osmanlı'nın sorunuyken uluslararası bir sorun haline gelmesi yönüyle bu tür konuların holistik karakterini göstermesi bakımından da dikkat çekicidir. 

Bu olayın başka bir yanı da, Hafız Paşa’ya savaş danışmanlığı yapmak üzere Prusya Krallığı tarafından gönderilmiş, sonraları en uzun süreli Alman Genelkurmay Başkanı ve feld mareşali olacak olan Kurmay Yüzbaşı Helmuth von Moltke ve kurmaylarının muharebede fiilen yer almış olmalarıdır. Savaş sonrası güçlükle İstanbul’a ulaşabilen Moltke’nin Saray’a verdiği raporun savaşa katılan bazı paşaların hıyanet nedeni ile idam edilmelerine yol açması da II. Mahmut’un Prusya askeri kurmayına olan güvenini göstermektedir.  

Ayrıca o sırada ölen II. Mahmut yerine geçen Abdülmecit’in savaşta Osmanlı ordusu yanında gösterdiği başarılı mücadeleden ötürü Kürt Bedirhan aşiretinin reisi ve komutanı Bedirhan Bey’e paşalık unvanı vermesi de Osmanlı tarihinde ilk olan bir şey olması yönü ile konunun öteki bir yanı olan,Türk-Kürt toplumun dayanışmasının önemini ortaya koymaktadır. 
***
Moltke, Bismarck ve Roon ile birlikte Alman İmparatorluğu’nun Prusya kökenli askeri güçlerce 1871’de kurulmasında başrolü oynayan kurucu askeri triumvirayı oluşturacak olan komutandır. 

Ancak diğerlerinden entelektüelliği yönü ile oldukça ayrıktır
Entelektüel bakımdan Moltke, müzik, şiir, sanat, arkeoloji ve tiyatro severliğinin yanı sıra bir ressam, bir yazar ve bir devlet adamı kişiliğine sahip olması nedeniyle tarihte dikkatleri üzerine çekerek öne çıkmış çok yönlü bir kişiliktir. Almanca, Danca, İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca gibi Hint-Avrupa dillerinin yanında Türkçe’yi de konuşuyor olması O’nun gerçekten evrensel niteliklere sahip olduğunu göstermektedir. 1834’te geldiği Türkiye’den 1840’taki dönüşüne kadar geçen zaman içinde başından geçen olayları topladığı, Türkçeye “Türkiye Mektupları” adı ile çevrilen anılar kitabını kafasına fes geçirerek Berlin’de halka anlatması bu kişiliğinin bir dışavurumu olmalıdır. Ama öte yandan Danimarkalılık kökenine ve geçmişine karşın bir Alman muhafazakârı olduğunu da yeri gelmişken belirtmeden geçmemek gerekir. Bu durum Moltke’nin kariyer kapsamının genişliğini ve derinliğini anlatmaktadır. Bu genişlik ve derinlik holizmi O’na olağanüstü başarılı bir askerlik ve devlet adamlığı kariyeri sağlamış olmalıdır.

Benim bu makalede diğer belirttiklerimin yanı sıra amacım konulara diyalektik ve holistik tarzdan bakılması gerektiği konusuna mümkün olduğunca vurgu yapmak olduğundan, bu tür yaklaşım şeklini veren bir örnek olarak entelektüel Moltke‘nin Osmanlı‘daki kurmaylığı sırasında ülke hakkında bütünsel yaklaşımlı saptamalarının uzun dönemli tutarlılığına ve derinliğine dikkat çekmek istiyorum.

Bu nedenle de bu bağlamda son olarak Moltke‘nin genç bir kurmay iken 1934’te Almanya’ya gönderdiği bir raporda Osmanlı’nın durumu hakkında hayret veren tutarlıktaki kehanetler gibi anlatan bu genel saptamalarından bazılarını aktarıyorum: 
“İktisadiyat, toprak mülkiyeti olmamasından ve üretim düşüklüğünden dolayı dibe vurmuştur. Yetmiş bin kişilik yeni ordu komutanları yönü ile eskidir ve koskoca imparatorluğun her yanına erişmek durumundadır. Eyalet ve sancaklar iyice bağımsızlaşmış ve Bab-ı Aliye karşı güçlenmiştir. Payitahtı korumak için gelen yüzelli bin kişilik Rus ordusunun Anadolu yakasına konuşlanmasına rıza gösterilmiştir. Bu durum ülkede çok büyük hoşnutsuzluk yaratmıştır. Osmanlı artık bir prenslikler, dukalıklar, valilikler yığınıdır. Bu hal yakında imparatorluğun sona ereceğini anlatıyor gibidir!

Mustafa Özcan (30 Nisan 2016)

(*) Devam edecektir.






20 Nisan 2016 Çarşamba

Duyuru: Vefat


Duyuru: Vefat

KDP müdavimlerinden Sn. Erol Erbirer'in eşi vefat etmiştir. Cenazesi yarın (21 Nisan 2016 tarihinde) öğle namazını takiben (saat 13.10) Galippaşa Camii / Erenköy'den kaldırılacaktır.

Erol bey'e ve ailesine KDP olarak başsağlığı dileriz.

17 Nisan 2016 Pazar

Duyuru: Bu akşam (17 Nisan 2016) saat 21.00’de Ülke TV’de Nükleer Enerji ve Toryum


Duyuru:
Bu akşam (17 Nisan 2016) saat 21.00’de Ülke TV’de Stratejist Ömer Özkaya’nın hazırlayıp sunduğu ‘Gözcü’ programında Nükleer Enerji ve Toryum konuları tartışılacaktır.

Programa konuşmacı olarak TETP (Toryum Ender Topraklar Platformu) müdavimlerinden Dr. Reşat Uzmen ve yine TETP ve KDP (Kadıköy Düşünce Platformu) müdavimlerinden Ateşan Aybars (Eski CANDU Reaktör Kontrol Mühendisi) konuşmacı olarak katılacaklardır. İlgilenenlere duyurulur.

Not: Programın video linki aşağıdadır. Buradan izlenebilir.
http://www.izle7.com/ulketv/izle-13779-gozcu-17-nisan-2016.html 

16 Nisan 2016 Cumartesi

“Uygarlıkların Kökeni Anadolu” (Mehmet Tanberk /Turkishny.com)


“Uygarlıkların Kökeni Anadolu” (Mehmet Tanberk)


Mehmet Tanberk, İstanbul’daki Büyük Kulüp’de “Uygarlıkların Kökeni Anadolu” başlıklı dikkat çeken bir konuşma yaptı.
Tanzimat yazarı ve gazetecisi Ahmet Mithat efendinin torununun torunu olan Mehmet Tanberk’in kendisi de kitaplar yazmakta ve üç adet basılmış kitabı bulunmaktadır. Meslek hayatı boyunca Singer, Philips ve Roche gibi çokuluslu şirketlerin finans müdürlüğünü yapmış, TABA ve YASED gibi meslek kuruluşlarının Yönetim kurulu üyeliklerinde bulunmuştur.

Turkishny.com'daki ilgili haberin linkini aşağıda bulabilirsiniz.





Modernleşen Çin’in Tarihi (Michael Dillon) (Mustafa Özcan, 16 Nisan 2016)


Modernleşen Çin’in Tarihi

Birleşik Krallık Durham Üniversitesi Çağdaş Çin Araştırmaları Merkezi kurucusu ve yöneticisi Michael Dillon’un kaleme aldığı Modernleşen Çin’in Tarihi adlı yapıtın Aydın Atılgan ve E. Ümit Atılgan’ın değerli çabaları ile Türkçeye çevrilmiş olması, süper güç Çin’in modernleşme süreci hakkında bilgi edinmek isteyen entelektüeller için çok önemli bir kazanım sağlamış olmalıdır. 
Öte yandan, 2009’da Pekin Tsinghua Üniversitesi’nde konuk öğretim üyeliği ile Çin’i otantik olarak görmüşlüğünü de dağarcığına katmış olan tanınmış Çin tarihi uzmanı olan kitabın yazarının ayrıca konuya giriş niteliğinde olan bir de Contemporary China: An Introduction adlı yaptının daha olduğunu yeri gelmişken vurgulamalıyım. 
Modernleşen Çin’in Tarihi adlı yapıt, modern dünya tarihinin en önde gelen olgularından biri olarak kabul edilen Çin’inin modernleşmesini günümüzden bir bakış ile inceleyerek konuyu tüm boyutları ile gözler önüne seriyor. Konunun omurgasında klasik bir Ortaçağ imparatorluğu görünümündeki Çin’in Mançu kökenli Qing Hanedanlığı döneminden günümüzdeki modern durumuna gelene kadarki tarihsel olayların anlatısı bulunmaktadır. Bu kapsamda Çin’in Afyon savaşlarından günümüz karma ekonomili yapısının kurucusu kabul edilen Deng Xiaoping'e dek olan yaklaşık 150 yıllık dönemdeki gelişmeler imparatorluğun geçmişine yapılan retrospektifler bağlamında çeşitli yönleri ile ele alınıp incelenmektedir.
Konu odağını, tanıtımını yapan pasajdan yazarın bir cümlesini alıntılayarak bir de onun gözünden vurgulayarak görelim:
“Bu çalışma Çin’in modern dönemdeki tarih anlatısıdır. Her ne kadar ÇKP’nin iktidara geldiği 1949 esas alınarak ikiye ayrılan 20. yüzyıl daha fazla ağırlık taşıyor olsa da bazı noktalarda 19. yüzyıl ayrıntılarıyla incelenmiş ve daha yakın tarihli gelişmeler de Çin’in uzun imparatorluk tarihi bağlamında ele alınmıştır.”
***
Öte yandan, Qing dönemi tarihi ile Osmanlı tarihi karşılaştırmalı olarak değerlendirildiğinde iki tarihsel süreç arasında pek çok benzerliklerin var olduğunu hayretle görmek mümkün olmaktadır. 
Örneğin, her iki Ortaçağ imparatorluğun da kutsallıktan kaynak alan bir iradi gücün denetimi altında halkını mutlak bir totalitarite ile her durumda baskıladığı görülmektedir. Bunun nedeni ise, her iki devlette de yegâne erk olan yönetimin gücünü semavi iradenin kutsallığından almasında yatmaktadır. Diğer bir deyişle, Batı’dakiler ile karşılaştırıldığında Ortaçağ Doğu imparatorluklarının devlet düzeni, göksel iradeye çok daha bağlı, onun kutsalından çok daha fazla kaynak alan bir meşruiyet üzerine tesis edilmiştir. 
Gene öne çıkan benzerliklerden biri de değişim ve dönüşümün önemli tarihsel aşamaların kronolojisi ile ilgilidir. 1919’un Mayısı her iki ülke için de uluslaşma sürecinde doruğuna doğru atılan hamlelerin yapıldığı aydır. Devamındaki süreçte Çin Komünist Partisi’nin 1921’de kuruluşu ve Guomingtang’ın varlığını tam olarak 1923’te tesis etmesi Türkiye tarihi ile karşılaştırıldığında bize tarihin ne denli küresel ve holistik (bütünsel) olarak ele alınması gerektiğine dair önemli bir ipuçu veriyor olmalıdır.
Ancak, gene de bu durum iki imparatorluğun modernleşme sürecinde bazı temel farklılıkların olduğunu ortadan kaldırmamaktadır. Bu farklılıklar özellikle modernleşme sürecindeki kültürlenme olgusunda kendini belli etmektedir. Kültürel dönüşüm sürecinin iki ana başlığı olan tinsel (manevi) ve tensel (maddi) dönüşüm ulamlarını temsil eden temel kurumlar olarak sırasıyla bir yanda yaşam ve yönetim anlayışını, öte yandaysa ticaret ve dili görmek olanaklıdır. Bu durumda Osmanlı tinsele daha yakın olan bir kültürlenme tarzını benimsemiş olaraktan bu alanda dönüşmeye yönelmişken Çinlilerse bunun tersi olarak hep kendi ticaret ve dilini önemseyen pragmatik bir çağdaşlaşma yaklaşımı benimseyen tutum takınmışlardır.
Kâğıt, pusula, barut ve matbaa gibi tarihinin en önemli dört buluşunu insanlığa kazandıran dünyada sürekliliği olan küllerinden yeniden doğan en eski medeniyet olan Çin’e bu başarıyı sağlayan etmenin ne olduğu sorulursa, verilecek cevap yukarıdaki saptama doğrultusunda olacaktır. Dünyanın en eski sürekliği olan yazılı dilini kullanan yeryüzündeki ilk seküler entelijansiyaya sahip olmak diyebiliriz. 

Mustafa Özcan (16 Nisan 2016)

3 Nisan 2016 Pazar

Kütüphane Haftası İçin Bir Durum Değerlendirmesi (Mustafa Özcan, 3 Nisan 2016)


Kütüphane Haftası İçin Bir Durum Değerlendirmesi

Kütüphane Haftası Türkiye'de 1964 yılından beri her Mart ayının son Pazartesi ile başlayan hafta içinde kutlanır.
Kutlamanın amacı, başta öğrenen gençler dahil olmak üzere tüm yurttaşlara okuma alışkanlığını ve zevkini aşılamak ve geliştirmektir. Böylece kitap sevgisini artırarak, okuyanın bir bilgi kaynağı olarak kitaptan daha çok yararlanmasını ve kütüphanelerin gelişmesi sağlayarak toplumsal bilinçlenmeye süreğen bir katkı vermek hedeflenmektedir.
20.yüzyılda yaşanmış olan sıcak ve soğuk savaş sonrası şimdi 21.yüzyılda yaşanmakta olan terör tipi savaşın ardından egemenlik kuracak olan bilgi savaşı döneminde başarılı olmak için Büyük güçlerce kolayca manipüle edilebilen medyayı izlemek yeterli değildir. Bu daha zor manipüle edilebilen bir bilgi ortamı olan kitabı okuyarak ve kitap yazarak Dünyayı anlayan entelektüel bir kitleye sahip olmakla mümkündür. Böyle bir entelektüel kitleye, yani entelijansiyaya sahip olma hedefi artık tüm toplumlar için hayati bir önem kazanmıştır. 
Bu nedenle gelir düzeyi bağlamında kıyaslandığında Dünya’da kitap okuma alışkanlığı bakımından ülkeler arasında çok geriden gelen Türkiye’de kitap okuma alışkanlığımızı geliştirmek konusunu temel hedef kapsamındaki bir meşguliyete dönüştürmemiz gerekmektedir. Bu yönde daha çok çabalama içinde olmamız gerektiği aşikar bir şekilde apaçık ortadadır. 
Bu nedenle bu kapsamda, başta Milli Kütüphane ve Halk Kütüphaneleri ile diğer resmi kurumlarımız olmak üzere, kitap okuma ve okutma ile ilgili dernek, oluşum, platform, ortam ve bireysel durumlarla ortaya konulacak kendilikçi görev anlayışlara daya lı çabalar büyük sorumluluklar düşmektedir.
Öte yandan şüphesiz ki, yukarıda sözünü ettiğim bu “dünyasal bilgi savaşı”nın galiplerinden biri olmak Türkiye Cumhuriyetinin de en doğal hakkı ve hedefidir. Buna ulaşmaktaki yolu ise, küresel düşünüp yerel hareket eden, yani gerçek anlamıyla bilgi toplumu olmaktan geçmektedir. Bu doğrultuda bilgi toplumu olabilmek içinse doğaldır ki, duygudaşlığa, hoşgörüye, adalete, özgürlüğe, dayanışmaya, doğal çevreye, eğitime, bilime ve araştırmaya birinci derecede önem vermek gerekmektedir.
Hafta münasebeti ile bu kapsamda görev üstlenmiş Türkiye’deki halk kütüphanelerinin amacından söz etmeden geçmemek gerekir. 
Halk Kütüphaneleri, sorunları bilgi ile çözebilen mutlu, başarılı, tatminli, dolayısıyla çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmış bir bilgi toplumu yaratmayı, Ulusal Kültür mirasımızı yaşatarak ve gelecek kuşaklara aktararak bölgenin kültürel, sosyal ve teknolojik kalkınmasında önder olmayı kendisine şiar edinmiş bir vizyon ve misyona sahiptir.

Herkesin durumdan kendiliğinden sorumluluk üstlenerek  bu Hafta içinde bir kütüphane ziyareti ile bu evrensel olguya katkı sağlamasını dilerim.

Mustafa Özcan (3 Nisan 2016)