Osmanlı
Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xxx-
Yazı dizisinin bu
son makalesinde, Osmanlı tarihi ile tarihin paradigmik ilkeleri arasında olabilecek ipuçlarını bulmak
için öncekinin devamı olarak konuya tarihöncesi
disiplini görüngesinden bakan çıkarsamalar için deneme yapmaya devam edeceğim.
Her zaman
olduğu gibi konuyu ilkin bütünsel (holistik)
tarz ile ele almak üzere, tarihe
intikal etmiş Türk devletlerinin baştan
sona doğru olan kronolojik akışında Osmanlı’nın yerini anımsamakla başlıyorum; hatırlanacağı gibi Osmanlı 16 devletten oluşan resmi sıralamada en sondaki devlettir.
Ayrıca, proto-Türk tarihi ile başlayan iki bin iki yüz yıllık tarih süreci
boyunca kurulduğu belirtilen bu 16 devletin ortalama ömrünün iki buçuk asır olmasından hareket ile
de Osmanlı’nın iki buçuk kata varan bir ömür ile bunların içinde yaşamda kalım
bakımından olağan üstü bir başarı sağlamış olduğunu da belirteyim.
İşte böyle bir
başarıyı yaratan çevresel etmenler
ile bünyesel özelliklerin ne
olduğunun anlaşılması konusunu ele alalım. Bunun için konuya bütünsel-sistemik bir görünge ile bakmak
gerekmektedir. Öte yandan bu kapsamda yapılacak değerlendirme için ‘tarih yazımının “7t’li” yöntemi‘nin(1) “tahlil,
tefsir ve terkip” şeklinde verilen
son üç adımına başvurulması en uygun seçim olacaktır.
Böylece, analiz (tahlil) ve yorum (tefsir) ile gelinen aşamanın ardından sentezin (terkip) yapılması sonucunda
konunun tümlevli (entegralli) hali elde edilmiş
olur ki, bu aşamada da artık konuya evrensel diyalektik tarihsel akışın uzun dönemli ve derin nitelikli spiral gelişme süreç modeli çerçevesinde irdeleme ile “sistemik açıklama”
getirilmesi sağlanmış olur.
Öte
yandan, bu tür uzun dönemli ve derin nitelikli tarihsel olayların aydınlatılması ile ortaya çıkan tarihsel olgulara evrensel bir karakter kazandırılmasıyla da şüphesiz ki tarihin paradigmik ilkelerinin
belirlenmesi aşamasına ulaşılır.
***
Şimdi konuya, tarihöncesi
bağlamında ve “7t’li” yöntem çerçevesinde
holistik tarzın soyut yanı olan düşüncenin kayda geçmiş somut yanı
olan arkesinin temsili olarak Türklerin yazılı yapıtlarını ele almak
sureti ile bakalım. Bunun için konuyu 8. yüzyılda bulunarak Türklerin
ilkyazısı kimliği ile arkeoloji dünyasında kayda geçmiş olan “runik”
harfli Göktürk alfebesi ve dilindeki Orhun Yazıtlarını (2) içeriğinin bileşenleri üzerinden kısaca irdeleyelim.
Yazıtlar Türklerin devlet anlayışı, kültürel öğeleri ve sosyal
yaşantısı ile ilgili bilgiler içerir. II.
Göktürk Kağanlığı’na ait olup 1889
yılında Moğolistan’ın
Orhun Irmağı Vadisi’nde
bulunan bu yazıtlara keşfedildikleri
yer nedeni ile Orhun Yazıtları denmiştir. Eski adı kitabe ve Göktürk önderleri adına dikilmiş olan üzeri kazılarak yazılmış bu anıt taşlar Orhun Irmağının yanı sıra Orta Asya Moğolistanı’nın diğer bazı yerlerinde de halen mevcudiyetlerini
sürdürmektedir.
Göktürk Alfabesi, Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Thomsen tarafından, Rus
Türkolog Vasili Radlof’un
yardımıyla çözülmüş ve keşif 1893 yılının 15
Aralık günü Danimarka Kraliyet Bilimler Akademisi'nce
bilim dünyasına duyurulmuştur. Yazıtların
araştırılmasına başından itibaren pek çok ülkenin arkeolog ve dilbilimci
Türkoloğu’nca katkı sağlanmış olmasına karşın “Türk Toplulukları” içinde
konunun araştırılmasına yönelik ilgi
sadece Türkiye’de, o da, 20. Yüzyılın ikinci yarısından sonra
duyulmaya başlamıştır.
Yazılış tarihleri, Kül
Tigin Yazıtı için 732 yılı ve Bilge
Kağan Yazıtı için 735 yılı olarak verilen Orhun Yazıtları, bulunduğunda
Türkler için tarihöncesinin bitişinin zamanını belirlediğinden Türk Tarihine dair olağan üstü bir değişim
dönemini ifade etmesi yönü ile son derece önemlidir.
Böylece, yeryüzünde Tarihöncesini ilk bitirenler olan Sümerler için yazılı tarih veya daha öz bir deyişle tarih, beş bin beş yüz yıl
önce başlamış iken, yerleşik olmadaki gecikme sonucunda Türkler için yazılı tarih
sadece bin üç yüz yıl önce
başlamıştır. Dört bin yılı aşan bu yazıya
dayalı kültürel uçurumun yarattığı
boşluk entelektüel gecikmişlikteki
aranın kapanmasını güçleştiren “katı bir
duvar” olarak halen de karşımızda durmaktadır.
Sonuçta, tarihte
gelişme sürekliliğini binlerce yılı bulan
yazılı kültüre dayandırarak sürdüren “birleşik kıta” Avrasya’nın iki ucundaki Çin
ve Avrupa, kıtanın ortasında kadim
çağlardan beri bu olanaktan uzun dönemler süresince mahrum kalmış olan Orta Asya’nın sözlü kültürlü halklarına karşı kesin bir üstünlük sağlamıştır.
İşte Osmanlı’nın,
diğer Orta Asya Türk devletlerine kıyasla
devletin sürekliliği yönündeki kısmi de olsa göreceli üstünlüğü, kentleşmiş olmaktan dolayı maddi kültür ve yazılı seküler uygarlığa sahip Avrupa‘ya ikinci milenyumun
ikinci çeyreğinden itibaren komşu
olmayla maddi kültür ve yazılı seküler uygarlık yönünde az da olsa sağlamış olduğu gelişmişliği dolayısıyladır.
Mustafa Özcan (27 Mart 2017)
__________________________
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder