EVRENSEL VE YEREL HER TÜR FİKİR VE DÜŞÜNCENİN OLUŞTURUMUNUN VE DEĞİŞİMİNİN ÖZGÜRCE YAPILDIĞI AVRASYASAL-ENTELEKTÜEL MERKEZ. Kadıköy Düşünce Platformu, günlük yaşamın bilim, kültür, politika, sanat, ekonomi, devlet ve yönetişim konularının sorunlarına disiplinler arası ve ötesi anlayışla holistik ve evrimselci bir yaklaşım ile çözüm arayışı çabası içindedir. ~~~~~~~~~~~~~~~~~~"KDP BÜTÜNSEL BİLİMİN ARAŞTIRMA MERKEZİ"~~~~~~~~~~~~~~~~~~
31 Aralık 2016 Cumartesi
25 Aralık 2016 Pazar
Duyuru: KDP Cumartesi Sohbet Toplantısı yılbaşı nedeniyle 31.12.2016 tarihinde yapılmayacaktır.
Duyuru:
Her hafta cumartesi günleri gerçekleştirilen KDP Cumartesi Sohbet Toplantısı yılbaşı nedeniyle 31.12.2016 tarihinde yapılmayacaktır. Toplantılara bir sonraki hafta cumartesi günü 7.1.2017 tarihinden itibaren devam edilecektir.
Toplantı yeri her zaman olduğu gibi Caddebostan Kültür Merkezi'nde, ana girişin bir alt katında bulunan etkinlikler salonu olup, toplantılar daha önce kararlaştırıldığı gibi sonbahar-kış dönemi boyunca 15.30 - 17.30 saatleri arasında yapılmaya devam edecektir.
23 Aralık 2016 Cuma
Akıl ve Duygu – 4 (Timur Otaran, 23 Aralık 2016)
Gurur - Utanç/Suç
Aristo’nun erdemlerin başında gördüğü gururun, Orta Çağlar’da yedi ölümcül günahın birincisi olarak aşağılanmasına karşın, ABD’de 60’lı yıllarda ortaya çıkan Siyah Gururu olarak yüceltilmiş bir duygu olabilmesinin ardındaki nedenleri anlamak için, bu kavramın toplumsal kabuller bağlamındaki karşıtı olan kavram araştırılınca, cemaatlerde utanç, cemiyette alçak gönüllülük kavramının öne çıktığı görülür.
Kendisi ile ait olunan grubun küçük düşürülmesi olarak algılanan utanç duygusu, yapılan bir yanlıştan çok insanın ne tür biri olduğu ile ilgilidir. Gurup aidiyeti güçlü olan Japonya benzeri ülkeler utanç toplumları olarak bilinirken, bireysel sorumluluğun geliştiği ve yapılan ahlaksızlığın hesabının çevre ile değil, bireyin vicdanı ile yapıldığı yerlerin ise suç toplumları olarak bilinmesi, duyguların, toplumsal sistem içindeki rollerle olan bağına işaret eder.
Bu bağlamda, insanların, O.Pamuk’un ödülünden gurur duyması veya geçmiş katliamlardan utanması gerektiği savının, nasıl bir toplumsal sistemi ön gördüğü irdelenebilir. Diğer yandan, ne rezil olma, ne de bireysel sorumluluk taşıyan bir kitlenin hangi toplumsal sözleşme içinde yaşayabileceği de araştırılmaya muhtaçtır.
Haset ve Kıskançlık
Haset, sahip olunmayan veya hak edilmeyene gıpta iken, kıskançlık, sahip olunanın kaybedilme korkusudur. Çok yaygın görünen kıskançlığın, sosyobiyolojik evrimin bir gereği olma olasılığı vardır. Bir fesat içermeyen imrenme duygusu, tüketim toplumları için olumlu bulunmakla beraber, hınç, kin ve garez gibi aşırı duygular yedi ölümcül günahlar içinde değerlendirilir.
İçerleme/Gücenme/Zoruna Gitme
Kendini zayıf, çaresiz ve yetersiz bulanların, imrendikleri güçlü ve zengin insanlara karşı yapamadıklarının büyük bir güç tarafından yapılmasını umarak geliştirdikleri duygularla bağlandıkları mağduriyet ideolojisi, bir yandan gıpta edilen güç, zenginlik, güzellik ve gençlik gibi özellikleri küçümserken, diğer yandan da cehaleti olumlar. Bu duygularda, kendinden daha iyi ve şanslı olana bakarak hayata küsmek gibi olumsuz özelliklerinin yanı sıra, hayatın adaletsizliğini düzeltme potansiyeli de vardır. Hem sağda, hem de solda bol taraftar bulan bu ideolojinin despotik liderlerce çokça kullanılmış olması bir tesadüf müdür? Atatürk’ün bu yola girmemesinin nedenlerini yeterince biliyor muyuz?
İntikam/Öc
Yanlışı doğru yapma gibi güçlü bir sav ile ortaya çıkan ve pek çok filme konu olan intikam, tehlikeli ve durdurulması güç bir duygudur, ama ne affetme, ne de adalet duygusu onun yerine geçebilir, çünkü, diğerlerinin varlığı öc alma duygusunun yokluğunda anlamsızlaşır. Sonuçta, duyguların hakimiyetindeki öc ile aklın hakimiyetindeki adalet el ele yürür. Kurulu sistemi bozmak isteyenlere sesiz kalınmasının toplumsal çöküşü tetikleme tehlikesine karşı bir çare olarak bulunan ceza uygulamasının kökleri sosyobiyolojik evrime uzanabilir.
Timur Otaran (23 Aralık 2016)
21 Aralık 2016 Çarşamba
Akıl ve Duygu – 3 (Timur Otaran, 21 Aralık 2016)
Öfke
Saldırgan, düşmanca, tehlikeli, patlayıcı olma gibi olumsuz özelliklerinden dolayı, duyguların genellikle olumsuz olduğunu düşündürmüş olan öfkenin, her zaman ve her yerde olumsuz olduğunu söylemek mümkün müdür? Örneğin, Truva surlarının etrafında turlayan Aşil’in arabasının arkasında sürüklenen Hektor’un ölü bedeninin hikayesini anlatan Heredot’tan bu yana bölgemizde hakim olan şeref cinayetlerinin bölge insanı tarafından olumsuz algılandığı söylenebilir mi?
İki yaşındaki bir bebeğin, kıpkırmızı kesilip ve baştan aşağı kasılıp ağlayarak sergilediği öfke ile elde ettiklerinin/edemediklerinin bilgisi ile geliştirdiği stratejiyi fark edebilen ebeveynler çocuk yetiştirme sistemlerini bu bilgi ile sorgulayabilirler.
Aşağıdakinin üste çıkma stratejisi olan öfke, sadece birkaç dakikalık patlamalardan ibaret değildir. Uzun süreli kızgınlıklar da vardır. Bunun örneklerinden, S.Dali’nin babasına yıllarca süren öfkesi yararsız olabilir ama, Pikasso’nun Guernika tablosuna yansıttığı öfke, ince bir sanatsal forma bürünebilmiştir. Benzer şekilde. Feminist hareketin. 68’li yıllarda kadınlara ‘Öfkelenin’ demesinin sonuçları, şiddet ve saldırganlık değil, karşılıklı anlayışa dayanan yeni bir düzen getirmiştir.
Kendini ve dünyayı değiştirmek için insanın kendine biçtiği bir rol olan öfke, çoğunlukla olumlu sonuçlar doğurmasa da, ne her zaman şiddet içerir, ne de tamamen yanlıştır; diğer bütün duygular gibi, tam yerinde olduğu durumlar da vardır.
Aşk / Sevgi
Aristofanes’in insanın ikinci yarısını bulması olarak tarif ettiği aşk, fiziksel, romantik, ruhani, dostluk ve pek çok şeyin sevgisi anlamında kullanılmış, politik yanı ağır basan bir kavramdır. İlk görüşte aşk, mümkün olmakla birlikte, geçip gitmek ile ilişkiyi başlatmak arasında herkesin karar vermek için düşündüğü bir an vardır. Aşk, korku ve öfke gibi hissedilmez. Her aşk durumunun, gidilecek yolu mümkün kılan değişik bir bilgisi ve hikayesi vardır. ‘Güzelliğin on para etmez, bendeki bu aşk olmasa’ sözü, öznel değerlendirmenin önemini vurgulamakla birlikte, aşkın konusu olan nesnenin anlamını yok saymaz.
Sistemin uyarılması ile salgılanan hormonlar, duruma göre farklılık gösterir. Şehvet, romantik çekim ve bağlanma duygularında salgılanan sırasıyla, testesteron, dopamin ve oksitosin/vasopresin hormonlarının etkisi ile oluşan her bir duygu için farklı kişilere yönelmek de, kıskançlık, saplantı, düşmanlık ve acı çekmek gibi, aşktan beklenen olumlu duyguların tam tersi duygulara sahip olmak da mümkündür.
Timur Otaran (21 Aralık 2016)
16 Aralık 2016 Cuma
Akıl ve Duygu – 2 (Timur Otaran, 16 Aralık 2016)
Değerlerin Yayılması
Heidegger’e göre, Insanın yaşamını şekillendiren şeyler, dertlenerek ilgilendikleri ve gerçekten umursadıklarıdır. Hayatın anlamını, kendinden daha büyük bir amaç bulup, kendini ona adamakta bulanların farklı duygularını bir arada tutan şey, dünyanın belirli bir şekilde kabul edilmesini sağlayan değer yargılarıdır.
R.Dawkins’in, bir kültür veya davranış sistemine ait bir öğenin (Yazılı metin parçası, video, görüntü, vd.) taklit ve tekrar üretim yolu ile, özellikle internet üzerinden, değişerek hızlı yayılması için önerdiği kavram mem (İng. – meme) biyolojik dünyadaki virüslerin özelliklerini gösterir. Virüste, bir nükleik asit dizisi nasıl bir yönelim kazanmış ise, benzer bir tavrı olan bilgi paketi (mem), kendini kopyalayarak yayılır. Bu mikrobik tekrarda belirleyici olan, yararlı/zararlı/yaratıcı/ yenilikçi, vs. nitelikler değil, yayılma içgüdüsüdür.
Özgürlük, adalet, barış, gerçeklik, komunizm, islam gibi fikirlerin yayılmasının, canlıların evrimindeki neslin çoğalması kadar güçlü olmasının nedeni, yayılma arzusu kadar (değerlerin gücü), ortamın (medya/internet) elverişliliğidir.
Batı’nın, güzellik, dans ve evlilik yarışmaları, moda defileleri, sanal şiddet ve pornografi gibi kendi kültürünün değersiz öğelerine karşı kazandığı bağışıklık ve özgürlük ortamı, onlarla bir arada yaşamasını mümkün kılmıştır. Diğer taraftan, medya/internet üzerinden değişerek ve özellikle beynin duygusal merkezlerini harekete geçirerek yayılan bu kültürel öğelerin (mem) diğer kültürler üzerine etkisi, J.Diamond’un, silah, mikrop ve çelik üçlüsü içinde en yıkıcı olarak gördüğü mikrobun etkisi ile özdeştir.
Bu gibi etkilerin diğer toplumlar üzerindeki etkileri ile ortaya çıkan toplumsal bağların çözülmesi ve ahlaki çöküş korkusu belirgin hale geldiğinde, kökten dinciliğin bu duruma karşı önerdiği çözüm, Batı’nın zehirli fikirlerini yasaklamak ve savaşmak olmuştur. Halbuki, mikroplardan olmadığı gibi, zehirli fikirlerden de sonsuza kadar tamamen kurtulmak diye bir seçenek yoktur. Zehirli memler için bizim bir çözümümüz var mı?
Timur Otaran (16 Aralık 2016)
7 Aralık 2016 Çarşamba
Akıl ve Duygu - 1 (Timur Otaran, 7 Aralık 2016)
Akıl Tutulması ve Duygulardaki Akıl
Us dışı fikir ve davranışlar şeklinde ortaya çıkan akıl tutulmasına mazeret olarak gösterilen duygular, insanın yaptığı değil, fakat başına gelen bir şey olarak değerlendirilmiş ve vücuttaki konumu için akıl ile farklı yerler önerilmiştir. Arıisto’nun duygular için kullandığı tutku (pasos) kavramının, aynı zamanda acı çekmek anlamında olması, duyguların usa uzaklığını düşündürür.
Us dışı durumdan kurtulmak için önerilen duygulardan arınmışlık (ataraksia) halinin örnekleri, Camu’nun Yabancı’sı ve Uzay Yolu’nun Mr.Spark’ında görülebilir. Bu karakterleri, insanlığa uzak ve nadir örnekler olarak değerlendirmek mümkündür. Gerçekten de, toplumda % 1 oranındadırlar ve insanlığa uzaktırlar. Fakat, bu gibi psikopat özellikler (samimiyet, pişmanlık ve empati yokluğu ve egoizm, vb.) gösterenlerin, üst düzey yöneticiler ve mahkumlar arasında % 21 gibi çok yüksek oranda temsilinin ve bunları toplumun en alt ve en üst uçuna götüren sürecin açıklanmasına gerek vardır.
Uzak Doğu düşüncesi, duyguların yeri konusunda, akıl ile kalbi birbirinden ayrı tutmaz. Aynı şekilde, Eflatun’un duyguların dengeliliği (apati) kavramı da usu dışlamaz. Sartre’ın varoluşçuluğu, bireyin kimliğinin kendisi tarafından oluşturulmasını esas alır ve duyguların sorumluluğundan kaçınılamıyacağını anlatır.
Korku ve öfke gibi temel sayılabilecek duyguların nerolojik tepkiler olduğu düşüncesi, tecrübe ve kültürün rolunü ihmal ederek konuyu mekanik bir anlayışa indirger. Fakat, duygular ile aklın bir araya geleceği düşünülemezse, duygusal zeka kavramı anlaşılamaz. Kaldı ki, yaşam mücadelesinde duygular insana yararlı olmasaydı, evrim sürecinde geçersiz hale gelmez miydi?
His, Duygu, Anlam ve Değer
Genellikle bir algıdan doğan ve fizyolojik karşılığı olan his (feeling), Stoa’cılarda, kızınca yükselip taşması ve üzülünce, boşalıp gitmesiyle, ısı/basınç altındaki sıvıları andiran bir hidrolik eğretileme ile, Dekart’ta hayvan ruhu, Freud’da ise, ruh enerjisi kavramları ile ifade edilen bir mekanizmadır. Bu mekanizma hisleri anlamada yararlı olabilir ama, bir amaca yönelme özelliği olan duyguları (emotion) anlamak için daha fazlasına gerek vardır.
Hislerin ardından gelen eylem tetikleyicisi duygular, değerlendirme yapmayı gerektirir. İçgüdüler ve fizyoloji ile bağları güçlü olan korku ve ofke gibi temel duygular da usu barındırır. Butun hayvanlarda bulunan korku duygusunun insan beynindeki merkezi amigdalanın uyarılara tepkisinin ustan hızlı olması, bu durumu değiştirmez.
Yılan ile karşılaşan birinin vucudunun adrenalin salgısı ile nabzının ve solunumunun hızlanması, öncelikle usunun tehlike algısı yapıp yapmamasına bağlıdır. Kaçma veya savaşma/avlama kararını verdiren duygunun tetikleyicisi, yılan değil, yılanın anlamı ve bu alignın yarattığı fizyolojik değişimlerin (hislerin) duyumudur. Değerlendirme için, duygunun oluşumuna ihtiyaç olması geregi, değer kavramının hem doğal içgüdüler, hem de edinilmiş güdüler ile bağlantısını oluşturur.
Akıl ve duygu denemelerimin ana yapısının kurulmasında yararlandığım kaynak : R.Soloman – Passions. Philosophy and Intelligence of Emotions.
Timur Otaran (7 Aralık 2016)
27 Kasım 2016 Pazar
Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xxvı- (Mustafa Özcan, 27 Kasım 2016)
Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xxvı-
Osmanlı bağlamında tarihin paradigmik ilkelerinin arayışı doğrultusunda özgün bir yazı dizisi olması için çaba harcadığım bu denemelerde, şimdiki makalenin daha anlamlı olarak değerlendirilmesi isteniyorsa öncekinin devamı niteliğinde olmasından dolayı okunmamışsa, ilkin onun okunmasını önemle öneririm ((1) veya (2)).
Söz konusu o denemede, uygarlıklara zemin hazırlayan imparatorlukların oluşumunun kökeninde yattığı düşünülen anlayışlar olarak kavramsal ulam çiftleri kimliğindeki dikotomilerden (konuşma) dil-(fonetik veya logografik) yazı şeklindeki ikiliden (konuşma) dil konusu olduğu belirtilmişti. Buradan da hareketle konu Osmanlı ve Çin İmparatorlukları bağlamında ele alınarak tarihselliğe olabilecek etkisi yönüyle bazı paradigmik ilkelerin bulunması için ipucu olması bakımından incelenmişti.
Şimdi bu denemedeyse, dil-yazı şeklindeki bu dikotomik ikili kavram ulamından konuşma dilinin dikotomik karşı tamamlayıcısı olarak yazı konusunun uygarlıkların oluşmasına olabilecek etkileri ele alınmaktadır. Kısaca belirtmek gerekirse, yazı konuşma dilinin işaret ve şekillerle kayda geçirilerek sözün uçuculuktan kalıcı hale getirilmiş biçimidir. Bu nedenle de insanlığın belleği olan tarih biliminin başlangıcı olduğu kabul edilmesine karşın ilk bulanı olan Sümerli rahiplerce emtianın dökümünün kayıt altına alınması için kullanılmıştır.
***
Pek çok genel tarihçi, tarih düşünürü ve tarih felsefecisinin fikir ürettiği bu alanda son dönemlerde en dikkate değer katkıyı kuşkusuz ki Jack Goody (3) yapmıştır. Goody’nin uygarlık tarihine bakışı, holistik tarzda olmamakla birlikte, akademik kökeninin antropoloji olmasından kaynaklanan geniş antropo-bilgiye dayalı bir görüngeden olduğundan, yaklaşımı Avrupa merkezli olmak yerine küresel bağlamda çok kültürlü bir uygarlık oluşumunun arayışı tarzındadır (4).
Tarihteki İlk ve Ortaçağ imparatorluklarının uygarlık oluşumuna coğrafya ve ahali (demografinin) olgularının yanı sıra sosyallik üzerinden etkisi, varoluşlarının dayandığı hanedana, orduya, din ve ideolojiye, hukuka, ticarete ile ulaşım ve haberleşmeye olan iyelikleri durumu yönüyle çok geniş bir tarih araştırmacı grubunca ele alınmıştır.
Bununla birlikte, belirtilen çeşitli etmenler arasında yazı ve yazının ulamsal tiplerinin uygarlık oluşumundaki etkisi, daha önce de belirtildiği gibi, etraflı olarak J. Goody tarafından incelenmiştir (5). Goody’ye göre yazı, dilin diyakronik (ardsüremli) kalıcılığını sağlamış sosyo-tarihsel temel bir olgu olduğundan uygarlık oluşumundaki etkisi yüksektir. Bu nedenle de bugünkü uygarlık düzeyine varışımızın kökeninde, kadim Grek ve İtalyan Rönesansı dönemi değil, yazının bulunduğu, Gordon Childe’ın nitelemesi ile Kentsel Devrim’in bir sonucu olarak büyük bir insanlık dönüşümünün yaşandığı Bronz Çağı dönemi vardır.
***
Yazının en genel olarak iki kategorik tipi, formu vardır. Bunlardan, işitselliği temel alan seslerin harflerle temsiline dayalı fonetik olan için, diğerlerinin yanı sıra, runik yazı ile Fenike, Grek, Latin, Orhun, Arap ve Kiril alfabeleri örnek olarak verile bilir. İdeografik veya logografik olan içinse, görselliği temel alarak varlıkların grafik gösterimine dayalı Sümer, eski Mısır ve Çin yazısı gibi yazılar örnektir.
Bu iki yazı biçimi ele alınarak yazının uygarlıklarla olan ilişkisi değerlendirile bilmektedir. Bundan da anlaşılıyor ki iki yazısal kategori, Batı ile Yakın, Orta ve Uzak Doğu coğrafyalarındaki eski imparatorluklar üzerinden zımnen de olsa uygarlık oluşumunda önemli roller üstlenmiştir.
Öte yandan, kâğıdı ve kâğıda baskıyla (presle) yazı kayıt tekniğini Çinlilerin bulmuş olmasına karşın, hızlı ve ucuz basım işini yapan matbaa makinesini keşfedenin Alman Gutenberg olmasının nedeni Çin yazısının logografik özelliğinin tekrarlı, hareketli metalik hurufata dayalı sayfa düzlemesinde kolay ve hızlı yapılabilen bir mürettiplik (dizgicilik) işine izin vermemesidir. Daha açık, net ve doğrudan bir anlatımla, dilsel varlıklar simgelerle temsil edilirken yazıda harf kullanmakla grafiksel şekil kullanmak arasında basit bir şeymiş gibi görünen bu nüans, kelebek etkisi yaratan sonuçları ile Batı uygarlığına, en azından 500 yıllık bir dönem için, Doğuya üstün gelmeyi sağlayan tarihsel bir ortamın oluşmasına olanak vermiştir.
***
Konuya bu bağlamda Türkî ve Osmanlı tarihselliği açısından bakıldığında, tarihin her döneminde kullanılmış olan yazıların fonetik kategorili yazı, yani çeşitli alfabeler olduğu görülür. Ancak, bu yazı tipini, yani alfabeleri kullanan diğer Avrupalı ulusların çoğunun tarihte Osmanlıya göre çağdaşlaşma sürecinde önde yer tutmuş oldukları da bilinmektedir.
Bu bakımdan, bu ulusların uygarlıkta ilerleyişinde yazı tipinin etkisinden öte esas etkinin, basım işinin kolaylığı (ekonomikliği) dolayısıyla kitabın yaygınlaşmasının bir sonucu olarak okur-yazarlık düzeyinin artışından ileri geldiği kolayca ve açıkça çıkarsana bilir. Böylece, Osmanlı’nın fonetik yazı kullanımı bakımından Avrasya uygarlığı karakterine iye olmasına karşın çağdaşlaşmadaki gecikmişliği, göçerlikten yerleşikliğe geç geçmiş olması nedeniyledir.
Sonuç olarak denilebilir ki, Osmanlı’nın kırsal bir topluluk olma sunucu geciken basımcılık işinden dolayı kırsal-sözel toplum aşamasından kentsel-okuryazar toplum aşamasına geç geçmişliği, aydınlanmayı Batı ile eş zamanlı olarak içselleştirilememesindeki temel etmendir.
Ayrıca, iki yazı tipinin insanın evrimsel süreci içinde ortak bilincimizi nasıl etkilemiş olabileceği hususunun sorgulanarak değerlendirilmesiyse bu diziden ayrı olan bir denemenin konusu olduğunu da burada yeri gelmişken belirtmekte yarar görmekteyim.
Mustafa Özcan (27 Kasım 2016)
______________________
- http://kadikoydusunceplatformu.blogspot.com.tr/2016/11/osmanl-tarihi-ve-tarihin-paradigmik.html
- http://www.dagarcikturkiye.com/osmanlı-tarihi-ve-tarihin-paradigmik-ilkeleri-xxv--yd-1871.html
- https://en.wikipedia.org/wiki/Jack_Goody
- Goody, J. 2015. Rönesanslar; Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
- Goody, J. 1986. The Logic of Writting and Organisation of Society. Cambridge: CUP
Not: Devam edecektir.
11 Kasım 2016 Cuma
8 Kasım 2016 Salı
Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xxv- (Mustafa Özcan, 8 Kasım 2016)
Osmanlı
Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xxv-
Osmanlı’nın Türk diline olan yaklaşımının
dünyada imparatorluklar kurmuş diğer bazı ulusların dile yönelik uygarlık anlayışlarına göre oldukça farklılık
göstermesi, özsel-bütünsel tarih için bazı paradigmik ilkelere ışık tutması yönüyle incelenmesi gereken önemli
bir fırsat ortaya koymaktadır.
İmparatorluklara zemin olan uygarlık anlayışlarının kökeni araştırılırken başlıca konuya yönelim karşıtlıkları olarak genelde çevre-insan, din-bilim, karacı-denizci,
yerleşik-göçer, holistik-individüalistik, dil-(fonetik-logografik)yazı gibi kutupsal ikilikler arasında karşılaştırmalar yapılarak bunlardan
hangisinin insanlığın bugünkü uygarlığa doğru ilerleyişinde etkili olduğu hususu
dikotomik tarzla araştırılmaktadır.
***
Yukarıda dil-yazı şeklinde verilen son dikotomik ikili kutuptan ağırlıklı
olarak ilki inceleneceğinden konuya başlangıç olması için dilin demografik bakış bağlamında dünya genelindeki
durumuna yönelik birkaç saptamaya kısaca göz atmakta yarar vardır.
Dilleri işlev gördükleri coğrafyanın tarihsel ve/veya demografik karakteristiklerine
göre uygarlık, kültür, ulus ve etnisite dili diye ayrımlamak alışılmış bir yaklaşımdır. Öte yandan diller ayrıca, kapsadıkları düşünce ve bilginin rasyonalitesi bağlamında da felsefe ve/veya bilim dili diye farklı bir ayrıma tabi tutula
gelmektedir.
Uygarlık diline linguistikte
Latince kökenden gelen bir deyişle Lingua Franca denmekte olup buna Ortaçağ’ın Latincesi ve Arapçası
tipik örnekler olarak verilebilir. Günümüzdeyse dünyada en çok konuşulan ikinci
dil olan İngilizce modernitenin dili
olarak her ikisinin de yerini almış
bulunmaktadır. Öte yandan, Fransızca,
Almanca, İtalyanca, Rusça, Hintçe, Urduca, Japonca ve Türkçe gibi diller, tipik ulusal dil olmalarının yanı sıra kültür dilleri (ekin yani edebiyat ve
sanat dili) olarak da bilinmektedir. Ayrıca sıralamadaki ilk ikilinin, Fransızca ve Almanca’nın, İngilizce’nin
yanı sıra felsefe ve bilim dili kimliği ile de genel kabul
görmekte olduğunu belirtmek gerekir.
Gene bu arada, Çin Mandarince’sininse dünyada en çok
konuşulan kültür ve ulus dili kimliğine iye olduğu da vurgulanmalıdır.
Öte yandan dünyada en çok konuşulan üçüncü
dil İspanyolca ile Portekizce’ye ise, kendi anayurtlarının
dışında nüfusu çok olan ülkelerin ulusal
dili olması nedeniyle farklı bir önem düzeyi atfedilmelidir. Ayrıca, Korece, Vietnamca ve Endonezce’nin
anılmaya değer diğer ulusal diller olduğu
unutulmamalıdır.
***
Şimdi, konunun
diğer bir yönü olarak dil ile düşünce arasındaki bağlantıya dair bir
görüşü dil-uygarlık-kültür ilişkisi hakkında
yazılmış bir makaleden alıntılayarak aktarayım (*) :
“İnsanlar ve toplumlar tarih boyunca
ürettikleri kültür, medeniyet, bilim, düşünce ve felsefeyi kullandıkları dil aracılığıyla diğer insanlara ve
sonraki kuşaklara aktarırlar. Bu
alanlardaki ilerleme ve gelişmeler dili besler, dildeki ilerleme ve gelişmeler
de bu sayılan alanları besler. Yani bilim
ve düşünce bir taraftan kendi
fonksiyonlarını yerine getirmek için vasıta olarak dili kullanırken, diğer taraftan
da dilin zenginleşmesini sağlarlar.”
Dil hakkındaki bu kısa değinmelerin ardından da dil ve uygarlık ilişkisinin ele
alınışına, bağlamına ve durumuna özetle bakmayı sürdüreyim.
Dilin uygarlık bağlamda
incelenmesi ağırlıkla 20. Yüzyılda
başlamış bir süreç olarak insanlığın bütünsel
tarihine bakışta genelleşmeyi temsil eden antropolojik-hermönetik temelli yaklaşımı benimsemiş bilim insanı ve düşünürlerce yapıla gelmektedir. Ayrıca konu hakkındaki
incelemelerin disiplinler arası bir
görüngeden bakışla yapıldığını da belirtmek gerekir.
Bu çerçevede, dil-uygarlık (ve kültür) ilişkisinin interdisipliner, hatta multidisipliner
biçimde irdelenmesi sırasında ve ayrıca
yapısökümsel (**) tarz
ile de ele alınması halinde sosyal
ve insani bilimler arası anlam geçişlerde
olabilecek kaymaların
belirginleşerek kavram akışının sürekliliği bütünüyle görünürleşmektedir.
***
Osmanlı’nın dil ile olan ilişkisine
bakıldığındaysa, bunun göçer topluluklara
egemen olan tarihsel bir anlayışından kaynak alarak gelişmiş olduğunu görmek
mümkündür. Genelde günlük-mevsimlik
kronolojik döngü içinde yaşamak
kısıtında olan göçer topluluklar,
sadece yük niteliği olan fiziki taşınır
eşyada değil soyut kavramların
ele alınışında da tasarruflu hareket etme zorunluluğu ile her zaman karşı karşıyadırlar.
Hal böyle
olunca, binlerce yıllık evrim sonucunda, dişi-erkek belirteçsiz sözcükler, özneyle bitişimli yüklemler ve eylem-öndelikli tümcesel sözdizimi gibi
olağan dışı ses yükü azaltıcı özellikler kazanmış Türkçe gibi az ses ile düşünme ve eyleme bağlamında çok şey
yapabilen harika bir dilin oluşması olanaklı olmuştur. Ancak göçerliğe bağlılık durumu, dilin yerleşik toplumun bir parçası
olmasına engel olduğundan sonuçta böylece dilin yazılı hale gelmesi de
engellenmiş olmaktadır.
Toplumların Neolitik Çağ sonrası ortaya çıkan kentlileşme
süreci, ticaretin gelişmesine ve yazının bulunmasına kaynaklık etmiş olması ilk uygarlıkların doğuşundaki esas etmen olarak görülmesine neden
olmaktadır.
Bu bakımdan, kırsalda köyler ile başlayan yerleşikliğin
devamı olan, ama ayni zamanda bunun çok ötesinde bir anlam ifade eden kentsel yerleşikliği toplum için temel
yapı olarak benimsemek Osmanlı’yı kurmak için Anadolu’ya gelen Horasanlı Gazi Dervişler için gerçekten zor olmalıydı. Buna karşın
onlar için gerçekten de Fütüvvet Ehli
olmak, göçerlik yapısı için daha uygun
olan bir seçenek idi.
Öte yandan sünni Müslümanlığın Halifelik ile Osmanlı’ya gelmesi sonucunda koyulaşan bir din anlayışının tebaaya
egemen olması bu yoldan Türk dilinin
de Arapça karşısında gerilemesi şeklindeki
olağan sonucu doğurdu. İşte bu süreçte Safevi
Şah İsmail’in divanının Türkçe, Osmanlı Yavuz Selim’inkinse Arapça olmasına
şaşmamak gerekir.
Kısa ve öz
olarak belirtmek gerekirse; Batı’nın
16 ve 17. Yüzyıldaki Hümanizm,
Reformasyon ve Aydınlanma ile bir bilinç devrimi yaşayarak dünyevileşme yolunda olduğu o dönemde, Osmanlı, medreseleri ile günlük iletişimin temeli olan Türkçe’yi kültürde de göz ardı ederek Arapça temelli bir semavileşmeye yöneldi.
Bu noktada Türkçe’nin Osmanlı’da yazılı kültür
diline dönüşememesinin nedeni olarak
Prof. Dr. Doğan Kuban’ın öne sürdüğü görüşünü de ilgili makaledeki (***) bir tümceyi alıntılayarak aktarmak
isterim:
“Türkçe’nin Arapça
(ve Farsça) ile karışıp Osmanlıca olması Osmanlı yazınının
gelişmeme nedenidir.”
***
Dilin uygarlıklar ve kültürler için olağan üstü öneminin ne
denli yüksek olduğunun kanıtı olan dünyadaki on binlerce çalışmaya bu deneme
tipi kısa makalede değinmemin olanağı bulunmadığından hareketle, bunun yerine,
son zamanlarda bu konuda bilimsel ilgiyi küresel düzeyde kendi üzerine çekmiş
bir bilim insanından söz etmenin yerinde olacağı kanısındayım.
İşte bu
doğrultuda, dillerin kayda geçirilmesinde
kullanılmakta olan başlıca iki kategorili fonetik
ve logografik yazı kayıt
şekillerinden, her birinin yukarıdaki sırayla toplumlara olan bireyselci ve bütünselci etkilerinin uygarlık
anlayışını nasıl farklı olarak etkilediği yönündeki araştırmalara yıllarına
veren Jack Goody’yi (****) anımsamak gerekir diye düşünüyorum.
Mustafa Özcan (8 Kasım 2016)
_______________
(***)Kuban, D. 2016.
Türkiye’yi Sorgulamak: Türkçe olmasaydı, Afrika’nın yeni devletçiklerinden
farklı olmazdık… Herkese Bilim Teknoloji dergisi, sayı 30, s. 5.
(****)Goody, J. 1986. The Logic of Writting and
Organisation of Society. Cambridge: CUP
Not: Devam edecektir.
15 Ekim 2016 Cumartesi
Antroposen Devrine Hoş Geldiniz (Prof. Dr. Fuat İnce, THEPERCEPT, Ekim 2016)
Antroposen Devrine Hoş Geldiniz
Biraz jeoloji bilgisine sahip olanlar Dünyanın 4,5 milyar yıl önceki doğumundan bu yana büyük değişiklik içeren dönemler geçirdiğini ve bunların bilim insanlarınca, farklı özellikler taşıyan jeolojik “zamanlara” ve “devirlere” ayrıldığını bilirler.
Prekambriyen, Paleozoik, Mesozoik, Tersiyer, ve Kuaterner diye adlandırılan ana zamanlar kendi içlerinde de devirlere ayrılır.
Halen Kuaterner zamanın Holosen devrinde yaşamaktayız. Ancak bilimsel çevrelerde artık bunun değişmek üzere olduğu, yeni bir devrin başladığı konuşulmakta.
Yaklaşık 12.000 yıl önce buzullarla karakterize edilen Pleistosen devri sona erdi ve ılıman iklimiyle Holosen devri başladı.
Pleistosen devrinde Avrupa’nın ortalarına kadar buzullar kaplamış, deniz seviyesi bugünkünün 100-150 metre kadar altına inmişti.
Holosen devrinde ise uygun iklim ve doğa koşulları, insanlığın gelişmesine ve bugünkü uygarlık düzeyine ulaşmasına olanak sağlamıştır. Fakat şimdi de Holosen devrinin bittiği ve yeni bir devrin, Antroposen devrinin, başlamakta olduğu iddia edilmektedir.
Nedir bu Antroposen devri?
Şimdiye kadar olan tüm jeolojik zamanlar ve devirler değişen doğal olaylarla tanımlanmıştır. Kıtaların birleşmesi ayrılması, dağların ovaların oluşması, atmosferin yapısı, kayaç, toprak, flora ve faunadaki büyük değişiklikler jeolojik zamanları ve devirleri tanımlamıştır.
Fakat artık Dünya yüzeyindeki büyük değişiklikler doğal yollarla değil insanoğlu eliyle olmaktadır.
İnsanoğlu kaynaklı yeryüzü değişiklikleri öyle bir düzeye ulaşmıştır ki; son birkaç yıldır Holosen devrinin artık bittiği ve insan kaynaklı değişimi vurgulayan “Antroposen” devrinin başladığı iddia edilmekte ve bilimsel çevrelerde artan oranda kabul görmektedir.
Jeolojik zamanları, devirleri inceleyen ve tanımlayan bilim dalına stratagrafi denmektedir. Türkçe olarak bunu yeraltı katmanlarını inceleyen bilim de diyebiliriz. Jeolojinin belki de en önemli alt dalı olan stratagrafi, yeraltı derinliklerini değişik bilimsel yöntemlerle inceleyerek geçmiş dönemler hakkında bilgiler ortaya çıkarır. Basit bir örnekle söylersek; deniz hayvanları kabukları ve fosilleri bulunduğunda, buraların bir zamanlar deniz olduğunu, yerkabuğundaki kıvrımlarla sonra dağa dönüştüğünü söyleyebiliriz.
Günümüzde yeryüzüne baktığımızda, yeşilliklerin yerinde gittikçe artan oranlarda asfalt, beton, plastik ve metal görmekteyiz. Ayrıca atmosferin, okyanusların ve toprağın yapısının hızla değişmekte olduğu bilinmekte. Geçmişte binlerle veya milyonlarla yılda olan değişiklikler şimdi onlarla veya yüzlerle yılda olabiliyor.
Antroposen devrinin başladığı iddiası ilk olarak 2000 yılında Meksika’daki bir bilimsel toplantıda Nobel ödüllü bilim insanı Hollandalı Paul Crutzen tarafından dile getirilmişti. Toplantının konusu Holosen devrinde atmosferdeki ve okyanuslardaki değişikliklerdi.
Tartışmalar sırasında, bu derece değişiklikler ortada dururken hala Holosen devrinden bahsedilmesine kızan Crutzen ortaya çıkarak “Holosen bitti, Antroposen başladı” diye adeta bağırmıştı. Toplantıdaki bu çıkış önce bir sessizlikle karşılanmıştı. Ancak daha sonraları Antroposen devri önerisi Crutzen ve bir başka saygın bilimci Eugene Stoermer tarafından kuvvetle savunulmaya devam etmiş ve taraftar toplayarak yaygınlaşmıştı.
Jeolojik zamanların resmi tanımı ile yetkili olan üst kuruluş Uluslararası Jeolojik Bilimler Birliğidir. Fakat konu orada bir oylamaya gelene kadar birliğin bir ana komisyonu olan Uluslararası Stratagrafi Komisyonu ve altbirimlerinde ele alınıp tartışılıyor, oylanıyor.
Yerbilimciler arasında konuya iki değişik görüşle yaklaşılıyor. Yeni bir devir tanımlamasına karşı olanlar azınlıkta. Bunlara göre insanlar yeryüzünü değiştirmeye başladılarsa da yeterince büyük değişiklik henüz oluşmuş değil. İnsanoğlundan daha büyük değişiklikler gelmekte ve devir değişikliği için belli bir tarih belirlemek zor. Bu görüşlere karşı çoğunlukta olanlar, yeni bir devir (Antroposen) tanımlamak için elde yeterince veri olduğunu söylüyorlar ve bunları ortaya koyuyorlar.
Ancak yeni bir devir tanımlamak için belirli bir bilimsel kriter ve başlangıç tarihinin de belirlenmesini gerekiyor. Uluslararası Stratagrafi Komisyonu özellikle bu amaçla bir çalışma grubu kurmuş. Grubun yaptığı toplantılarda değişik kriter ve başlangıç tarihi tartışılmış.
Öneriler arasında endüstriyel devrimin başlangıcı olarak 1800 yılı, Kuzey Amerika’da büyük çapta göçlerin başlangıcı, yerli nüfuzun katli ve tarımın hemen hemen yok olması ile ilgili olarak 1610 yılı, ilk atom bombasının atıldığı 1945 yılı, Roma İmparatorluğu dönemlerine giden yıllar var.
Ancak sonuçta, çalışma grubu kısa bir süre önce üçe karşı 30 oyla, Antroposen devrinin başlangıç tarihinin 1950 olarak belirlenmesi tavsiye kararını aldı. Bu kararda en etkin olan unsur, nükleer denemeler sonucu yeryüzü toprağında daha önce hiç bulunmayan radyoaktif Plutonyum elementinin 1950’lerde artık tüm yeryüzüne yayılarak toprakta bir tabaka olarak yer etmiş olması. Bu radyoaktif elementin daha en az 100.000 yıl toprakta saptanabilecek düzeyde kalacak.
1950 yılının seçilmesinde başka veriler de var. Bunlara bir bakalım.
- 1950 öncesi Dünyada plastik üretimi pratik olarak sıfır düzeyinde iken 2015’te yılda 300 milyon tona ulaştı.
- Beton üretimi aynı dönemde kabaca 100 kat artarak yılda 20 milyar tonu aştı.
- Atmosferdeki karbon diyoksit 300 ppm düzeyinden 400 ppm düzeyine, metan gazı 1,0 ppm düzeyinden 2,0 ppm düzeyine, azot oksit gazları yüzlerle yıllık stabil 0,28 ppm düzeyinden 0,35 ppm düzeyine çıktı.
- Ayrıca fosil yakıtların yakılmasıyla her yıl atmosfere yayılan kara karbon parçacıkları 1950-2000 yılları arasında 2,5 milyon tondan 7 milyon ton dolaylarına vardı.
Şimdi gözler Uluslararası Jeolojik Bilimler Birliğinin bu konuda alacağı karara dönmüş durumda. Karar ne olursa olsun asıl sorun bu değişikliklerin Dünya’daki 7 milyar insanın geleceğini nasıl etkileyeceğidir. Bilim çevrelerinden gelen uyarılar hiç de olumlu bir geleceğe işaret etmiyor.
– – – – – – – –
Bu yazıda henüz zamanımızın en çok konuşulan çevre sorunu olan küresel ısınmaya dokunmadık bile.
Prof. Dr. Fuat İnce (Ekim 2016)
Referans: Jan Zalasiewicz, ‘What Mark Will We Leave On The Planet?’ – Scientific American, Sayfalar 25-31, Eylül 2016
Duyuru: KDP Cumartesi Sohbet Toplantıları'nın toplantı saatlerinde değişiklik yapılmıştır.
Duyuru:
KDP Cumartesi Sohbet Toplantıları'nın toplantı saatlerinde değişiklik yapılmıştır. Yeni düzenlemeye göre 15 Ekim 2016 tarihinden itibaren sonbahar ve kışdönemi boyunca saat 15.30 - 17.30 saatleri arasında yapılacaktır.
Toplantı yeri her zaman olduğu gibi Caddebostan Kültür Merkezi'nde, ana girişin bir alt katında bulunan etkinlikler salonudur.
KDP Cumartesi Sohbet Toplantıları'nın toplantı saatlerinde değişiklik yapılmıştır. Yeni düzenlemeye göre 15 Ekim 2016 tarihinden itibaren sonbahar ve kışdönemi boyunca saat 15.30 - 17.30 saatleri arasında yapılacaktır.
Toplantı yeri her zaman olduğu gibi Caddebostan Kültür Merkezi'nde, ana girişin bir alt katında bulunan etkinlikler salonudur.
30 Eylül 2016 Cuma
Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xxıv- (Mustafa Özcan, 30 Eylül 2016)
Osmanlı
Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xxıv-
Dizide daha önce bir bölüm olarak düşünüp işlemeye başladığım Doğu-Batı arasındaki tarihsel karşılaştırma konusunda bütünselliği
sağlamak açısından diğer bazı hususlara da değinmenin gerekli olduğu kanısındayım.
Bu bakımdan Doğu hakkında Batı’daki önyargı yüklü tutumdan kaynak
alan, tarihçilikte Oryantalizm (*) terimi ile anlatılan anlayışın (Yakın) Doğu’yu temsilen Osmanlı için ne anlama geldiğini bu
denemede irdelemeye çalışacağım.
Ancak ilkin konuyu
konumlandırma amaçlı olarak, Avrupa’da
19.
Yüzyılın ikinci yarısında
belirginleşen oryantalist anlayışı, bu bakış tarzını hazırlayan temel etmen olarak iki taraf arsında çağları
kapsayan “savaş ve barış” halinden en geneliyle söz ederek
ve bazı kaynaklara atıfta bulunarak
konu ile ilgili yönlendirici kavramlara
da değinme gereğini duyuyorum.
İslam, darül harp (**) ve Yeniçağ
(burada 18. Yüzyılın sonuna doğru
başlayan bölüm olan Yakınçağ bundan
ayrı düşünülüyor); bu üç sözcük, tarihin
(Yakın) Doğu-Batı (esasen Orta Avrupa kastediliyor) arasında 16. Yüzyıldan itibaren yaklaşık iki yüz yıl kadar aralıklı savaşlar ile
süren çatışmalı bir dönemi temsil eden kavramlardır. Bu üçlüden İslam ve Yeniçağ’ın ne olduğu herkesçe şu veya
bu seviyede bilinmekle birlikte darül
harp biraz olsun tanıtılmaya ihtiyaç gösteriyor.
Darül harp kavramı atıfta bulunulan metinde
şöylece tanıtılmaktadır:
“Darül-harp, Müslüman
olmayan bir hükümdarın egemen olduğu yerler ve Müslümanlarla gayrimüslimler
arasında henüz barış akdedilmemiş olan memleketler İslam hukukunda darül-harb sayılır.”
Yani, sözcüğün genel
anlamını belirtilen bu tanımda, kendinden olan toprakları barış bölgesi, ötekilerini ise topyekûn
savaş bölgesi görme anlayışı egemendir.
Ayrıca, gene ayni metinde ifade edilen bu anlayış doğrultusunda ortaya
çıkan küresel çaptaki durum hakkında
ise
“İslami görüşe göre dünya “Darül-harb”
ve “Darül-islam” olmak üzere ikiye ayrılır.”
denilmektedir.
Öte yandan,
tarihsel olarak kalıplaşmış bu son ifade, herhalde yüz elli yıla yakın süredir kendi topraklarında savaş görmeyen, ama
buna karşılık bu zaman zarfında dünyanın her karış toprağında savaş görmüş olan
ABD’nin benimsediği, ancak ifade
edilmemiş olan “gizli” bir mottoya
da zemin hazırlamış mı olmalıdır diye insanı düşünmeye sevk ediyor.
Saldırana göre
savaşın yapıldığı yerin ahalisi “düşman”
olunca, ora halkı hakkında olumsuz düşünce ve tutumda olmak saldıran taraf için
“bittabi mubah” olduğundan hem Oryantalizm hem de onun karşıtı olan Oksidantalizm taraf toplumların halk ve entelijansiyaları nezdinde gayet normal görülen anlayışlar olarak ortaya çıkıyor.
Nitekim Modern Dünya Tarihi‘nin önemli bir bölümünü
temsil eden Avusturya-Macaristan ile
Osmanlı arasındaki yukarıda
belirtilen bu çatışmalı dönem, Batı’da
Oryantalizm’in doğumuna zemin hazırlayan dönemdir. Ancak, son zamanlarda Oryantalist bakış çok ciddi şekilde
eleştiriye maruz kalmıştır.
Bu doğrultudaki eleştirilerin
başını çeken düşünür olarak Amerikalı yazar Edward Said’in (***)
“Oryentalism” (1978) adlı kitabı konunun yaygın bir şekilde tartışılması yönünde seminal (****)
bir yapıt görevi görmüştür.
Öte yandan, Batılı pek çok tarihçinin ortak bir
yaklaşımı şeklinde Aydınlanma hareketi sonrası ortaya çıkmış olan bu tarih anlayışına karşılık tarihin bu
yönünü, Doğu tarafından yapılan
bakış ile ele alan düşünürlerin benimsediği eleştirel Oksidantalist anlayış konuyu diyalektik olarak bütünselleştirici
bir yaklaşım kazandırmaya yönelik uzun erimli bir gelişme görülmelidir.
Bu kapsamda, Doğu’yu temsilen Ressam İngres’nin “Türk Hamamı” adlı yağlı boya tablosunda gösterildiği gibi, ima
yoluyla Osmanlı’nın genel sosyal
düzeyini doğal içgüdüsel saiklerln
belirlediği şeklindeki subliminal algı oluşturucu
pek çok tarihi örneğin diğer temsili sanatlar olarak edebiyat, görsel sanatlar,
drama ve eğitimde de bol miktarda ortaya konulduğunu söylemek olanaklıdır.
Ancak şunu da
belirtmeden geçmemek gerekir. Avrupa
Rönesansı’nı başlatan olarak pek çok Batılı
tarihçi ve sosyal bilimci tarafından ileri sürülen 11. Yüzyıl İtalyası’nda
ortaya çıkan ticaret burjuvasının Osmanlı’da yokluğu Doğu için Batı’da olduğu
gibi bütünsel aydınlanmacı bir dönüşümün oluşmasını engellemiş
bulunmaktadır.
Sonuç olarak,
bin yılı aşkın bir süredir, coğrafi kıtaların ada olarak görülmesine yol açan gezegen okyanuslarında uluslar arası ticaret yapan denizci
ulusların ne denli küresel önemde
gerçeklik sunan bir imkana sahip olduğunu, kökende “karacı” bir ulus olan Osmanlı’nın devamı Türkiye olarak herhalde yeni yeni anlamaya başlıyoruz diyebilirim.
Mustafa Özcan (30 Eylül 2016)
_______________
(****) Çığır açan
Not: Devam edecektir.
25 Eylül 2016 Pazar
Duyuru: KDP Cumartesi Sohbet Toplantıları'nın toplantı saatlerinde değişiklik yapılmıştır.
Duyuru:
KDP Cumartesi Sohbet Toplantıları'nın toplantı saatlerinde değişiklik yapılmıştır. Yeni düzenlemeye göre 1 Ekim 2016 tarihinden itibaren sonbahar ve kışdönemi boyunca saat 16.00 - 17.30 saatleri arasında yapılacaktır.
Toplantı yeri her zaman olduğu gibi Caddebostan Kültür Merkezi'nde, ana girişin bir alt katında bulunan etkinlikler salonudur.
24 Eylül 2016 Cumartesi
Türkiye Dünyanın Neresinde? (Derleyen: Timur Otaran, 24 Eylül 2016)
Türkiye Dünyanın Neresinde?
1. Batı bencil, biz hayırsever miyiz?
En sonlarda yer almasına rağmen, insanlarımızın kendilerini dayanışmacının önde geleni olarak görme sebebi ne olabilir?
2. Ahlaklı mıyız?
Yolsuzluk algı endeksi bu sene 11 sıra gerileyerek Türkiye’yi en hızlı gerileyen ülke yapmasının öteside son altı yılın ilerlemesini de sıfırladı.
Kamuoyu araştırmasına katılan katılımcıların %67’si son iki yılda yolsuzluğun arttığını ve %54’ü de iki yıl daha artmasını beklediklerini söylemişler.
Ahlaksızlığı normal gören bir yapımız mı var?
3. Eğitimli miyiz?
Yetişkinlerin %
|
Lise Mezunu |
Üniversite Mez. |
Y.Lisans |
Doktora |
|
|
|
Üniversite % |
Üniversite % |
|
|
|
|
|
TC |
32 |
11 |
4.2 |
0.7 |
OECD |
75 |
37 |
|
|
4. Yaratıcı mıyız?
|
Yaratıcılık ve problem çözme becerisi olan gençlerin oranı |
GSTİH’dan yaratıcılığa ayrılan pay |
G.Kore |
28 |
|
OECD |
11.4 |
2.4 |
TC |
2.2 |
0.95 |
AB |
|
2 |
ABD |
|
2.8 |
|
TC |
İsrail |
İngiltere |
Kanada |
Çin |
Almanya |
G.Kore |
Japonya |
ABD |
ABD’den tescilli patent sayısı |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
5. Nasıl çalışıyoruz?
Düşük ücret ile en uzun süre çalıştığımız halde, neden onbin dolarlık orta gelir tuzağından bir türlü kurtulamıyoruz? Neden patinaj yapıyoruz? Sürtünme/kızışma katsayısını nasıl düşürürüz?
6. İş gücünde kadının rolü nedir?
Türkiye’de yönetimde rol alan kadınların ortalaması, son dört yılda 5 puan düşmesine rağmen, 2015 yılında % 26 ile 35 ülke ortalamasının (%22) üzerinde olmuştur.
Halbuki, toplam içindeki kadın isdihdamı (%27), erkek isdihdamından (%65) çok daha düşüktür.
Dünya ile karşılaştırıldığında, ortaya çıkan bu fark neyi işaret eder?
7. Sağlık sektörü neye dönüştü?
En başarılı öğrenciler doctor olmaktan vaz geçerse ne olur?
TC devleti, sert mi. yumuşak mı?
Kaynak : ECOIQ Haz 2015
Derleyen: Timur Otaran (24 Eylül 2016)
Derleyen: Timur Otaran (24 Eylül 2016)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)