30 Mayıs 2012 Çarşamba

Zorunlu Diyalektik (Erdoğan Merdemert, 30 Mayıs 2012)

Zorunlu Diyalektik 

Var olan ama karşıtı ile çelişmeden duran bir nesne ya da bu nesnenin aktif (canlı) pozisyonunun güncel var oluşu mantıksal diyalektik açısından mümkün değildir. O zaman, bir şey (öznel, nesnel, toplumsal, kültürel olabilir) ya da ona ait oluşumun merkezindeki çekirdek, ne şekilde olursa olsun bir miktar devinmelidir, bu hareketin kuantumu, metaforik olarak bir bilyenin düz bir zeminde dönerek kat edeceği en küçük mesafe olarak tanımlanır ve evrenin her yerinde ve her elektronunda bu dönme (spin) vardır. Yine ne şekilde olursa olsun (dönme ya da titreme), hareket eden bir şeyin göreli olması, göreli olanın da karşıtı tarafından önceden göreli yapılması gerekir, eğer böyle karşıtı olmayan bir şey varsa da onun karşıtı üzerinde bulunduğu zemin kabul edilmelidir ve eğer yine de karşıtı olmayan bir şey vardır denirse onun da kendi kendisi ile çelişmesi (ilişkili olması) gerekir.

Zihinsel aktivite de, bütün olarak bir tür devinimdir ve bu devinim, karşıt fikir ve düşünce formları arasındaki gidip gelmeler şeklinde var olur, bunu anlamak bile, bir karşıt fikir ilişkisi ile mümkündür, zihinsel aktivitenin etkili devindiricileri arasında içgüdüsel korku, sığınma, savunma, beslenme, üreme gibi temel itkiler bir nevi zorunlu diyalektik olgular şeklinde var olurlar. Bu çelişki alanı bu temel birimler sayesinde harekete geçse de daha sonra onun içinde dolan ve çelişmeyen hiçbir unsur tek başına var olamaz.

Matematik gibi soyut alanların diyalektiğinde belirli bir niceliğin belirliliği onun eşit alt birimleri olan sayılar ile ifade edilir ve örnek olarak üç sayısının karşıtı, üç olmayan bütün sayılardır ama bu soyut ayrım paradoksal olarak eşit olanların karşıtlığıdır ki üç sayısının ifade ediliş bakımından beş sayısından belirli bir ayrımı olmadığı halde onlar birbirlerine karşıt olmak zorundadırlar yoksa soyut da olsa var olamazlar ve pratikte kullanılamazlar.

Deneysel mekanik işleyiş alanları dışında bilimsel olarak bazı disiplinler son noktaya kadar çözümlenemezler çünkü böyle bilimlerin (doğa, toplum, tin gibi) tamamı görgül deney etkinliğine sokulamazlar, o zaman böyle disiplinlerde nesnel ölçüt olarak gerekli referans alanlarının tespit edilmesi zorunludur. Bu referans noktalarının var olduğu kabul edilse bile onların da birbirlerine karşı olmaları onların diyalektiği olacak ve böylece son noktaya varamayan bu çözümleme daha da zorlaşacaktır. 

Diyalektik zor bir bilimdir, hem kendiliğinden işlediği hem de manuel olarak her alanda sürekli kullanıldığı halde doğal bilinç alanında varlığı bile fark edilmez, evreni, evrimi, entropiyi var eder devinime amaç katar, varlığı kımıldatır.
                    
Erdoğan Merdemert (30 Mayıs 2012)

18 Mayıs 2012 Cuma

Özel ve Genel Görelilik Kuramı (Ateşan Aybars, 18 Mayıs 2012)


 

Özel ve Genel Görelilik Kuramı
David Hume’un önermelerini (sentetik/ analitik) okurken dogmatik uykusundan (dogmatic slumber) irkilen İ. Kant, Hume’un sentetik ve analitik önermelerini önsel  (apriori) ve sonsal (aposteriori) önermelerle birleştirerek ampirik ve ussal (rasyonel) ‘Alman İdealizmi’ni oluşturdu. İ. Kant’ın savunduğu gibi, evren hakkındaki bilgilerimizin yanlızca deney yolu ile mümkün olmadığını, örneğin zaman ve mekan sezgisinin zihnimizde önsel (apriori) olduğunu en iyi şekilde  A. Einstein’in olağanüstü sezgisinde gözlüyoruz. A.Einstein’ın Newton yasasında yaptığı değişiklikler insanlık tarihinin en en şık ve zarif sezgiciliğine örnek gösterilebilir. Zaten, A. Einstein kendinden önceki bilimsel bulguları, örneğin, Newton kütleçekim yasası, Maxwell’in elektromagnetik dalgasının ışık hızında gitmesi, Lorentz’in referans dönüşümleri vb. gibi yasaları biraraya getirip bütüncül resmi çizebilmesi de bu yeteneğini göstermektedir.
A. Einstein ‘Özel Görelilik’ kuramı (1905) ile Newton’un statik uzay ve zamanının ışık hızı ile sabitler ve hem zaman hem mekan görecelidir. Özel kuram, hızın değişmediği (ivmesiz) sistemler için geçerlidir. Havaalanı yada AVM’lerde kullanılan ‘yürüyen merdivenler’le görecelik kavramı çok basite indirgenebilir. Hızı 3 km/s olan bir yürüme merdiveni düşünün. Kenarda gözlem yapan birisi için yürüme merdiveninde sabit duran bir kişinin hızı 3 km/s’dir. Merdivendeki kişi 5 km/s hızla yürümeye başlarsa, kenardaki gözlemci için hız 8 km/s olur. Kime göre? Kenardaki gözlemciye göre. Merdivende yürüyen kişi ise kendi hızını 8 km/s olarak değil 5 km/s olarak gözler. Buraya kadar pasif Newton uzay ve zamanı. Ama nesneler ışık hızına yaklaşıldıkça, Einstein’ın aktif uzay-zaman kavramına geliriz ve sağduyumuzun algılamakda zorluk çekeceği garip olaylar başlar. Hızla giden nesne için zaman ve uzunluk kenardaki gözlemciye göre kısalmaya başlar (t’= δ.t; l’= δ.l olur. 0 < δ <1). Işık hızı 300.000 km/sn ile sabit referans olduğundan zaman ve mekan değil zaman-mekan bütünü bu sabite uyarlanır. Ancak, özel görelilik kuramı değişken hızı olan (ivmelenen) sistemler için geçerli değildir.
Peki, A. Einstein genel görelilik kuramına, yani hızın değiştiği (ivmeli) sisteme nasıl geçer? Popüler ikizler paradoksun’da ikizlerden birinin uzay yolculuğu dönüşünde kardeşinin çok yaşlandığını gördüğü bilinir. Ancak, dünyadaki ikiz, aslında uzay seyahatindeki kardeşinin durağan ama galaksinin etrafında çok hızlı döndüğünü ve yaşlanmanın uzay yolculuğuna çıkan ikizi için doğru olduğu paradoks’unu öne sürebilir. Dünyadaki ikiz ile uzaydaki kardeşi yer değiştirse fizik denklemleri açısından fark yoktur, aynı sonuç elde edilir, zira fizik yasaları her tür referans için simetriktir. Oysa, uzaylı ikizin ışık hızına doğru yükselmesi için hızının değişmesi (ivmelenmesi) simetrinin kırılması  demektir. A. Einstein’ın genel görelilik kuramı için simetri kırılmasının çözümü, yani ivmeli hareketi özel görelilik kuramı ile birleştirmesi gerekti. Nitekim, Newton yasalarını *Benzerlik (equivalence) Prensibi  ve doğrusal hareketi **‘geodezik’ kavramı ile değiştirerek bilim tarihinin en güzel, en zarif akıl yürütmesini sergileyerek genel görelilik kuramını başarmıştır.
*A.Einstein önce, Newton’un iki yasasının (F=g(mM)/d2 ve F= m.a)  ‘Einstein odası düşünsel deneyim’i ile farklı olmadıklarını, her iki yasanın aynı şey olduğunu düşündü. Gerçekten kütleçekim diğer doğa güçleri gibi olmayıp serbest düşüş halinde hissedilmez. Newton’un kütleçekim yasası yerine uzay-zaman bütününün kütle ile eğrildiğini ve bu eğriliğin kütleçekim’e sebep olduğunu gösterdi. Kütlelerin sebep olduğu bu eğrilik çekimi (uzay bükülmesi) 1919 da A. Eddington tarafından gözlendiğiı gibi ışık (foton) dahil tüm maddeler için geçerlidir.
**Düzlem (Öklid) geometrisinde doğru olan ve Newton’un iki nokta arasında en kısa mesafenin bir doğru olduğu gerçeğinin, Einstein uzayında (Riemann Geometrisi) doğru olmadığını ve uzay geometrisinde eğimli de olsa herhangi bir nesne zaman içinde en kısa mesafe olan ‘Geodezik’ boyunca ilerleyeceğini düşündü. Üç adet ‘Geodezik’ (time/space/null) ve Minkowski’nin katkısıyla ışık konisini oluşturdu.
Newton’a göre herhangi bir nesneye kuvvet etki etmedikçe aynı doğrultuda yol alır. Einstein, Newton’un bu ifadesini  herhangi bir nesneye kütle çekim (gravity) dışında bir kuvvet etki etmedikçe ‘Timeline veya Null Geodezik’ doğrultusunda yol alır şeklinde değiştirdi. 
Ateşan Aybars (18 Mayıs 2012)

17 Mayıs 2012 Perşembe

Özne ve Nesne (Erdoğan Merdemert, 17 Mayıs 2012)

Özne ve Nesne

Üç metre ötenizde bir nesne gördünüz, sonra gözünüzü kapadınız, o nesne gözünüz kapalı olduğu sürece biri düşüncenizde ve biri de kendi yerinde olmak üzere iki tane olmuştur ve aynı anda iki yerde de bulunmaktadır. Birisi öznel olduğu halde her ikisi de gerçektir yani o görülen şey paradoksal olarak şimdi hem öznel hem de nesneldir. Yeterli deneyimi olan birisi için düşünce alanındaki gerçeklikler, görülen nesnelerin mekanik hafızadaki örüntüsü ile üst üste gelecek şekilde doğrulama bağıntıları gerektirir.

Dışsal algıya ait fotonlar retinada koni ve çubuk hücrelerin üzerinde, temsil ettikleri görsel sahnenin benzeri bir uyarı alanı oluştururlar ama retinadaki bu hücrelerin ışığa duyarlı uç kısımları (outer segment membrane), gelen fotonlara ters durur (görüntünün retinada ters durmasının bununla hiçbir ilgisi yoktur) ve ayrıca bu uçlar bir pigment epitel doku içine gömülüdür. Ağ tabakadaki üç katmanı geçerek geliş yönlerinin tersine duran hücre alıcılarını etkileyen fotonlar, (retinal+opsin=rodopsin gibi) kimyasalların miktarlarını değiştirerek kendi çıkışlarını inhibe ederler (baskılarlar), yani burada da durum tersine çalışır, çok foton alan bipolar ve gangliyon hücre çıkışları inhibe olup iletimi azaltır, az foton aldığında ise iletim çoğalır bunun sebebi çok az ışıkta bile görmeyi sağlamaktır yani hiç foton yokken iletimde olan göz sinirleri, gelen foton miktarı kadar iletimi kısar ve beyin de buna göre çalışır.

Buraya kadar daha retina dan dışarı çıkamayan görüntünün sinirsel iletileri beyindeki ilk durak olan LGN'ye geldiğinde, temsil edilen görsel sahne biraz daha şekil değiştirerek buradaki nöronların üzerinde de kabaca ikinci bir örüntü (uyarı alanı) oluşturur.

Böyle hedefine doğru ilerleyen görsel sahne ancak V1/V2 bölgesine kadar çok kabaca bir örüntü formunda kalır sonra tamamen yolunu kaybeder ve yaklaşık 32 bölgeye parça parça yayılır, (bu bölgelerin kombinasyonunun nasıl yapıldığı bilinmiyor) ve en son PPA (Parahippocampal Place Area) ya kadar ulaşıp daha önce orada kayıtlı olan temsilini arar, ama ilginçtir ki hippocampusu tamamen alınmış hastalar görme sorunu yaşamaz.

Görsel farkındalığın tamamlanmamış teknik/mekanik yapısı bu olsa da görsel nesne, özneyi var etmez ama etkinleştirir, özne de bu nesneyi var etmez ama ona değer katar ve bu böyle devam edip gittikçe dünyadaki ve evrendeki her şey düşüncenin içine dolar ve bu onu (düşünsel alanı) hiçbir zaman tüketmez. O zaman düşüncenin kapasitesi sonsuz olmalıdır ki bu aynı zamanda onun kendi etkin sonsuzluğunu da kanıtlar.

