Osmanlı
Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xxıv-
Dizide daha önce bir bölüm olarak düşünüp işlemeye başladığım Doğu-Batı arasındaki tarihsel karşılaştırma konusunda bütünselliği
sağlamak açısından diğer bazı hususlara da değinmenin gerekli olduğu kanısındayım.
Bu bakımdan Doğu hakkında Batı’daki önyargı yüklü tutumdan kaynak
alan, tarihçilikte Oryantalizm (*) terimi ile anlatılan anlayışın (Yakın) Doğu’yu temsilen Osmanlı için ne anlama geldiğini bu
denemede irdelemeye çalışacağım.
Ancak ilkin konuyu
konumlandırma amaçlı olarak, Avrupa’da
19.
Yüzyılın ikinci yarısında
belirginleşen oryantalist anlayışı, bu bakış tarzını hazırlayan temel etmen olarak iki taraf arsında çağları
kapsayan “savaş ve barış” halinden en geneliyle söz ederek
ve bazı kaynaklara atıfta bulunarak
konu ile ilgili yönlendirici kavramlara
da değinme gereğini duyuyorum.
İslam, darül harp (**) ve Yeniçağ
(burada 18. Yüzyılın sonuna doğru
başlayan bölüm olan Yakınçağ bundan
ayrı düşünülüyor); bu üç sözcük, tarihin
(Yakın) Doğu-Batı (esasen Orta Avrupa kastediliyor) arasında 16. Yüzyıldan itibaren yaklaşık iki yüz yıl kadar aralıklı savaşlar ile
süren çatışmalı bir dönemi temsil eden kavramlardır. Bu üçlüden İslam ve Yeniçağ’ın ne olduğu herkesçe şu veya
bu seviyede bilinmekle birlikte darül
harp biraz olsun tanıtılmaya ihtiyaç gösteriyor.
Darül harp kavramı atıfta bulunulan metinde
şöylece tanıtılmaktadır:
“Darül-harp, Müslüman
olmayan bir hükümdarın egemen olduğu yerler ve Müslümanlarla gayrimüslimler
arasında henüz barış akdedilmemiş olan memleketler İslam hukukunda darül-harb sayılır.”
Yani, sözcüğün genel
anlamını belirtilen bu tanımda, kendinden olan toprakları barış bölgesi, ötekilerini ise topyekûn
savaş bölgesi görme anlayışı egemendir.
Ayrıca, gene ayni metinde ifade edilen bu anlayış doğrultusunda ortaya
çıkan küresel çaptaki durum hakkında
ise
“İslami görüşe göre dünya “Darül-harb”
ve “Darül-islam” olmak üzere ikiye ayrılır.”
denilmektedir.
Öte yandan,
tarihsel olarak kalıplaşmış bu son ifade, herhalde yüz elli yıla yakın süredir kendi topraklarında savaş görmeyen, ama
buna karşılık bu zaman zarfında dünyanın her karış toprağında savaş görmüş olan
ABD’nin benimsediği, ancak ifade
edilmemiş olan “gizli” bir mottoya
da zemin hazırlamış mı olmalıdır diye insanı düşünmeye sevk ediyor.
Saldırana göre
savaşın yapıldığı yerin ahalisi “düşman”
olunca, ora halkı hakkında olumsuz düşünce ve tutumda olmak saldıran taraf için
“bittabi mubah” olduğundan hem Oryantalizm hem de onun karşıtı olan Oksidantalizm taraf toplumların halk ve entelijansiyaları nezdinde gayet normal görülen anlayışlar olarak ortaya çıkıyor.
Nitekim Modern Dünya Tarihi‘nin önemli bir bölümünü
temsil eden Avusturya-Macaristan ile
Osmanlı arasındaki yukarıda
belirtilen bu çatışmalı dönem, Batı’da
Oryantalizm’in doğumuna zemin hazırlayan dönemdir. Ancak, son zamanlarda Oryantalist bakış çok ciddi şekilde
eleştiriye maruz kalmıştır.
Bu doğrultudaki eleştirilerin
başını çeken düşünür olarak Amerikalı yazar Edward Said’in (***)
“Oryentalism” (1978) adlı kitabı konunun yaygın bir şekilde tartışılması yönünde seminal (****)
bir yapıt görevi görmüştür.
Öte yandan, Batılı pek çok tarihçinin ortak bir
yaklaşımı şeklinde Aydınlanma hareketi sonrası ortaya çıkmış olan bu tarih anlayışına karşılık tarihin bu
yönünü, Doğu tarafından yapılan
bakış ile ele alan düşünürlerin benimsediği eleştirel Oksidantalist anlayış konuyu diyalektik olarak bütünselleştirici
bir yaklaşım kazandırmaya yönelik uzun erimli bir gelişme görülmelidir.
Bu kapsamda, Doğu’yu temsilen Ressam İngres’nin “Türk Hamamı” adlı yağlı boya tablosunda gösterildiği gibi, ima
yoluyla Osmanlı’nın genel sosyal
düzeyini doğal içgüdüsel saiklerln
belirlediği şeklindeki subliminal algı oluşturucu
pek çok tarihi örneğin diğer temsili sanatlar olarak edebiyat, görsel sanatlar,
drama ve eğitimde de bol miktarda ortaya konulduğunu söylemek olanaklıdır.
Ancak şunu da
belirtmeden geçmemek gerekir. Avrupa
Rönesansı’nı başlatan olarak pek çok Batılı
tarihçi ve sosyal bilimci tarafından ileri sürülen 11. Yüzyıl İtalyası’nda
ortaya çıkan ticaret burjuvasının Osmanlı’da yokluğu Doğu için Batı’da olduğu
gibi bütünsel aydınlanmacı bir dönüşümün oluşmasını engellemiş
bulunmaktadır.
Sonuç olarak,
bin yılı aşkın bir süredir, coğrafi kıtaların ada olarak görülmesine yol açan gezegen okyanuslarında uluslar arası ticaret yapan denizci
ulusların ne denli küresel önemde
gerçeklik sunan bir imkana sahip olduğunu, kökende “karacı” bir ulus olan Osmanlı’nın devamı Türkiye olarak herhalde yeni yeni anlamaya başlıyoruz diyebilirim.
Mustafa Özcan (30 Eylül 2016)
_______________
(****) Çığır açan
Not: Devam edecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder