23 Şubat 2012 Perşembe

Entropi, Enformasyon, Yitirgen Yapılar, Zihni Formel Yapı ve Holistik Bilim (Mustafa Özcan, 23 Şubat 2012)

Entropi, Enformasyon, Yitirgen Yapılar,  Zihni Formel Yapı ve Holistik Bilim


Entropi basit olarak belirtilirse, doğada, toplumda ve usda düzensizlik düzeyinin bir göstergesidir. Buna karşılık onun negatifi, zıt kutuplu olanı enformasyonsa (bilişimse) her şeyde oluşmuş ve oluşmakta olan düzenin derecesini ifade eder.Termodinamiğin ikinci yasası noktasından bakılarak yapılacak daha genel bir değerlendirmede entropi, doğal süreçlerde kaosa ve ısıl ölüme doğru olan gidişi, yani makrokozmozda zaman okunun yönünü ortaya koyar.
Bu arada makrokozmozda zamanın, dolayısıyla da eğretilemesi (mecazı) olarak okun geçmişten geleceğe doğru sadece tek yönde olmasının evrensel primordiyal (ilksel,ezeli) ilkelerin ilki olduğunun temel önemi olması nedeni ile belirtilmesinde yarar var.
Öte yandan, söylendiği gibi enformasyon şeylerde bir düzen oluşturur ancak bu durum sadece entropiyi telafi eden bir bedel karşılığında gerçekleşebilir. Bu bakımdan karmaşık sistemler kuramı, bu şekilde enformasyon birikimi sağlamış sistemlerin hem “dengeden uzak” hem de “ısı yitirgen olduğunu belirtir. Söz konusu bu iki karakteristik özellik dikotomik çifttir. Yani eğer özelliklerden biri varsa ötekinin var olmaması olanaksızdır.
Konu daha yakından incelenirse bu sistemlerde organize enformasyonun, diğer bir anlatımla bilginin, daha yüksek düzeyli yapılanış olarak bir üstyapıya doğru kendiliğinden yöneldiği açık bir biçimde görülür. Bu türden bir yapıya sahip olan sistemlerin bilgi bazlı hiyerarşik yapılanışlarının kendilerine özgü bir “örüntü” temelinde ilerlediği gözlenmektedir.
Önceden de belirtildiği gibi bu sistemler, dinamik ısıl denge durumunda bulunmak yerine dışarıdan erke (enerji) alıp ısıyı çevreye vererek varlıklarını termodinamik açıdan sadece dengeden uzak bir şekilde sürdürebilmektedir. Bu tür “açık, karmaşık veya otopoietik (öz yaratıcı) dizgeler” için en tipik örnekler şunlardır:
·       Kimya alanında otokatalitik tepkimeler,  
·       biyoloji alanında canlı organizmalar ve
·       nöroloji (sinirbilim) alanında beyin (sinir dokudur).
Yeri gelmişken, söz konusu bu örneklerin akademik dünyada sistemler kuramı bağlamında karmaşık dinamik sistemler olarak ele alınıp yoğun bir şekilde araştırılmış ve araştırılmakta olduğunu belirtelim. Nitekim, daha on yıllar öncesinde Rus kökenli Belçikalı kimya bilim insanı İlya Prigogine 1977 Kimya Nobel Ödülüne bu konuda yaptığı çalışmalar sonucunda hak kazanmıştır. Prigogine’in  tanımlaması ile bu sistemlere yitirgen (dissipatif) yapılar denmektedir.
Belirtildiği gibi bu yapılar, entropi ile enformasyon ikilisinin aynı olaya yönelik etkinliklerindeki sonuç bileşkesi olarak enformasyon birikiminin idamesi için dışarıdan fazladan erke (enerji) alınmasını zorunlu kılar; yoksa dizge kendini sürdüremez, çöker. Bu durum günlük yaşamda biyoloji alanı için ölüm, nöroloji alanı için beyin ölümü denilerek anlatılır.


Üç örnekten biri olan beyni enformasyon ve bilginin alıcısı, işleyicisi ve yeni kavramların kayıtçısı olarak otopoietik bir sistem mahiyetiyle görmek yerinde olur. Durum bu olunca da ısı yitirgen özellikler göstermesini beklemek gerekir. Nitekim, ağırlığımızın sadece ellide biri kadar olan beynimizin (veya sinir dokumuzun), vücuttaki kan beslemesinin beşte birini almak suretiyle işlevini sürdürebilmekte olduğunu çoğumuz biliyoruz.
Ayrıca beynimizin diğer vücut organlarıyla (dokularla) karşılaştırıldığında on kat daha yoğun erke (enerji; kan) gereksinmekte olduğunu da buradan kolaylıkla çıkarabiliriz. Kan yoluyla alınan bu biyokimyasal erkenin bir bölümü zihni kayıt işlemlerinde kullanılmasının ardından ısı olarak kayba uğramaktadır. Gene karmaşık dinamik ısı yitirgen sistemlerin tipik  bir örneği olarak verilmiş olan canlılığın da makine ile karşılaştırıldığında işlev görür iken beyin gibi on kat daha fazla erkeye gereksinim gösterdiği bilinmektedir.
Özet olarak belirtilirse; bilincin canlılığa, canlıların makineye göre işlevsel verimliliği erkesel (enerjetik) temelde (bazda) yaklaşık on  kat daha düşüktür. Tersinden söylenirse, bilinç canlılığa, canlılık makineye göre yaklaşık on kat daha yüksek erkeye (enerji) gereksinim duyar.
Konuya bir de nöropsişik açıdan bakalım. Bilindiği gibi, algılanan enformasyonun sinapslaşma yoluyla zihindeki bilgi kayıt sistemine entegre edilmesi olayına belleme, bunu yapan ve kaydı tutan organizasyonel yapıya da bellek diyoruz.
Öte yandan, epistemik-enformatik görüngeden hareketle yapılacak bir değerlendirme ile, birine pozitif, ötekine negatif sayısal değerliklik atfedilmek suretiyle düzen ve düzensizliği (kaosu), matematiksel (enformatik) iki dikotomik karşıt ulam çiftinin temsilcileri olarak tanımlanmak olanaklıdır. 
Bu mahiyet (nelik) ile değerlendirilen entropi ve enformasyon, nöropsişik iki karşıt dikotomik ulam çifti olarak insanoğlunun evriminde zihni yapısal değişimlere -diyalektik olarak- yol  açmış olabileceğini söylemek herehalde yanlış olmaz.
Bu doğrultuda, pozitif ulam özelliğiyle düzen oluşturan enformatik nicel birikimin, diyalektiğin gereği olarak zamanla nitele dönüşme yoluyla söz konusu nöropsişik yapıları ortaya çıkarmış olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca bunlara, bilişsel (kognitif) açıdan bakarak epistemik-enformatik sistemdir diye bir etiket dahi koyabiliriz.
İşte bu doğrultu ve kapsamda insan zihninde, zamanla, sayma ve sayılar gibi  dilsel-matematiksel temel kavramsallıkların etmenliğinde ortaya çıkmış diyalektik süreçli bir evrim sonucunda oluşmuş olan holarşik özellikteki  bütünsel-belitsel bir yapı, yani “zihinsel aksiyomatik bir sistem” bulunmaktadır diyebiliriz.
Buna, zihinsel ve matematiksel akademik dilde basitçe formellik denmektedir. Ayrıca, formel sistem, lojistik referans çerçevesi, biçimsel dizge, kurgusal-düşünsel oluşum deyimlerini  bu çok yönlü yapıya çeşitli bakış açılarından verilmiş adlar diye not edebiliriz.
Günlük dildeyse bu muhteşem yapıya kısaca mantık diyoruz.

Şimdiye dek ileri sürdüğüm ve yöntem olarak yerine göre formel mantığı, yerine göre diyalektiği temel alan ve ele alınan kavramların özelliği bakımından geniş ve derin olanlara yönelmiş bu kanı ve görüşlerimi “holistik düşünce”ye yapılmış bir çeşit katkı olarak tanımlamak istiyorum. Bu noktada, yapılan katkının doğa-bilimsel düzlemde oluşturulmuş görüngelerdeki bakışları esas alan irdelemeler şeklinde olduğunu ayrıca belirtmeliyim.
Öte yandan, ele alınmış nosyonlar, fikirler, düşünümler (refleksiyonlar) söz konusu referans çerçevesi doğrultusunda diyalektik süreçle işlenerek bütünleştirildiğinde ileride formel düzlem üstüne kurulu olan “meta bir yapı”nın varlığının da  ampirik (görgül) olarak olasılıkla keşfedileceğinden hiç kuşkum olmadığını yeri gelmişken vurgulamalıyım.
Yüzyılı aşkın bir süredir insanoğlunun entelektüel dünyasında oluşagelen başdödürücü dönüşümlerin belki de yüzlerce, hatta binlerce yılda bir kez ortaya çıkan kendine özgü zihni devrimlerden birinin gerçekleşmekte olup olmadığı düşüncesi gayriihtiyari (istemeksizin) olarak acaba “üstün insan”a bir geçiş mi yaşanıyor diye bu  fikri ortaya atan son çılgın Batı düşünürü F. W. Nietzsche’yi akla getirmektedir.
Sonuç olarak, günlük toplumsal olay ve olguların betimlenmesi, irdelenmesi ve gereğinde çözümlenmesi için genel epistemik formel bir üst (öte) yapının inşasında, doğabilimsel düzlemi öndayanak olarak alan bütünsel kurgulama tarzının 21. yy’da problem çözümünde kullanılmasının olanaklı hale geleceğini; özet bir deyişle, holistik bilimin insanlık ülküsü için kapımızı çalacağını düşünüyor ve bekliyorum.
(Mustafa Özcan, 23 Şubat 2012)


http://www.kadikoydusunceplatformu.blogspot.com/

17 Şubat 2012 Cuma

Determinizm Açınımları (Erdoğan Merdemert, 17 Şubat 2012)

DETERMİNİZM Pierre Simon Laplace (1749-1827)
A philosophical essay on probabilities de diyor ki:

“Evrenin şimdiki durumunu geçmişinin etkisi ve geleceğinin nedeni olarak görmemiz gerekir. Belli bir anda doğayı devime geçiren tüm kuvvetleri ve doğayı oluşturan tüm varlıkların konumlarını bilecek bir anlık –bu verileri çözümlemeye alabilecek denli engin bir anlık- evrenin en büyük cisimlerinin ve en küçük atomunun devimlerini tek bir formülle kucaklardı. Böyle bir anlık için hiçbir şey belirsiz olmaz ve gelecek tıpkı geçmiş gibi gözlerinin önünde olurdu.”

Belirlenimcilik bazı şeylerin belirli, bazılarının belirlenimsiz olduklarını değil, evrendeki her şeyin bir belirlenim taşıdığını anlatır. Belirlenimsiz olan ilişkisiz, saltık, yalın ve soyut olandır, o hiçbir sınır, hiçbir bağıntı içermez. Analitik ya da soyutlamacı felsefenin aradığı bu “bir” yani başka birine göre olmayan bu “tek” varlık, düşünceye hiçbir zaman bu tam yalın hali ile gelmez. Tanrı tasarımı bile dünyaya ve evrene göredir, evrene sahip tanrı soyutlaması kendisinde ironikdir. Soyutlamacı ve giderek analitik düşünce sistemi onun yanındakileri atar, onunla ilişkide olanı ayırır, ilinekleri asıl’dan koparır ve düşünsel dolaysız varlığı böyle belirler. Bu düşünce sistemi etkinliği, bunu bir belirleme eylemi olarak gerçekleştirdiğinde ise dolaysızı en azından kendisine göre dolaylı yaptığının da farkındadır.

Varlığı tek yani ilişkisiz bırakmanın böyle analitik veya soyutlamacı bir yolunun olmadığının bilinmesi bu konuyu çözümsüz yapmaz ama kendi yoğunluğunun tarifsiz katılığında, hareketsiz, enerjisiz öylece durup duran bir tekillik, bilimsel deneyci modern kuantum fiziği için bile düşünceye çok uzak ve aykırı durur. Buradaki kilit unsur, enerji ve onun etkisi olan devinimdir, ruh bile bir enerji-varlıktır, tin devinir çünkü hedefine ilerleme ve gelişme ereği taşır, o zaman düşünsel veya fiziksel bu varoluşların kendilerinin belirlenimsiz veya dolaysız olması değil ama bu var oluşların kaynağının hareketsizlikten ve tek’likten gelmesinin araştırılması gerekir. Bu konuda İlk önce mantıksal çıkarsamanın “bir” olana neden ihtiyaç duyduğu sorunsallaştırılırsa, ortaya bu mantığı atan başka bir mantık çıkar ki bu çözüm mantıksal pozitivizm diye bilinen en basit çözümün de adıdır. Ama bu çok pratik uygulama gerçek bir yöntem değildir ve bunu söyleme hakkı şimdi bu ihtiyacın kendisine düşer.

Parçalardan oluşmayan bir “bütün” dolaysız ve ilişkisizdir, hiçbir şeye “göre” değildir ve bu dilbilimsel anlatım buraya kadar bir sorun taşımaz ama önce onun parçalardan oluşmamasının kabulü gerekir ki sorun, kendisine ait çözümü bu hali ile mümkün kılmaz. Konuya parça bütün kabulünde bakıldığında parçayı, parça olarak alırsak onun bir kendiliği olması gerektiğini de kabul etmemiz gerekir ki bu da o parçayı da bir bütün yapar yoksa kendisi bütünü oluşturacak olan bir parça olmazdı. Yani bütünü parçalar var ediyorsa o zaman bu parçanın kendisi ele alınmalı ve onun bütünü oluşturma olgusunda aslında kendisinin bir bütün olarak bulunması gerektiğinin kabul edilmesi gerekir. Buna göre böyle bir parçanın bütüne ait olması zorunluluğu ortadan kalktığında ise şimdi kendisinin parçaları olması zorunluluğu ortaya çıkar ki bu durum şimdi kötü sonsuz (bitimsiz döngü) anlamına gelir ve determinizm de işte tam bu noktada çöker.

14 Şubat 2012 Salı

Matematik, Nobel ve Ödüller (Mustafa Özcan, 13 Şubat 2012)


Matematik, Nobel ve Ödüller



Matematik için çok yinelenen bir sözceyi aktarmak istiyorum:


Matematik bilimlerim ecesidir.


Bu deyiş belli ki matematiği bilimler hiyerarşisinde en üste yerleştiren bir kanıyı, bir görüşü temsil ediyor. Ayrıca görüşün doğruluk payının yüksek olduğunu da vurgulamak gerekir. Nitekim, 1962 Nobel Fizik Ödülü sahibi, eşkenaz kökenden Macar yahudisi, meslekten kimyacı, ABD’li fizikçi Eugene Wigner’in bu durumla ilgili olarak 1959 yılında “matematiğin doğa bilimlerindeki akılalmaz verimliliği” başlığıyla bir konferans vermiş olması bu tanınmış bilim önderinin konunun önemine dikkat çekme çabasıdır. Konferansın o zamanlar dünyada yaratmış olduğu geniş yankının izlerinin aradan geçen yarım yüzyıla karşın bugün hala sürmesi ise matematiğin bilimlerin kraliçesi, ecesi olduğunun doğrulanması için bir kanıt olarak gösterilebilir.


Ama burada aporetik (“hiçbir yöne gidemeyen açmazlık, kararsızlık hali” anlamında) bir noktanın açıklığa kavuşturulması gerekiyor: Anlatımın, Jacques Derrda’nın fallologo odaklı ikili karşıtlıklara dayanan yapısökümsel yöntemi yoluyla anlambilimsel yönden çözümlenmesi, matematiği en yoğun kullanan doğa biliminin zımni olarak tüm bilimlerin kralı olduğu sonucunu da doğuruyor.


Öte yandan matematiğin verimliliği konusuyla ilgili olarak 20. yy son çeyreği için yapılacak genel bir değerlendirmede, çeşitli bilimlerdeki uygulamalarından önemi en fazla artanın finans matematiği olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Önemdeki artışın nedeni içinse, finansal ekonominin taşınır değer borsaları’nda spekülatif işlem sonuçlarının önceden kestirilmesine yönelik teknik analiz alanından, hatta -biraz yanıltmaçsal (paradokssal) bir terminoloji gibi gelse de- spekülatif ekonometri” diye adlandırılabilecek disiplinden ileri geldiğini eklersek bir açıklık sağlanmış olur diye düşünüyorum.


Ayrıca, geçen yüzyılın son dönemlerinde borsaların öneminin toplumsal olaylar içinde dorukta oluşunun koşutunda (paralelinde) ekonomi araştırmaları için verilmekte olan pek çok ödülün bu alandaki çalışmalara gitmiş olması öneminin artışı için sağlam bir göstergedir.


Bu ödüllerden biri de kuşkusuz düyaca tanınmış Nobel Ödülüdür. Fonlamayı yapan vakfın İsveçli dinamit imalatçısı Alfred Nobel tarafından 1895 yıllında kuruluşunun ardından yıllık esasta parasal olarak oluşturulan ödüller ilk defa 1901’de dağıtılmıştır. Ödülller başlangıcından 1969 yılına dek ekonomi hariç fizik, kimya, tıb, edebiyat ve barış olmak üzere beş ulamda (kategoride) Dünyaca tanınmış başarılı bilimsel, ekinsel ve toplumsal çalışmalara verilmiştir.


Ancak ödül ulamı kapsamında matematiğin neden yer almadığı yönünde sıkça sorulan soruya yeri gelmiş iken değinmeden geçmemek gerekir. Biraz açarsak, bu soru temelde, bugün en başta ekonomi olmak üzere, fizik, kimya gibi bilim dallarında yapılmış matematiğe dayalı çalışmalara verildiği, yani ödüllerin dolaylı olarak da olsa bir bakıma matematiği ödüllendirmekte olduğu, ama fiilen neden bir ödül ulamının doğrudan matematiğe tahsis edilmemiş olduğu ile ilgilidir. Soruya ödülün yüzyılı aşkın tarihinde çokca rastlamak olanaklıdır. Konuya cevap olarak, A. Nobel’in bir kadını tanınmış bir matematikçiden kıskanmasından kaynaklanan karşı bir tepkiyle matematiği ödül kapsamı dışında bırakmış olması gibi benzer çeşitli söylenti ve varsayımlara dayalı görüşler ileri sürülmüş ve halen de sürülmektedir.


Benim görüşüm daha başkadır. Bana göre bu durumun Nobel Ödülü’nün, -en azından başlangıçta- sosyokültürel sisteme doğrudan katkısı olabilecek deneysel ve uygulamalı bilimler için düşünülmüş; ama matematik, teorik (matematiksel) fizik gibi doğrudan uygulaması olmayan bilim dalları için düşünülmemiş olması nedeniyledir. Bu husus A. Einstein’e verilmiş olan Ödül’ün niteliğinden kolayca çıkarılabilir. 1921 yılı Nobel Fizik Ödülü Einstein’e, O’nun tanınmasına neden olan bilimsel paradigmal devrimsel nitelikteki görecelik kuramı yerine, sonuçlarından pratikte kolayca yararlanılabilecek erke temelli (enerji bazlı) fotoelektriksel etkiyi tanımlamış olması nedeniyle verilmiştir. Ödül kapsamındaki amacın doğrudan toplumsal yarar olduğu bu örnekolayda açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır.


Hal böyle olunca bu durum bir kurum olarak ödüllendirmenin ne olduğu sorusunu akla getiriyor. Ödüllendirmenin temelde, toplumda belirlenmiş bazı konulara dikkat çekme ve bu yönde istendik davranış oluşturmada yetkin bir araç işlevine sahip olduğunu söylersek her halde yanılmış olmayız. Ayrıca buna, ödül mekanizmasının Batı dünyasındaki toplum mühendisliği etkinlikleri kapsamında özellikle de iktidar seçkinlerinin en tepede olanlarınca yoğun bir biçimde kullanılmakta olan bir araç olduğu bilgisini eklersek konunun önemi için gereken vurguyu da yapmış oluruz sanırım.


Öte yandan, savaş sonrası dönemde dünyada gönenci (refahı) artırmaya yönelik olarak başlatılan dizge dönüştürücü (sistem transforme edici) çabalardan biri olarak ekonomi uluslararası düzeyde açık ve seçik bir üstünlük kazanmış, sonuçta da bir bilim dalı olarak öne çıkarak 1969 yılında Nobel Ödülleri kapsamına alınmıştır.


Konuyu bir de, dikkat çekici sayıda Ekonomi Nobel Ödülü’nün yöneldiği matematik yoğun bir alan olarak finans ekonomisi disiplini ekonometri’nin görüngesinden (perspektifinden) bakarak ele alalım. Paweł Ciompa tarafından ilk kez 1910 yılında benimsenmiş olan ekonometri terimiyle adlandırılan bu bilimsel etkinlik alanı, Norveçli ekonomist Ragnar Frisch tarafından matematiğin en önemli uygulamalarından biri olan istatistiğin bir altdalı olarak geliştirilmiştir. İki savaş arası ve sonrası dönemde ekonomik araştırmaların nitelik düzeylerinin artırılması amacı ile akademik çevrelerce benimsenmiş ve bolca kullanılmıştır. Nitekim ilk Ekonomi Nobel Ödülü Hollandalı Jan Tinbergen ile birlikte R. Frisch’e verilmiş olması o dönem için bu dalın önem düzeyini göstermektedir.


Ödüllendirme etkinliğini genel bir belirleme ile toplum mühendisliğinin bir propaganda türlerinden biri olarak görüp ele alırsak bunların içinde Batı toplumunda en yüksek etkililiğe iye (sahip) olanının akçalı Nobel Ödülü olduğu görülür. Ayrıca kurgusu irdelendiğinde berat, madalya gibi saymaca simgesellikler yerine ödülün, akçalı, yani maddi değerli olması onun sermaye gücünü temsil eden bir yanının bulunmasının amaçlandığı anlaşılır.


Sonuç olarak şu hususu üzerine basarak vurgulamakta yarar var: Ödüller toplumda masum birer özendirme etkinliği olarak sıradan toplumsallıklar değil, toplum mühendisliğinin en verimli bilişsel koşullandırma araçları olarak sahibine meşruiyet sağlamaya yönelik eğitim kurumlarıdır.


Mustafa Özcan (13 Şubat 2012)

12 Şubat 2012 Pazar

BİLGE VE BİLGELİK (Erol Erbirer)

Antikçağ Yunan düşüncesinin ana niteliği bir bilgelik felsefesi olmasıdır. Bu çağ filozoflarının büyük bir bölümü insanları mutlu kılmak istemişlerdir. Mutluluğu da ancak bilgelikle elde edilebilen bir şey olarak görmüşlerdir. Bilgelik deyimi eski Yunan’da sadece bilgiyi değil, aynı zamanda erdemi de kapsamına alıyordu. Onun için biz, eski Yunan’da Bilgeliği bu içeriği ile inceleyeceğiz.

PHİSAGORAS (MÖ. 580-500)’den önceki dönemlerde Yunan Filozoflarına “Bilge-Sage” deniyordu. Çiçeron’a dayanan bir rivayete göre “Philosaphie-Felsefe” deyimini ilk kez Phisagoras ortaya atmıştır. Aynı rivayete göre Phisogoras bilgeliği sadece tanrılığa yakışan bir erdem olarak kabul etmiş ve bir insanın bu niteliğe hiç bir zaman erişemeyeceğini düşünmüştü. Bu nedenle de daha alçak gönüllü bir deyim olan “Filozof-Bilgi ve bilgelik dostu”nu kendisine uygun bulmuştu. Bu deyimi ilk olarak Herakleitos (MÖ. 550-480)’un kullandığı da bir başka rivayettir.

Filozof terimi Yunanca “Sophia-Bilgi” ve “Philia-Sevgi” kelimelerinden oluşmuştur ki anlamı Bilge ve Bilgelik sevgisi” demektir.

Felsefe terimleri sözlüğüne göre Bilgelik iki anlamda kullanılır:

1- Geniş anlamda bilgi demektir. Bu bağlamda bilmenin ereği, bilmenin eksiksiz oluşu.

2- Kendini tanımanın bilgisi: (Özellikle Sokrates’te karşımıza çıkar): Bir şey bilmemenin bilgisi gerçek bilginin kaynağıdır. Bilgi de erdeme götüren yoldur.

Orhan Hançerlioğlu’nun Felsefe Sözlüğü Bilgelik için “Genel anlamda bilgelik, Antikçağ Yunan felsefesinde akla uygun davranmak Stoacılara göre de doğaya uygun davranmak. Bilgelik en üstün iyi, erdem ve mutluluktur” der.

Acaba Antikçağ Yunan filozoflarının Bilge ve Bilgelik kavramı hakkındaki düşünceleri ne idi? Birbirinin aynı mıydı yoksa farklı mıydı? Bu filozoflar mutluluğu ve onun sağladığına inandıkları erdemi başka başka yorumladıkları için, bilgeliği de farklı olarak tanımlıyorlardı.

Phisogoras (MÖ. 580-500)’a göre en büyük mutluluk ruhun bedeni terketmesidir. Bundan başka, erdemin şartı da mutluluğu terketmektir. Zaten ruh, bir günahın kefaretini ödemek üzere bu dünyaya gönderilmiştir. İnsanın tutkuya esir olmasını itidal önler.

Herakleitos (MÖ. 550-480) bilge, çok şey bilen değil, karşıtlıklardaki değişmeleri aklı ile yakalayan kimsedir. Herakleitos bu karşıtlıkları şu basit örneklerle çarpıcı bir biçimde anlatır:

“Domuzlar için çamur, saf sudan, eşekler için saman, altından daha değerlidir”.

“En bilge insan, Tanrılar için bir maymundan başka bir şey değildir”.

“Deniz suyu ister temiz, isterse kirli olsun, balıklar için kurtarıcı, insanlar için uğursuzdur”.

Herakleitos’a göre, bilgeliğin anlamı aklı bilme, ateşin doğasını keşfetme, karşıtlığın kanununu anlama ve sürekli bir savaş halinde bulunan ve değişmeyi oluşturan birliği tanıma demektir. Hayat sürekli bir değişimdir. Bunu kanıtlamak için söylediği: “Bir insan aynı suya iki defa giremez” sözü ünlüdür. Herakleitos diyalektiğin kurucusu olarak kabul edilir. Hegel ki “diyalektik idealizminin kurucusudur” onun için: “Herakleitos’un hiç bir düşüncesi yoktur ki onu lojiğime almamış olayım” demiştir. Nitche: “Gerçeği aradığımız yerde Herakleitos vardır. Gerçeği her zaman arayacağımıza göre, her zaman Herakleitos olacaktır” demiştir. Daha sonra Engels ve Karl Marx kurdukları diyalektik materyalizmi Herakleitos temeli üzerine inşa etmiştir. Antikçağ felsefesinin dahisi olarak kabul edilir.

SOFİSTLER:
M.Ö. V. Yüzyılda düşünce platformunda “Sofist-Bilgici” denilen ve yüzyılın ilk yarısından itibaren düşüncede egemen olan felsefeyi görüyoruz. Bu felsefe bir yanda Thales’ten itibaren filozofların ortaya attıkları görüş ve düşünceleri ilk kez akıl süzgecinden geçirmiş ve bu nedenle çağına “İlk Aydınlanma Çağı” damgasını vurmuş olmakla birlikte, diğer yanda Tanrı gibi, ahlak gibi, devlet gibi, töre gibi, hak ve adelet gibi, Atina toplumunu bir arada tutan tüm değer yargılarını eleştiren bu kavramlara duyulan inançları kökünden sarsmışlardı. Çünkü onlara göre hiçbir şey bilinmez, hiçbir şeyin bilgisi olamazdı. Herşey insandan insana değişirdi. Protagosas ünlü “Her şeyin ölçüsü insandır” sözü ile bu düşünceyi dile getiriyordu. Bu düşünce aslında yaptığı sükse kadar parlak bir söz değildir. Çünkü her kavram her insana göre değişiyorsa o kavram yok demektir. Onun yerine eğer her şeyin ölçüsü insanlıktır, beşeriyettir deseydi çok daha değerli olurdu.

Bilgi ve kurallar sadece insandan insana değil, siteden siteye de değişir. Onun için bilgeye düşen ödev, yurttaşlara ve sitelere uygun görünen düşünce ve kuralları bulup onların yararlanmasına sunmaktır. Bilge bu ayrımı yapıp bu fonksiyonu yerine getiren kimsedir.

Sofistler politikayı da soysuzlaştırarak gençliği ve halkı doğru düşüncelerden uzaklaştırmıştı. İşte bu etkilerle halk geleneklerinden kopmuş ahlaksal değerlerini yitirmiş bir halde, ahlak bunalımı geçiriyordu. Aristophanes piyeslerinde Tanrılarla alay ediyordu.


SOKRATES (MÖ. 470-399)
Sokrates ve ondan etkilenerek oluşan felsefi okullar aynı zamanda mutluluk okullarıdır. Amaçları, insanları mutlu kılmaktır. Onun için onların bilgelik anlayışlarında bu çerçevede inceleyeceğiz. Sokrates, Sofistlerin toplum ahlakını bozan bu inkarcılıklarına tepki olarak ortaya çıktı ve herşeyin bir bilgisi olduğunu kanıtlamaya çalıştı.

Tüm yaşamı boyunca kalabalık görünce insanlara yaklaşıp sorulu-cevaplı konuşmaya girişerek (ki buna diyalog denir) bu bilgileri araştırdı. Sokrates Atina toplumunda sarsılan değer yargılarını ortaya çıkarmak için giriştiği bilgelik çalışmalarının öyküsünü ünlü savunmasında 501 kişilik jüri mahkemesi huzurunda özetle şöyle anlatır:

Benim hakkımda yapılan suçlamaların ve koparılan yaygaraların asıl sebebi benim az buçuk bilge bir insan olmamdır. Khairophon bir gün Delphoi’ye gitmiş dünyada benden daha bilge bir insan olup olmadığını sormuş. Tanrı sözcüsü de “yoktur” cevabını vermiş. Tanrının bu cevabı üzerinde uzun uzun düşündüm. Ben bilge olmadığımı bildiğim halde, Tanrının benden daha bilge bir insan olmadığını söylemesindeki amacı ne olabilir? Benden daha bilge olduğuna inandığım birisini buldum. Çok bilge bir insanmış izlenimini verdiği halde onun kendisinde var olduğunu sandığı bilgelikten yoksun olduğunu kendisine ve oradaki dinleyicilere kanıtladım. Devlet adamları ile tragedya ve övgü yazarlarıyla da konuşmaların sonunda aynı sonuca vardım. Sonra onlarla aramdaki farkı şöyle saptadım; Bu adamlar da benim gibi, iyi güzel birşey bilmedikleri halde onlar bildiklerini sanıyor, ben ise bilmediğimi biliyorum. İşte bu soruşturmalar sonucunda bilge olmadıklarını ortaya çıkardığım insanlar bana düşman oldular ve beni bu mahkeme huzuruna çıkardılar.

Sokrates’e göre bilgeliğin yolu “kendini tanımak”tan geçiyordu. Çünkü insan, ancak kendini tanıyarak peşin hükümlerden kurtulabilirdi. Ona göre bilge, “kendini bilen kişidir”. Kendini bilmenin özü de neyi bilip neyi bilmediğini araştırıp bulmak, bilginin özüne varmak ve kendini kandırmamaktır. İşte Sokrates’in Atinalıları kendini bilen, bilgili ve erdemli yani bilge kişiler yapma tutkusu, onun için sonun başlangıcı olmuştur. Biraz önce bir bölümünü aktardığım savunmasının başka bir yerinde de mahkemeye karşı şu sözleri sarfetmiştir:

“Atina insanını erdem sahibi yapmak için her yola başvuracağım. Beni bir değil bin defa bile öldüreceğinizi bilsem yolumdan şaşmayacağım”.

Ve şunu da ilave etmiştir: “Yalnız beni ölüme mahkum ederseniz en büyük koruyucunuzdan yoksun kalacaksınız”.

İşte bu çıkış jüri üyeleri üzerinde bir güç gösterisi etkisi yaparak onları kızdırmış ve alacağı aleyhte oy sayısını arttırmıştır. Sokarates’e göre kendini bilmek, tüm bir bilimi elde etmek olduğu gibi, iyi ve kötüyü ayırt etmek yani erdemi de kazanmak demektir. Ona göre, bilgi demek ahlak demektir. İnsanların kötülük yapmalarının sebebi, bilgisiz olmalarıdır. Onun anladığı bilgi, “bilimsel bilgi” değil, “öznel” ve “görgül” bilgidir. Sokrates’in ünlü doğurtma (ebelik) düşüncesi de bilginin bu niteliğinden kaynaklanmaktadır. Bu inancı nedeniyledir ki Eflatun yazdığı Laklies adlı diyaloğunda (ki cesaret üzerine yazılmıştır) olduğu gibi, birçok diyaloglarında kişilerden kendilerinin de bildikleri halde farkında olmadıkları bilgileri, onun doğurtma yöntemiyle, çekip çıkarır.

Eflatun Sokrates’in “kendini bil” düsturunun önemini şöyle anlatır: “Nasıl bağırsaklar temizlenmeden alınan besinin insan vücuduna yararı olmazsa, insanın ruhunu temizlemeden alacağı bilginin de insana bir yararı yoktur”.

Burada bir noktaya değinmeden geçemeyeceğim. Bu tarz düşünce insanı insan olmaya götürür. Bu düşüncenin zorunlu kıldığı şu soruları zaman zaman kendimize soruyor muyuz: Bilgilerimizin ya da bildiğimizi sandıklarımızın kaynağı nedir? Yıllar önce aile büyüklerimizden ya da çevramizden duyduklarımız mıdır? Sağdan soldan işittiklerimiz midir? Gazete dergi ya da kitaplarda okuduklarımız mıdır? Yoksa gözlemlerimiz midir? Bu bilgiler yeterli midir ve halen geçerliliklerini koruyor mu? Bu soruları soruyor ve dürüst olarak cevaplıyor muyuz?

Düşünceleri kronolojik sıraya göre izlediğimiz için şimdi Eflatun’dan önce Sokrates’in çağdaşı Empedokles ile Demokritos’un bilgelik hakkındaki düşüncelerine geçiyorum.

Bunlara Fizikçiler ya da Abdera düşünürleri denilir. Empedokles (MÖ. 492-432): Bilgeliği arttıran şeyin inceleme olduğunu söyler. Demek ki ona göre insan ne kadar çok şey bilirse o kadar bilge olur.

Demokritos (MÖ. 460-370)’a göre bilgelik hiçbir şeye tutku ile bağlanmamak, insana tasa verecek herşeyden uzak durmak ile kazanılır. Örneğin evlenmemek, bir eşin sıkıntısını çekmek pahasına evlat sahibi olmaktansa, başkalarının çocuklarını evlat edinmek gibi...

Mutluluk itidalli olmak koşulu ile ruhu dengeli ve huzur içinde tutmakla, sağlıklı ve iyi huylu olmakla elde edilir. Akıl ve bilgelikle iradesine hakim olan insan özgür insandır. Bu insan için şans ve rastlantı diye bir şey olamaz.


KİRENE OKULU Aristippis (MÖ. 435- )
Sokrates’in öğrencisidir. Ona göre hayatın amacı mutluluktur. Mutluluk bünyesel (fiziksel) haz ve zevk ile elde edilir. Bu hazzı alanlar sadece bilgelerdir. Ne var ki bu, hazzın kölesi olmak demek değildir. Hazda ölçüsüz olmak, ona tutku ile bağlanmak demektir ki, bunun sonucunda insan o hazzın kölesi olur. Bu da hazzı eleme dönüştürür. Bu durum bilgelikle bağdaşmaz. Bilgelik tüm zevkleri kontrol altında tutmayı ve ona egemen olmayı gerektirir. Başka bir deyişle bilge, içinde bulunduğu hazzı istediği noktada kesebilen kimsedir.

EFLATUN (Platon) (MÖ. 428-348)
Sokrates’in öğrencisidir. Eflatun’a göre felsefe insanı erdemli yaparak yetkin yaşamasını sağlar. Erdemliğin kökünde bilgi yatar. Çünkü, cahil insan erdem sahibi olamaz, sadece doğru bilgi sahibi olan insan filozof olmaya hak kazanır. Görülüyor ki; o da bu konuda tıpkı hocası Sokrates gibi düşünüyor. Bilge, edndiği bilgi sayesinde bütün iyi şeylerin genelliğine kavuşur. Gerçek bilgi gelip geçici değil, değişmeye bilgidir.

Onun aslı ise ideası’dır. Gerçek varlık idea’lardır. Gördüğümüz ağaç, bir görüntü olup gerçek değildir. Gerçek olan ağaç ideasıdır. Çünkü ağaç bir gün kurur, yok olup gider ama ağaç ideası kalır. Onun için gerçeği ancak aklımızla (usumuzla) buluruz. Bundan da Eflatun idealar kuramını meydana getiren şeyin onun bilgi anlayışı olduğu sonucu çıkmaktadır.

ARİSTOTALES (MÖ. 384-322)
Eflatun’un öğrencisidir. Aristoteles’e göre bilginin amacı, aklı sayesinde kendisini doğanın üstüne çıkarmaktadır. Çünkü akılda Tanrısal bir güç vardır. Bu duruma gelmek için, bilgenin işi kendi ruhuna tanrısal ve ebedi aklı ekmek için çaba harcamak olmalıdır. Bu bilge, aynı zamanda, kendine yeter duruma gelerek mutluluğu kendi düşünceleri içinde bulur. Aristoteles aynı zamanda hayvanlar alemini de incelemiş bir bilim adamıdır. Ona göre hayvanlar aleminin en bilge yaratığı arı’dır.

STOA OKULU Zenon (MÖ. 350-264)
Stoa okulu Kinik felsefesinden etkilenmişti. Gerçek evren, akıl ya da Doğa iradesidir. Gerçek evreni cahil insan tanıyamaz. Onu ancak Bilge kişi tanıyabilir. Bilge odur ki dış dünyada olup bitenlere karşı duygusuz kalır. Çünkü o kendine yeter. Gerçek mutluluk dış dünyada değil içimizdedir. Bilgeliğin anlamı doğaya ve onun iradesine uymaktır. Bunun için tüm tutku ve isteklerden vazgeçerek (Apatheia hali) özgürlüğe sahip olmak gerekir. Bilge doğadaki bir kaya parçası gibi duygusuz olacaktır.

Romalı Stoa filozofu köle Epiktetos (MS. 50-130) bu konuda verdiği örnek ünlüdür. Efendisi Epiktetosun zaten sakat olan bacağını bükerken kendisine “Bükmeyiniz, kıracaksınız” demiş. Efendisinin bu uyarıya aldırmayıp bülmeyi sürdürerek bacağını kırması üzerine de acısını gizleyerek yavaşça “Gördünüz mü? Söylememiş miydim; kırdınız” demekle yetinmişti.

EPİKÜR OKULU Epiküros (MÖ. 342-271)
Epikürosculara göre mutlu olmak herkesin başarabileceği bir iş değildir. Sadece bilgeler mutlu olabilir ve hayattan zevk almasını bilir. Mutluluk acının yokluğudur ki buna “olumsuz mutluluk” denir. Bu mutluluk fiziksel ızdırap ve ruhsal tedirginliklerden uzak bulunmak demektir.

ŞÜPHECİLİK Pyrrhon (MÖ. 365-275)
Pyrrhon’un kurduğu bu okula göre bilge herşeyin şüpheli olduğuna, hiçbir konuda kesin yargıya varılamayacağına inanan bunun için hiç bir konuda yargıya varmayan ve böylece iç huzuruna erişen ve mutlu olan kişidir. Çünkü bir eşyanın gerçek niteliğine değil, görünüşüne göre düşünce ileri sürebiliriz. Bu ise bizi yanıltır. Onun için en doğru iş yargıdan kaçınmaktır. Bu sebeple öğrenmek için çaba harcamaktansa, bilgiye karşı kayıtsız (Ataraxia durumunda) kalmak en iyisidir. Bu düşünceye “Antikçağ agnostisizmi-bilinemezciliği” de denir.

Daha sonra ortaya çıkan “Akademi Şüpheciliği” “Kesin gerçek” kavramı yerine, “Gerçeğe yakın” “En büyük olasılığı olan” kavramlarını getirmiştir ki buna “verimli şüphe” de denir.

(Erol Erbirer)


11 Şubat 2012 Cumartesi

Kitap önerileri (Risk Toplumu, Başka Bir Modernliği Doğru)

Risk Toplumu, Başka Bir Modernliği Doğru
Yazar: Ulrich Beck

Yayınevi: İthaki Yayınları
Basım Tarihi: 2011
Sayfa sayısı: 392 s.
Çeviren : Bülent Doğan-Kâzım Özdoğan

Ulrich Beck'in başyapıtı olan Risk Toplumu, yirminci yüzyılın sonlarında Avrupa'dan çıkmış en etkili toplumsal analiz eserlerinden biri haline geldi ve ilk yayımlanışının ardından geçen yaklaşık otuz yıllık sürede büyük satış rakamlarına ulaştı. Hem disiplinler arasında hem de kamuoyunda yarattığı etki açısından, Habermas'ın Kamusallığın Yapısal Dönüşümü ile karşılaştırılabilecek olan Risk Toplumu sosyoloji ve sosyal teori alanında bir klasiğe dönüşmüştür. Batılı sanayi toplumunun yer yer Aydınlanma-sonrası, Fordizm-sonrası ya da Postmodern diye tanımlanan tayin edici bir geçiş döneminde olduğu geniş kabul gören bir görüştür. Beck onun yerine dönüşlülüğün/refleksifliğin hakim olduğu farklı bir modernlikle karşı karşıya olduğumuzu öne sürüyor ve bu çerçevede toplumun küresel çaptaki değişiminin doğrultusuna dair tutarlı bir tablo ortaya koyuyor. Beck'in analizinin temelinde risk toplumu nosyonu yatıyor. Yazara göre, bilimsel ve teknik bilgiye dayalı bütünselleştirici, küreselleştirici ekonomi, toplumsal örgütlenme ve toplumsal çatışmanın giderek merkezine kayarken, toplumun üretim ve bölüşümle ilişkisinin doğasındaki değişimler çevresel faktörlerden etkileniyor. Beck, bu çerçevede mevcut toplumsal gelişimin diğer ana unsurlarını da ele alıyor: bilginin siyasal iktisadının merkeziliği; yeni çalışma ortamında sınıf ve cinsiyetin rollerinde meydana gelen değişim; ayrıca risk toplumunda siyasetin konumu.

Kitap önerileri (Sistem Olarak Tarih)

Sistem Olarak Tarih
Yazar: Jose Ortega Y Gasset

Çevirmen: Neyyire Gül Işık
Sayfa Sayısı: 93
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Hasan Ali Yücel Klasikleri Dizisi

José Ortega y Gasset (1883-1955): I. Dünya Savaşı'ndan sonra İspanya'da kültür ve edebiyatı yeniden canlandırma hareketinde yer alan önemli aydınlar arasında yer alır. Madrid Üniversitesi'nde felsefe öğrenimi görmüş, Berlin, Leipzig ve Marburg'da çalışmalarını sürdürmüştür. Ülkesine döndükten sonra Madrid Merkez Üniversitesi'ne atanmış, iç savaş sırasında İspanya'dan ayrılana dek metafizik kürsüsünde dersler vermiştir. Yazar en ünlü yapıtlarından biri olan Sistem Olarak Tarih'te...'Tarih, yaşamımız olan temel gerçeğin sistematik bilimidir.' demektedir. (Arka kapaktan).

Kitap önerileri (Zihniyetler)

Zihniyetler
Yazar: Alex Mucchielli

Yayınevi: İletişim
Dizi Adı: Cep Üniversitesi Dizisi
Çeviren: Ahmet Kotil
Sayfa: 121 s.
Boyutlar: 12x19
Basım Yılı: 1991

Zihniyet bir toplumsal grubun örtük referans sistemidir. Bu toplumsal grup paylaşılan ortak anlayış sayesinde türdeştir. Sözkonusu referans sistemi şeylerin belli bir biçimde görülmesini, dolayısıyla bu anlayışla uyumlu tepkiler ve davranışlar gösterilmesini olanaklı kılar.

Zihniyet eğitimi şekillendirir. Toplumsal yaşamda edinilmiş bütün deneyler, kendi yargı ve davranış alışkanlıkları olan değişik gruplara katılım zihniyetini biçimlendirir. (Arka kapaktan).

9 Şubat 2012 Perşembe

diyalektik açınımlar


Diyalektik (Erdoğan Merdemert 09 Şubat 2012)


Diyalektik, kendi doğasında, olumsuzlama, çelişki ve karşıtlık demektir ve böyle olarak kendisine ait bir süreçte, çelişkinin neden olduğu olumsuzlamalar yolu ile elde edilen karşıtların ve bu karşıtların birliği olarak bilinmesi gereken disiplinin de adıdır.
Çarpıcı bir temsil olması açısından, ilkbahara yakın bir dönem için gözünüzün önüne bir badem ağacının kuru dalını getirin bilirsiniz ki, neredeyse bu dal tomurcuklanacaktır (çünkü tomurcuk o anda soyut bir kavramdır) sonra dal tomurcuklanır ve sonra bilirsiniz ki, bu tomurcuk bir çiçeğe dönüşecektir (çünkü çiçek de o anda yalnızca kavramdır) ve çiçek tomurcuğu olumsuzlayarak yani sublate ederek veya Jacques Derrida’nın relever dediği şekli ile yukarı kaldırarak (bunun anlamı kapsayarak yok etmek veya kapsayarak kaldırmaktır) kendisini var eder ve yine sonra çiçek de meyve tarafından olumsuzlanır (ve meyve de henüz bir kavramdır). Bu momentler diyalektik devinimin momentleridirler (bu örnekteki tez ve antitez unsurlar biyolojik süreçler tarafından belirlenir) ve bunların hiç biri ilk önce badem dalında gözükmediği halde onların gerçekliklerinden şüphe edilmez çünkü anlak düzeyinde bile kavramsal düşünce ve kavramsal bağıntı vardır ve bu düşünce böyle bir diyalektik gelişmeyi gözden kaçırmaz.
Bu sağlam karakterine güvenerek diyalektiği formel bilimlerin her dalı için bir yöntem olarak uygulamaya kalkışırsak, diyalektik olumsuzlama karakterini katı bir çelişki etkisi olarak koyar ve böyle olarak kendisini yöntem konumuna yükseltmesi konusunda yetersiz kalır, o düşüncede ve pratikte devinimin özü ve giderek tam kendisi olsa da onu salt bir yöntem olarak kullanmak güçleşir. Diyalektik metot ile yapay olarak elde edilen ve karşıtı ile buluşmayan (hatta ona yabancı olan) bilgi doğası gereği çelişkinin bilgisi olduğundan bu bilince ait bilgi de bilgi değil, bilgisizlik olur. Diyalektik momentler doğal bilinç tarafından yalıtık olarak alındığında kuşkuculuğu oluşturur. Tez antitez sentezden sonra bu sentezlenenlerin de karşıt olanları tekrardan tez, antitez döngüsüne girdiklerinde bu bitimsiz bir yola girer ve böylece kuşkuculuğa gider. Kuşkuculuk ise aynı bunun gibi bitimsiz olur, her şeyden kuşku duyan duyduğu kuşkulardan bile yeniden kuşkulanmaya başlar. Zenon'un diyalektiği de bir tür özdeşlik düşüncesine dayanır ve Zenon diyalektik yöntemi kullanarak hareketin (bir dizi paradoks ile) olanaksızlığını gösterir.
Diyalektik için Lenin tam olarak şöyle yazıyor:
“Somuttan soyuta ilerleyen düşünce –doğru olması şartıyla (ve Kant da diğer tüm filozoflar gibi doğru düşünceden bahseder)– hakikatten uzaklaşmaz, bilakis ona yaklaşır. Maddenin soyutlanması, bir doğa yasasının soyutlanması, değerin soyutlanması, vb. kısaca tüm bilimsel (doğru, ciddi, saçmalamayan) soyutlamalar doğayı çok daha derin, doğru ve tam olarak yansıtırlar. Canlı algıdan soyut düşünceye ve buradan pratiğe: hakikati bilmeye, nesnel gerçekliği bilmeye giden diyalektik yol işte budur.”
>Burada Lenin’e göre “maddenin soyutlanması” ve tam olarak “genelde soyutlama” diyalektik yol olarak belirtiliyor. İyimser bir kabul olarak somuttan soyuta gitme edimselliğinin diyalektik bir yolunun olduğu varsayılsa bile Lenin’e göre analitik ve diyalektik uygulamalar eşanlamlı olduklarından bu her iki bilim dalı da Lenin’de anlamını böylece yitirmiş oluyor.
>Marx’ın bu konuda tutumu ise bir “Ya—Ya da” tutumudur:
Ya Bir şey Başkasını belirler, ya da Başkası Bir şeyi; ya alt-yapı üst-yapıyı, ya da üst-yapı alt-yapıyı; çünkü özdekçi monizm (materyalizm) bunu gerektirir. Eğer bu analitik tutum iki yanın birbirlerini karşılıklı olarak belirlemeleri gibi bir etkileşim ileri sürülerek aşılacak olursa, o zaman bu kötü diyalektik ortaya çıkar ki, bu analitik mantığın umutsuz vargısıdır
Engels diyalektik için şöyle yazıyor:
“Şeylere biraz yakından bakınca, bir çelişkinin olumlu ve olumsuz gibi iki kutbunun, karşıt oldukları kadar ayrılmaz da olduklarını ve bütün antitez değerlerine karşın, karşılıklı olarak birbirlerine karıştıklarını; aynı biçimde, neden ve sonucun, ancak özel bir duruma uygulandıklarında geçerliği bulunan kavramlar olduklarını, ama bu özel durumu, dünyanın bütünü ile genel bağlantısı içinde düşünmeye başladığımız andan başlayarak, bu kavramların, neden ve sonuçların sürekli olarak yer değiştirdiklerini, şimdi ya da burada sonuç olanın, başka yerde ya da daha sonra neden ve "tersine"- vice versa- durumuna geldiği evrensel karşılıklı etki görünümü içinde birleştiklerini, birbirlerine dönüştüklerini de görürüz." (F. Engels, Anti-Dühring)
>Engels’in bu yazısına göre diyalektiği anlamanın faydası vardır ve böyle bir saptama hem özünde hem de yansımalarında doğruluk taşır. Bir özet olmasına rağmen oldukça içerikli ve dolaylı bir anlatımı başarması açısından da dikkate değerdir. Bu açıklamanın, kavramları ve neden sonuç ilişkilerini kapsayan kaplamı da ayrıca takdir edilmelidir.

Sonuç olarak:
Aristoteles Organon’unda, daha sonra Hegel’in yazılarında tam ifadesine kavuşacak olan diyalektik mantığın temelini oluşturan on kategoriyi anar: töz, nicelik, nitelik, bağıntı, yer, zaman, durum, iyelik, etkinlik, edilginlik. Aristoteles’in mantık üzerine çalışmasının bu yanı çoğunlukla göz ardı edilmektedir. Örneğin, Bertrand Russell bu kategorileri anlamsız buluyordu. Ama Russell gibi mantıksal pozitivistler* (kendi dogmalarıyla çakışan parçalar ve kırıntılar dışında) pratikte tüm felsefe tarihini “anlamsız” bularak bir kenara attıkları için, bu bizi ne şaşırtmalı ne de pek fazla sıkıntıya sokmalıdır.



5 Şubat 2012 Pazar

İnsan Kültürünün Doğası Var mı? (Mustafa Özcan, 4 Şubat 2012)

İnsan Kültürünün Doğası Var mı?


Yazının başlığının kulağa çelişik geldiği gibi bir hisse kapılmışsanız, merak etmeyin, yanılmıyorsunuz! Biliyorsunuz, kültür ve doğa insan denen varlığın düşünü (idesi, nosyonu, fikri, kanısı) çerçevesinde oluşmuş iki temel kavramdır. Ayrıca, her ikisi de kaplam bakımından en geniş anlam yelpazesine iye (sahip) ‘dir. İki kavramın da kaplamı geniş, kapsadığı anlamların sayısı fazla olunca sonuçta kaçınılmaz olarak anlatım sınırları birbirine geçip örtüşerek bunlar aynı şeyleri anlatan eşanlamlı, çakışan göndermeler (atıflar, imalar) üretmeye başlarlar.


Ancak aynı şeye yönelik bu göndermelerde belirli bir sayıdan sonra bir nitel dönüşüm oluştuğundan artık karşıt anlam yüklemeleri de var olabilmektedir. Yani, iki kavram aynı şey için aynı anda karşıt anlam taşıyan göndermede, imada bulunabilmektedir.


İşte başlığın iki kavramdaki kaplam genişliğinden kaynaklanan bu durum nedeniyle karşıt anlamsal öğeler bulunduğundan anlatımın kişide çelişik olma hissini uyandırıyor olması gayet normaldir.


Ruh/beden ikiliğine dek varan ve kültürün özünün kavranması için son derece önemli olan bu konuyu geniş olarak ele alacağımdan önce şimdi bildiğimiz tipik bir gerçeği anımsayarak işe koyulalım:


İnsan hem doğal hem de kültürel bir varlıktır!


Ama, doğa bilimsel bakıştan tamamen normal gibi görünen bu anlatım, hümaniter-bilimsel görüngeyi (perspektifi) kendileri için ana düşünsel doğrultu (yön, amaç, düstur) edinmiş bazı düşünürler tarafından kökten reddedilmektedir. Söz konusu düşünürlerden biri de kuşkusuz tanınmış İspanyol felsefeci Jose Ortega y Gasset’dir. Filozofun tarihsel görüngeden (perspektiften) ele alarak insan denilen varlığı en geniş çapta irdelediği düşünce sisteminin temelinde, insanoğlunun doğal bir varlık olmadığı, sadece kültürel bir varlık olduğu düşünü (nosyonu, idesi, fikri, kanısı) yatmaktadır.


Düşünür, insanı irdeleyen kurgusunu tarihsel-dizgesel görüngeden yaklaşarak oluşturduğundan, bu durumda incelenen varlıkların somut nesnel içeriği kaçınılmaz olarak boşaltılmış oluyor. Bu da doğaldır ki iki kültürel yandan, yani, maddi-manevi tanımlı insan kavramından sadece somut, maddi olanın karşıt parçası soyut, saymaca (konvansiyonel) manevi yanı geriye bırakıyor.


Ama bu yaklaşım gerçekten doğru mudur?


Konuya biraz da tarihsel akış içinde bakalım: Alman romantizm akımının ikinci aşamasını temsil eden düşünür olarak Wilhelm Dilthey, insan kavramına doğa biliimleri görüngesinden yaklaşan görgül geleneğe karşıt bir nitelik ile oluşturduğu tin bilimleri (insan, beşer, kültür, hüman bilimleri diye de adlandırılır) hareketini işte bu anlayış tabanında kurgulayarak başlatmıştı.


Tin bilimleri esasen, insan ve kültür olgusunu bireysel, tarihsel, yazınsal (edebi) ve yorumcu (hermönetik) olmak üzere dört öğeli bir çerçevede ele alarak kurgulamış bir düşün dizgesidir. Bu kurguda insanın sadece manevi (düşünsel) soyut kültürel içerik özellikleri ele alınır. Kurgunun bileşenlerine bakarak bunların ”önsel“ (a priori) bir ıraya iye (karaktere sahip) önermelerden, öncüllerden oluştuklarını söyleyebiliriz.


Görülüyor ki bu noktadan bakıldığında, Jose Ortega y Gasset’nin düşüncesindeki insan kavramının maddi kültürel varlıksal yanının yok sayılması kolayca anlaşılmaktadır. Ama sorun bu yaklaşımın özde, temelde gerçeğe, hakikate uygun olup olmadığıdır.


Düşünür insana yaklaşımında, onu maddi yanı olmayan bir varlık yapabilmek için önce ikiye bölmektedir. İkiye bölme olan bu ilk adımın kökü, başka bi deyişle insanı ikisel (düal) varlık olarak görme, anlama, kavrama anlayışı modern düşüncenin mimarı sayılan Rene Descartes’e dek uzanmaktadır.


İşte bu insanı özde zihnen “ayrıştırma” edimi, analitik ile holistik şeklindeki iki karşıt anlayışın oluşmasına ve devamında bunların da anlıksal tabanda (entelektüel zeminde) dikotomik (iki yanı olan) çağrışım çifti olarak görülmesine neden olmuştur.Bu bakımdan konuyu çağrışım çiftlerinden oluşan eytişimsel (diyalektik) sürecin iki aşamasından biri olarak görüp maddi/manevi (özdeksel/düşünsel) şeklinde göndermelerde bulunarak irdeleyebiliriz.


Şimdiki soruysa bu çiftin eytişimsel süreçte ayrışma mı, yoksa birleşme mi aşamasında olduğunun ortaya konulması yönünde olmalıdır. Başka bir bakıştan da konu artık ruh/beden ikiliğinin var olup olmadığı noktasına dek gelmiştir. Aynı şekilde soru –eğer konu evrimsel bir süreç olarak görülürse- eytişimsel süreçte tez-anti tez de mi, yoksa sentez de mi bulunulduğunu sorabilir.


Cevabı açıktır ki günümüz nörokognitif bilimleri vermektedir. Bu bilimler, psikenin sinirsel-bilişsel ortak niteliklerini eşsüremli (senkronik) olarak inceleme yetenekleri nedeniyle ruh/beden ikiliğini (düalitesini) her iki yönden de görebilme olanağı kazanmıştır. “İnterdisipliner” yapıları ve geldikleri ileri araştırma tekniği düzeyleri ile söz konusu disiplinler bize artık her iki yanın da bir arada, aynı ve tek bütünsel bünyede, yani diğer bir deyişle dikotomik çift olarak bir elmanın iki yarısı gibi birlikte varolduklarını açık kanıtllarla doğrulamaktadır.


Bugün artık, Antonio R. Damasio’nun kitabının başlığı olarak benimsediği deyiş ile “Descartes’ın Yanılgısı” bilimsel yolla belgelenip kanıtlanmıştır.


Sonuç olarak ise bize bu durumda geriye yalnızca şu hususun açık ve seçik bir gerçeklik, bir hakikat olarak kabulü kalıyor: İnsan kültürünün doğası vardır!


(Mustafa Özcan, 4 Şubat 2012)

Yöntem Açınımları



Erdoğan Merdemert 05 Şubat 2012
KURGUL YÖNTEM

Kurgul Yöntemin amacı gerçekliğin eksiksizliğini kabul edebilmek,
tanıtlamanın öznellikten uzak koşutsuzluğunu başarabilmek,
kavramın kendi öz devinimini uygulamak, insan usunun arı yapısını
bu yönde kullanmanın zorluğunu yenmektir. Öznel önyargı, yöntemi
çürütmenin temeldeki metodu olduğundan onun başarısı nesnelliğin
anlaşılmasını da eşit ölçüde zayıflatır, birşeyi anlamak onu öznel
önyargı sistemi yoluyla elde etme isteğinin sonucu olmamalıdır eğer
öyle olursa bunun zaten kendiliğinden işliyor olmasının tuzağına
düşülmüş olur. Herhangi bir şey üzerine düşünmeden de devam
etmek mümkündür ama bir şey üzerine düşünmek bile tek başına
gerçekliğe yakınlaşmaya yetmez. Usun arı yapısının değeri onu
kullanabilme olanağının var olduğunu bilmekten geçer ve bu insana
özgü dolaysız etkinlik alanının şartlanması içgüdüsel olgular
tarafından olur. Arı usu bulandıran toplumsal yapıların da katkısı ile
durum daha da karmaşıklaşır.
Eksiksiz doğrulukta ve kusursuz mantık yapısında bir yöntem
oluşturmak sosyal yaşam alanında mümkün olmaz, teknolojik düzeyde
ise böyle bir varsayım, kullanım ömrü süresinde hiç arıza yapmayacak
olan karmaşık makineler inşaa etmek anlamına gelir. Örnek olarak
binlerce parçası bulunan gelişmiş bir yolcu uçağının yöntemsel açıdan
kusursuz çalışması mümkündür ama henüz arıza yapmayacak düzeye
dek garanti edilmemiştir, buradaki sorun yöntem sorunu değil parçaların
mukavemet sorunudur. O zaman yöntemin teknik alanlarda büyük ölçüde
başarısı vardır ve ilk paragraftaki öznel andırımlar tarafından
etkilenemezler ve burada açığa çıkan şey teknolojik yapılarda nesnelliğin
katı vurgusu ve yöntemsel uygulamanın başarısıdır. Ölçme tekniği,
dayanıklı malzeme seçimi, standart oluşturma, uygulama tekniği ve
geridönüş doğrulamaları sayesinde matematikdeki irrasyonel sayıların
varlığına rağmen kusursuz bir makine ortaya koyulabilir.
Bu yöntemsel başarı tin tarafından gerçekleştirildiği halde tinin kendisinde
başarılı olmaz çünkü sosyal yaşamın doğruları böyle katı nesnelliklere
ulaşamazlar, onlar hep göreli olduklarından önce o “göre” oldukları şeyin
sabitliği gerekir ki, aynı paradigmalar gibi onların da bir nesnel dolaysızlıkları
yoktur. Daha açıkolarak ifade etmek gerekirse sosyal alanda kullanılacak
bir mihenk taşı bulmakasla mümkün değildir çünkü o hep başkalaşmaya
mahkümdur ve burada birsabite’nin varlığı doğal düşünceye bile gelmez.
Tinin böyle kaygan bir alan olmasının anlamı vardır, bu anlam nedeniyle tin,
yöntemsel açıdan başarısız gibi gözükür çünkü o dünyadadır ve şimdi onun
için kurgul yöntem olan bu olgusallık, tinsel var oluşun zeminidir. Arı us,
tindir ki onun doğa üzerinden saltık olma hedefi vardır, doğada bulunur
sonludur, idealdir (düşünseldir), çelişki taşır, belirlidir, bir o kadar da
dolaysız olmaya hedeflidir, kurgul yöntemin bilimi sayesinde varlık taşır
ona ait sözde varoluşlar (fenomenolojideki fırlatılan var oluş tarzı) bulanık
ve sisli var oluşlardırasıl mesele bu sis perdesini kaldırmanın yöntemini
uygulayabilmektir ve gerçekyöntem de budur. Böyle bir tinsel gelişimin
var olmadığını, onun raslantısal bile olmayacak kadar bir gerçeklik
taşımadığını öne sürmek mümkündür, bunun bir yönelinen nesne
eksikliğinden ve ona ait iç daralmasından kaynaklandığı ve sadece
bunun bir “varlık” olduğu kabul edilebilir. Bu inanış kendisi gibi yöntemi
de yadsır, herşeyi atar, herşeyi değersizleştirilir, usa gereksinim duymaz,
belirtik veya örtük oluşu fark etmez, o bir “şey” yönteme gerek olmadan
yaşanır ve biter.

Ama bu ikincisi, yadsıdığı tini psikanaliz açısından yok saymaz, onun ruhsal
varlığını her nasılsa yakın geçmişinden gelen bir sürü hastalık olarak kabul
eder ve Transferans analisti kendi iç çatışmalarından kurtulup buna uygun
yöntemi arar. Bu alana ait yöntemin başarısı için ayrıca söz söylemeye gerek
yoktur ve tedavinin sonuç vermesi analistin kendi geçmişinin ruhsal açıdan
kusursuz ve pürüzsüz olması şartına bağlıdır. Öyle ise başlayan ve devam
eden hayatlar için ön kabuller vardır ama biten hayatlar için hiçbir şeye ihtiyaç
yoktur. Tinsel var oluşun kurgul yöntemi tam burada devreye girmeli,
kendisini açmalı ve sonsuzluğu kendi kurallarında saltık idea olarak
yakalamalıdır.

5 Şubat 2012
Erdoğan Merdemert