Düşüncede karşılığı (temsili) bulunmayan nesne henüz deneyimlenmemiştir, o nesne düşünceye geldiğinde ise ona ait gerçek, hakikate döner ama düşünce bunun tersini de yapabilir yani var olması mümkün olmayan bir şeyi de düşünebilir ve bu simetri bozulması bu yönden öznel gerçekliği çarpıtır. Bu birbirinin tersi olan iki etkinlik, nesneden düşünceye doğru ilerlediğinde gerçeklik, düşünceden nesneye doğru ilerlediğinde ise imagination olur.

Buraya kadar olanlar, gözlemlenen nesnelerin anlamlandırma ilişkileridir ve sadece görsel farkındalık için soyutlamacı öznel etkinlikler anlamına gelir.

Son olarak söylenebilir ki özne, nesnede hiç kapsanmamaktadır ve nesnenin özneden haberi bile yoktur, onun karşısında etkinleşen özne ise bunu pragmatik olarak kendisi yapar, bunun temelinde özgürleşmek isteyen “ben” vardır.

Erdoğan Merdemert (17 Mayıs 2012)

www.kadikoydusunceplatformu.blogspot.com

16 Mayıs 2012 Çarşamba

DUYURU (Toplantı Saatleri)

KDP Cumartesi Sohbet Toplantıları 19 Mayıs 2012 tarihinden itibaren yaz dönemi boyunca 14.00 - 17.00 saatleri arasında yapılacaktır.

Toplantı yeri her zaman olduğu gibi Caddebostan Kültür Merkezi'ndeki toplantı salonudur.

KDP dostlarına duyurulur.

 

8 Mayıs 2012 Salı

SANAT (Erol Erbirer, 8 Mayıs 2012)


SANAT

Sanat, zamanımızda yaşamımızı sürdürmenin ilk koşuludur. Günümüzde anamalcı düzen gereği mekanikleşen insan, bir şey durumuna düşmüş maddeye yönelik uğraşıları sonucu sanatı gereksiz bir durum olarak algılamaya başlamıştır. Oysa sanat insanın kendini ifade etmesi, evreni yorumlaması, tek düzelikten, çok hücreli basit bir canlı olmaktan kurtulması için ekmek su gibi gerekli temel bir maddedir.

Yaşamımız neden yetersiz? Araştırıcılar sonuçta şu gerçeği ortaya çıkarıyorlar. İnsanoğlu kendini aşmak istiyor, ayrı bir birey olmakla yetinmeyip, her zaman olabileceğinden daha ötede birşeyler istiyor. Yaradılışının sınırlarını aşmaya çalışarak, sezip özlediği bir doluluğa, daha doğrusu daha anlamlı bir dünyaya geçmek için çabalıyor. Kapanık yaşantısı içerisinde kendini tüketmek zorunluluğuna baş kaldırarak ölümsüzlüğe ulaşmak için çabalıyor.

İşte bu başkaldıran insan, bilincine vardığı güçsüzlük duygusunu güçlülüğe, doğa korkusunu doğaya egemen olma yeteneğine dönüştürmeye  çalışmış, hala da çalışmaktadır. İnsanlığın oluşumundaki bu çalışmada rehber sanat ve bilimdir.

İnsan gerçeklikten sıyrılmak, yaşamın güç koşullarından ve gerçekliğin ağırlığından birazcık kurtulabilmek için de sanatlara sığınabilir.

Dünya insanlar için zorlaştıkça bizler de kaçınılmaz olarak sanatçıların yarattıkları ve bizim özlediğimiz soyut imgeler alanına, örneğin klasik müziğin gizemli duygular dünyasına sığınırız.

Sonuçta sanatın işlevini dört bölümde inceleyebiliriz:

1- İletişimsel İşlevi: Sanat insanların birbirleriyle karşılıklı olarak bir düşünce, duygu ve özlem alışverişinde bulunabilmelerinin bağlayıcı kanalıdır.

2- Aydınlatıcı – Yapıcı İşlevi: Sanatın herşeyden önce yaşam üstünde belirli bir bilgiyi kendi içinde taşımasından ileri gelir.

3- Eğitimsel İşlevi: Doğrudan doğruya insanlara yaşantı vermeleri üzerine kuruludur. Konsere giden, sergi gezen, dünyaya sanatçı gözüyle bakmaya ve değerlendirmeye başlar. Bir başka deyişle dünyayı algıladığı gözlüklerin kalitesini arttırmıştır.

4- Haz Verme İşlevi: Bir yaratının sanat eseri sayılabilmesi, bütün diğer özelliklerinin yanı sıra, estetik bir değeri olmasına da bağlıdır. Estetik değerler insana güzellik getirir, güzellik insanda bir sevinç kaynağı oluşturur.

Bir resim, belli bir doğa parçasına aittir, veya belli bir insanın portresidir. Bir şiir ya da müzik parçası aynı şekilde doğadan, ya da insan ruhundan, duygulardan bir anlatımdır. Kısacası her sanat yapıtı bize varlığı anlatır ve yorumlar.

Sonuçta sanatta dile gelen, somutlaşan her şey bütün gerçek düşünsel ve ideal ilgileri içinde insandır. Sanat insan içindir ve bunlar nedeniyle “sanata saygı duymak insana saygı duymaktır” denir. Ve yine sanat, insanı aklıyla hareket edebilen kendi kararlarını bağımsız davranış içinde verebilen doğan Cüceoğlu’nun deyimiyle “Kalıplaşmış İnsan” kişiliğinden çıkıp “Çağdaş İnsan” kişiliğine sokar.

Çalışarak insan olan insan, doğalı yapaya dönüştürerek hayvan dünyasından kurtulan insan, bu yüzden yeryüzüne ateş getiren Promete, müziği ile doğayı bütünleştiren Orpheus olacaktır.

İnsan ölmedikçe sanat ölmeyecektir.

Sözlerimi değerli dostum Üstün Gökmen’in bir şiiri ile bitiririm.

Yola çıkınca her sabah,
Bulutlara selam ver,
Taşlara kuşlara,
Atlara, otlara,
İnsanlara selam ver,
Ne görürsen selam ver,
Sonra çıkarıp cebinden aynanı,
Bir selam da kendine ver,
Hatırın kalmasın el gün yanında,
Bu dünyada sen de varsın,
Üleştir dostluğunu varlığa,
Bir kısmı da seni sarsın.

Erol Erbirer (8 Mayıs 2012)






7 Mayıs 2012 Pazartesi

Duyuru (HATIRLATMA): Kadıköy Düşünce Platformu 2012 İlkbahar Paneli



"Kadıköy Düşünce Platformu 2012 İlkbahar Paneli" aşağıda belirtilen yer ve zamanda yapılacaktır. Bütün KDP grubu üyeleri ve konu ile ilgilenenler davetlidir.

Panelin Konusu: "Bilgi Sistemleri"
Yer: İstanbul Yelken Kulübü Fenerbahçe Tesisleri Toplantı Salonu (Fenerbahçe Burnu, İstanbul)
Zaman: 12.05.2012 Cumartesi, Saat: 16.30 - 18.30
Moderatör: Mustafa Özcan
Konuşmacı: Prof. Dr. Murat Dinçmen

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Koordinatlandırma ve Mikrokozmosda Dikotomi ve Diyalektik (Mustafa Özcan, 5 Mayıs 2012)


Koordinatlandırma ve Mikrokozmosda Dikotomi ve Diyalektik             

Bu yazı da dahil olmak üzere son yazılarımda kozmosun dikotomik (daimi tümleşik karşıt çift) özellikli iki temel varloluşsal görünümü olan özdek (madde) ve erkenin (enerjinin) uzayzamanda matematiksel olarak gösterilebilmesi amacıyla yapılacak koordinatlandırma işleminde araç görevi görecek koordinat (eşgüdem) dizgesinin kurgusunu oluşturmayı amaçlamaktayım.

Öte yandan ayrıca konunun zihnen biçimselleştirmesiyle ortaya çıkacak kurgunun kuram-kılgı bütünselliğini sağlaması amacı ile diyalektik (eytişimsel) düşünce bağlamında ele alınmasının yerinde ve doğru bir yaklaşım olduğunu da düşünüyorum.

Amacım hakkındaki meramımı başka bir sözceleme ile belirteyim. Bilindiği gibi, matematikte koordinatif (eşgüdümsel) gösterimlerde somut ortam olarak dört boyutlu olan uzamsal bir süreyin (ekstansiyonel kontinum; vüsat-ü mütemadiyye) varlığı kabul edilir. Devamında ise, burada var olan kinetik-özdeksel özellikli bir noktanın ortamdaki işlevlerinin tanımlanmasında başvuru (referans) çerçevesi görevini üstlenecek olan biçimsel bir konumlandırma dizgesinin (sisteminin) gerekli olduğu açıktır. İşte şimdi bu dizgenin öncelikle zihni oluşumu için gerekli olan algısal kurulumunu dizgenin nasılını irdeleyerek bulmayı deneyeceğim.  

Böyle bir kurulum kurgusu ile nesnel büyüklüklerin biçimsel özelliklerinin koordinatif gösterimi için gerekmekte olan imkan yaralatılmış olacağından doğa bilimleri ile biçimsel (formel) bilimler arasında süren yakınlaşma sürecinde tümleşme aşamasına doğru önemli bir köprünün atılmış olacağını düşünüyorum.

Şimdi irdelemeyi hazırlayıcı bir sorgulama olması için konuya zihinlerde algısal kurulumun oluşmasına yönelik olarak daha önce ortaya konulan görüşlere kabaca göz atarak gireyim. 

Anımsanırsa; bir önceki denemede salt (mutlak) izotrop (her yönü ve yeri ayni olan; özdeşyönlü) özdeksel boşluk neliği (mahiyeti) ile uzayzamanı koordinasyon (eşgüdüm) ortamı olarak kabul etmiştik. Böylece bu ortamda tanecik ve dalga özelliklerini eş zamanlı olarak bir arada bulunduran dikotomik ıradaki bir fotonu (ışıncığı) başkaca hiçbir şeye gereksinim duymaksızın sonsuza dek hareket edecek şekilde tanımlayarak (karakterde) ele alıp incelemiştik. Bu kapsamda da diyalektiğin (eytişimin) “sınırlı olma zorunluluğu” ilkesinin gereği her olgunun sadece belirli bir dizge (sistem) sınırları içinde var olabileceğinden söz ederek bunu rölativistiğin (göreselciliğin) temel olgusu diye tanımlayıp deneysel olarak kanıtlanmış olan ışık hızı sabitliği bağlamında temel bir ilke neliğiyle (mahiyetiyle) geçerliliğini kanıtlamıştık.

Ayrıca, mikrokozmik konulara rölativistik (göreselci) mekanik temelinde yaklaşılması gerektiğini vurgulayarak özdek ve erkenin dikotomik özellikteki bir fotonda tek veya çift özlü olma şeklindeki iki farklı durumsallığı olabileceğinden de söz etmiş ve bunu daha sonra irdeleyeceğimizi belirtmiş idik.

Şimdi sıra bunun anlamının ne olduğunun üzerinde kısaca durmaya geldi.

Önce ilk aşamada manyetik ve elektrik kutuplar örneğinde bu durumu görünürleştirmek  uygun olacaktır.

Manyetik kuzey ve güney kutuplar diye tanımlanan fiziksel gerçeklik bütünsel dikotomik kip neliğiyle her zaman ve her yerde birlikle var olma (eşvaroluş, coexistence) şeklinde bir özellik sergiler.Öte yandan artı ve eksi diye tanımlanmış elektriksel kutupların birlikte var olmak gibi bir zorunluluklarının olmadığını biliyoruz. Yani manyetik kutuplar daimi olarak birlikte var olabilirken elektriksel kutuplar birbirinden ayrı olarak var olmakta ve bir araya geldiklerinde yansızlaşmakta, yani bu özelliklerini yitirmektedirler.

Bu durumun diyalektik görüngeden bakıldığında ne anlama geldiğini anlamaya çalışalım.

İlkin terimlerle anlatmak gerekirse manyetik kutupların dikotomik bir ıra (karakter) sunmakta olduğunu belirtmeliyim. Yani, her hal-ü karda iki kutup daima ve her zaman birlikte var olurlar. Oysa elektriksel kutuplar her zaman sadece ayrık olarak var olabilmektedir. Bir araya geldiklerinde ise nötrleşmekte ve zıt yüklü özelliklerini yitirmektedirler. Başka bir deyişle birbirini ortadan kaldırmaktadırlar. Eytişimsel bakışla anlatırsak parçacıklar tez-anti tez aşamasından senteze geçerek ortaklaşa olarak nötr, yüksüz denilen farklı bir karaktere (ıraya) bürünmektedir. Ama proton ve elektronun birleşmesi örneğinden gene de biliyoruz ki  yük bakımından nötr olan nötronda yükler varlıklarını saklı da olsa bir şekilde sürdürmekte ve nötronun çekirdekten bağımsızlaşmasından, yani serbest hale geldikten 15 dakika sonra meydana gelen ayrışmada yeniden belirmektedirler.

Bunun anlamı ise bütünün parçalarından farklı bir özelliğe sahip olarak varlığını diyalektik (eytişimsel) bir ıra ile belirli yer ve durumda sürdürebiliyor olmasıdır. Manyetik kutuplar ise sözünü ettiğimiz gibi sentez aşamasına geçemeyen, yani tez-anti tez aşamasında kalan bir durumla daimi olarak birlikte var olabilen zıt kutuplu ikilidirler; terminolojik deyişle dikotomiktirler.

Dikotomik ve sentetik olma, yani eytişimin bu iki hali bize çok şey öğretme potansiyeline sahiptir. Yeter ki biz doğru şekilde gözlemleyip yorumlayalım… 


Mustafa Özcan (5 Mayıs 2012)

Bor Başarısızlığı (Doç. Dr. Çetin ERTEK, 5 Mayıs 2012)


Bor Başarısızlığı

Dünya bor rezervlerinin yaklaşık %75’ine sahip olan Türkiye, dünyada bor ülkesi olarak adlandırılabilecek tek ülkedir (1). Türkiye bor rezervleri ile orantılı olarak dünya bor pazar payına sahip değildir. Uranyumumuzu, Toryumumuzu bir tarafa attık. Dünya ikincisi olduğumuz Toryumumuzu unuttuk. Bor için ne yaptık? Yüzyıllar geçti daha yeni bor araştırma merkezi kurduk, içinde 8 profesyonel çalışıyor! 8 Kişi maaşallah! Bor sanayinin sofrasının tuzudur. 295 sanayi kolunda kullanılmaktadır. Geleceğin yakıtı Hidrojen bile bor bileşiği içinde depolanabilir. Bu bileşiği üretebiliyor musun? Uç ürünleri yapabiliyor musun? Enerji, bor, borax, bunlar geleceğin zenginliğidir. Niçin ihmal ediliyor? Evlatlarımızı, torunlarımızı, torunlarımızın çocuklarını sevmiyor muyuz? Tabiatın bize verdiği zenginliklerimizi niçin kullanmıyoruz? Bunları sabit pazarlar haline niçin getiremiyoruz? Türkiye’nin sahibi bulunduğu bor madenleri, tenör-rezerv büyüklüğü, işletme kolaylıkları ile gerek kalite ve çeşitlilik, gerekse üretim maliyetlerindeki rekabet üstünlükleri açısından rakipleri karşısında benzersiz avantajlara sahiptir (1). Gerçek ne yazık ki bu beklentilerin çok uzağındadır. Türkiye’nin dünya bor pazarında kaçınılmaz lider olması gerekir.

Türkiye’nin bor üretim ve pazarlamasının tamamı devlet kuruluşu olan Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü tarafından kamu adına yürütülmektedir. Eti Maden İşletmeleri, Amerikan Borax firması (US Borax)’ın ardından %30’luk dünya pazar payı ile ikinci sıradadır. Borax ise %60’lık pazar payı ile birinci sıradadır. Türkiye dünya bor pazar payını neden arttıramıyor? Türkiye kontrol edilebilir bir pazarlama ağını kuramamıştır. US Borax’ın liderliğini kabul etmiş gözükmesi ve pazarlama politikalarını lider güdümlü sürdürmesi, tüm rekabet üstünlüklerini kaybettirmektedir. Eti Maden İşletmelerinin istikrarlı bir bor politikasının olmayışı, yatırım-üretim ve pazarlama politikalarında özel bir yapıda olmaması nedeniyle alıcı tarafından güvenilir bir tedarikçi sıfatını taşımaktan uzaktır.

Hükümet politikalarından olumsuz etkileşimler, yatırımların rekabete uygun olmayışı, yatırımların politik istikrara göre yapılması, yatırım çeşitlemesinde bölgesel baskılar, yatırımların gecikmesi, ihale adımlarında bürokratik engeller, ihale kanunundan kaynaklanan sorunlar, bürokratik prosedürlerin zaman alıcı olması, tesis-mühendislik hizmetlerindeki yetersizlikler, yatırım fikirleri geliştirecek ekip yetersizliği, yatırım maliyet ve kontrolünde yetersizlikler, ihale şartları hazırlanmasında yetersizlikler, yönetimden kaynaklanan sorunlardır. Karar vericilerdeki bürokratik çekincelerin varlığı, denetim baskısı, bilgi ve teknik eksikliği, özelleştirme yapıyoruz yaptık belirsizliği sorunları, pazarlama yönünden yetersizlikler, hiyerarşik seyirde yavaşlık, rekabet koşullarına uygun fiyet esnekliği sağlayamama, son karar vericiye inisiyatif verilmeyişi, yönetim ve yöneticiye duyulan güvensizlikler, komplolara karşı yetersiz analizler, fiyat belirlemede ilkellik, yurtdışı pazarlama şirketlerinin yetersizliği, yeni müşteri kazanma zayıf, yıllık performans ölçümü yapılmıyor, ürün kimyasında değişiklikler iyi takip edilmiyor, kullanıcının yönlendirilmesi yetersiz. Bunlar pazarlama yönünden yetersizliklerdir.

Üretim yönünden yetersizlikler: Yeni ürün araştırmaları yok, yerli araştırıcının ürün geliştirmesinde inanç yok, uzman araştırmacı yetişmiyor, üniversiteler yetersiz, laboratuvarlar yetersiz, araştırmayı teşvik yetersiz, araştırma raporlarının araştırma ruhundan uzak hazırlanması, teknolojik eğilimler takip edilemiyor, araştırma kaynakları yetersiz, araştırmacılar yetersiz, üretici ve pazarlama kuruluşlarından destek yetersiz, cevher üretiminden kaynaklanan sorunlar, sabotaj, karar vericilerin bilgi ve tecrübe eksikliği, ambalajlamada denetim eksikliği, hatalı yüklemeler, yatırım izni alımında adımlar çok zaman alıcı.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Toryumda dünya ikincisi, borda dünya birincisi olan Türkiye tabiatın ona verdiği bu zenginliği enerji ve teknoloji alanında kullanamıyor. Buna “varlık içinde yokluk” denir. Türkiye’ye yakışmıyor. Tekniğe ilgi ne halk içinde, ne orta sınıfta, ne varlıklı sınıfta yok denecek kadar az. Üniversitelerimizde Fizik, Kimya, Biyoloji bölümleri kapanıyor, kendimize gelelim.

Haberler hep kötü değil, iyi haberler de var: Büyükmıhçı Grubuna bağlı olarak Kayseri’de kurulan Bor Teknik A.Ş.’nin Genel Müdürü Murat Sert, yaptığı açıklamada, 3 yıl önce İTÜ ile bor madeniyle ilgili yaptıkları ar-ge çalışmaları sonucunda, bor türevlerinin üretimine başladıklarını söyledi. Savunma sanayine yönelik olarak başlattıkları çalışmaların başarı ile sonuçlandığını ifade eden Sert, şöyle konuştu: “Çalışmalarımız Türk Silahlı Kuvvetlerinin her kademesinden büyük destek aldık. Dünyada sadece Amerika’da iki firma tarafından üretilen ve zırh kaplamasında bir devrim kabul edilen, hafif olması nedeniyle tercih edilen bor karbürü kendi tesislerimizde, kendi makinalarımızla üretmeyi başardık. Yapılan testlerde ürünlerimizin son derece üstün vasıflarda olduğu ortaya çıktı. Ürünlerimiz askeri yetkililer tarafından incelendi ve olumlu rapor verildi”.

Doç. Dr. Çetin ERTEK (5 Mayıs 2012)
__________________________________________________
(1)  Türkiye’nin bor madenlerinden beklenilen derecede yararlanamamasının nedenleri üzerine yapılan Sebep-Sonuç Analizi, Üncü Ü.R. & Yerlikayalar Cevdet, Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü.