Osmanlı
Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xxv-
Osmanlı’nın Türk diline olan yaklaşımının
dünyada imparatorluklar kurmuş diğer bazı ulusların dile yönelik uygarlık anlayışlarına göre oldukça farklılık
göstermesi, özsel-bütünsel tarih için bazı paradigmik ilkelere ışık tutması yönüyle incelenmesi gereken önemli
bir fırsat ortaya koymaktadır.
İmparatorluklara zemin olan uygarlık anlayışlarının kökeni araştırılırken başlıca konuya yönelim karşıtlıkları olarak genelde çevre-insan, din-bilim, karacı-denizci,
yerleşik-göçer, holistik-individüalistik, dil-(fonetik-logografik)yazı gibi kutupsal ikilikler arasında karşılaştırmalar yapılarak bunlardan
hangisinin insanlığın bugünkü uygarlığa doğru ilerleyişinde etkili olduğu hususu
dikotomik tarzla araştırılmaktadır.
***
Yukarıda dil-yazı şeklinde verilen son dikotomik ikili kutuptan ağırlıklı
olarak ilki inceleneceğinden konuya başlangıç olması için dilin demografik bakış bağlamında dünya genelindeki
durumuna yönelik birkaç saptamaya kısaca göz atmakta yarar vardır.
Dilleri işlev gördükleri coğrafyanın tarihsel ve/veya demografik karakteristiklerine
göre uygarlık, kültür, ulus ve etnisite dili diye ayrımlamak alışılmış bir yaklaşımdır. Öte yandan diller ayrıca, kapsadıkları düşünce ve bilginin rasyonalitesi bağlamında da felsefe ve/veya bilim dili diye farklı bir ayrıma tabi tutula
gelmektedir.
Uygarlık diline linguistikte
Latince kökenden gelen bir deyişle Lingua Franca denmekte olup buna Ortaçağ’ın Latincesi ve Arapçası
tipik örnekler olarak verilebilir. Günümüzdeyse dünyada en çok konuşulan ikinci
dil olan İngilizce modernitenin dili
olarak her ikisinin de yerini almış
bulunmaktadır. Öte yandan, Fransızca,
Almanca, İtalyanca, Rusça, Hintçe, Urduca, Japonca ve Türkçe gibi diller, tipik ulusal dil olmalarının yanı sıra kültür dilleri (ekin yani edebiyat ve
sanat dili) olarak da bilinmektedir. Ayrıca sıralamadaki ilk ikilinin, Fransızca ve Almanca’nın, İngilizce’nin
yanı sıra felsefe ve bilim dili kimliği ile de genel kabul
görmekte olduğunu belirtmek gerekir.
Gene bu arada, Çin Mandarince’sininse dünyada en çok
konuşulan kültür ve ulus dili kimliğine iye olduğu da vurgulanmalıdır.
Öte yandan dünyada en çok konuşulan üçüncü
dil İspanyolca ile Portekizce’ye ise, kendi anayurtlarının
dışında nüfusu çok olan ülkelerin ulusal
dili olması nedeniyle farklı bir önem düzeyi atfedilmelidir. Ayrıca, Korece, Vietnamca ve Endonezce’nin
anılmaya değer diğer ulusal diller olduğu
unutulmamalıdır.
***
Şimdi, konunun
diğer bir yönü olarak dil ile düşünce arasındaki bağlantıya dair bir
görüşü dil-uygarlık-kültür ilişkisi hakkında
yazılmış bir makaleden alıntılayarak aktarayım (*) :
“İnsanlar ve toplumlar tarih boyunca
ürettikleri kültür, medeniyet, bilim, düşünce ve felsefeyi kullandıkları dil aracılığıyla diğer insanlara ve
sonraki kuşaklara aktarırlar. Bu
alanlardaki ilerleme ve gelişmeler dili besler, dildeki ilerleme ve gelişmeler
de bu sayılan alanları besler. Yani bilim
ve düşünce bir taraftan kendi
fonksiyonlarını yerine getirmek için vasıta olarak dili kullanırken, diğer taraftan
da dilin zenginleşmesini sağlarlar.”
Dil hakkındaki bu kısa değinmelerin ardından da dil ve uygarlık ilişkisinin ele
alınışına, bağlamına ve durumuna özetle bakmayı sürdüreyim.
Dilin uygarlık bağlamda
incelenmesi ağırlıkla 20. Yüzyılda
başlamış bir süreç olarak insanlığın bütünsel
tarihine bakışta genelleşmeyi temsil eden antropolojik-hermönetik temelli yaklaşımı benimsemiş bilim insanı ve düşünürlerce yapıla gelmektedir. Ayrıca konu hakkındaki
incelemelerin disiplinler arası bir
görüngeden bakışla yapıldığını da belirtmek gerekir.
Bu çerçevede, dil-uygarlık (ve kültür) ilişkisinin interdisipliner, hatta multidisipliner
biçimde irdelenmesi sırasında ve ayrıca
yapısökümsel (**) tarz
ile de ele alınması halinde sosyal
ve insani bilimler arası anlam geçişlerde
olabilecek kaymaların
belirginleşerek kavram akışının sürekliliği bütünüyle görünürleşmektedir.
***
Osmanlı’nın dil ile olan ilişkisine
bakıldığındaysa, bunun göçer topluluklara
egemen olan tarihsel bir anlayışından kaynak alarak gelişmiş olduğunu görmek
mümkündür. Genelde günlük-mevsimlik
kronolojik döngü içinde yaşamak
kısıtında olan göçer topluluklar,
sadece yük niteliği olan fiziki taşınır
eşyada değil soyut kavramların
ele alınışında da tasarruflu hareket etme zorunluluğu ile her zaman karşı karşıyadırlar.
Hal böyle
olunca, binlerce yıllık evrim sonucunda, dişi-erkek belirteçsiz sözcükler, özneyle bitişimli yüklemler ve eylem-öndelikli tümcesel sözdizimi gibi
olağan dışı ses yükü azaltıcı özellikler kazanmış Türkçe gibi az ses ile düşünme ve eyleme bağlamında çok şey
yapabilen harika bir dilin oluşması olanaklı olmuştur. Ancak göçerliğe bağlılık durumu, dilin yerleşik toplumun bir parçası
olmasına engel olduğundan sonuçta böylece dilin yazılı hale gelmesi de
engellenmiş olmaktadır.
Toplumların Neolitik Çağ sonrası ortaya çıkan kentlileşme
süreci, ticaretin gelişmesine ve yazının bulunmasına kaynaklık etmiş olması ilk uygarlıkların doğuşundaki esas etmen olarak görülmesine neden
olmaktadır.
Bu bakımdan, kırsalda köyler ile başlayan yerleşikliğin
devamı olan, ama ayni zamanda bunun çok ötesinde bir anlam ifade eden kentsel yerleşikliği toplum için temel
yapı olarak benimsemek Osmanlı’yı kurmak için Anadolu’ya gelen Horasanlı Gazi Dervişler için gerçekten zor olmalıydı. Buna karşın
onlar için gerçekten de Fütüvvet Ehli
olmak, göçerlik yapısı için daha uygun
olan bir seçenek idi.
Öte yandan sünni Müslümanlığın Halifelik ile Osmanlı’ya gelmesi sonucunda koyulaşan bir din anlayışının tebaaya
egemen olması bu yoldan Türk dilinin
de Arapça karşısında gerilemesi şeklindeki
olağan sonucu doğurdu. İşte bu süreçte Safevi
Şah İsmail’in divanının Türkçe, Osmanlı Yavuz Selim’inkinse Arapça olmasına
şaşmamak gerekir.
Kısa ve öz
olarak belirtmek gerekirse; Batı’nın
16 ve 17. Yüzyıldaki Hümanizm,
Reformasyon ve Aydınlanma ile bir bilinç devrimi yaşayarak dünyevileşme yolunda olduğu o dönemde, Osmanlı, medreseleri ile günlük iletişimin temeli olan Türkçe’yi kültürde de göz ardı ederek Arapça temelli bir semavileşmeye yöneldi.
Bu noktada Türkçe’nin Osmanlı’da yazılı kültür
diline dönüşememesinin nedeni olarak
Prof. Dr. Doğan Kuban’ın öne sürdüğü görüşünü de ilgili makaledeki (***) bir tümceyi alıntılayarak aktarmak
isterim:
“Türkçe’nin Arapça
(ve Farsça) ile karışıp Osmanlıca olması Osmanlı yazınının
gelişmeme nedenidir.”
***
Dilin uygarlıklar ve kültürler için olağan üstü öneminin ne
denli yüksek olduğunun kanıtı olan dünyadaki on binlerce çalışmaya bu deneme
tipi kısa makalede değinmemin olanağı bulunmadığından hareketle, bunun yerine,
son zamanlarda bu konuda bilimsel ilgiyi küresel düzeyde kendi üzerine çekmiş
bir bilim insanından söz etmenin yerinde olacağı kanısındayım.
İşte bu
doğrultuda, dillerin kayda geçirilmesinde
kullanılmakta olan başlıca iki kategorili fonetik
ve logografik yazı kayıt
şekillerinden, her birinin yukarıdaki sırayla toplumlara olan bireyselci ve bütünselci etkilerinin uygarlık
anlayışını nasıl farklı olarak etkilediği yönündeki araştırmalara yıllarına
veren Jack Goody’yi (****) anımsamak gerekir diye düşünüyorum.
Mustafa Özcan (8 Kasım 2016)
_______________
(***)Kuban, D. 2016.
Türkiye’yi Sorgulamak: Türkçe olmasaydı, Afrika’nın yeni devletçiklerinden
farklı olmazdık… Herkese Bilim Teknoloji dergisi, sayı 30, s. 5.
(****)Goody, J. 1986. The Logic of Writting and
Organisation of Society. Cambridge: CUP
Not: Devam edecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder