Yazınızı okuyunca, şöyle bir durdum: Son bir senedir titizlikle kurgulanmış, telaşsız, son derece oturmuş bir çerçevede yazılarınızı bu noktaya getirirken ben neredeydim anlamaya çalıştım ama beceremedim.
Anlamadığım şey şuydu: Okumuyor muydum, okuyorum da düşünmüyor muydum, yoksa her ikisini yapsam da anlamıyor muydum?
Bunlara cevabım pozitif ise, yazınızın bugünkü geldiği noktaya olan şaşkınlığımı nasıl açıklayabilirdim?
…………………………………………………………
Şimdi yazacaklarım, yazdıklarınızdan anladıklarımı pekiştirmek amacıyla tekrar ettiklerimden ibaret olacak. Yeni bir şey olmadığı gibi eksik hatta hatalı yanları da olabilir. Bir anlama çabasına dair olduğu için, bu satırlara olası eksikliklerin ve hataların üzerinde durmadan devam etmek istiyorum.
…………………...........................................................
İnsansı varlık dörtten iki ayaklılığa geçti.
El ve beyin, düşünen ve uygulayan oldu.
Yani bir bütünün iki parçası gibi, biri düşündü diğeri de yaptı.
Bu geçişte sinir sistemi oluştu.
Beyin bu aşamaları geçerken gerek dokunmayla, tutmayla, görmeyle, gördüğünü çizmeyle vb şekilde edinmeye başladığı verileri işleyebilecek değişimleri geçirmeye başladı.
Veri girişi arttıkça, bunu tutacak hücre sayıları arttı.
Hücre sayıları arttıkça, hücrelerin ilişkisi arttı. Bu artışların hepsi de nitel değişikliklere yol açtı.
Beyin bu değişimleri geçirdikçe başlangıçta yüksek entropi(düzensizlik) sahibiyken, veriler bilgiye(enformatik) döndükçe düzene doğru ilerledi.
Bunlar yavaş yavaş Mantık tarafından insan zihnini soyut anlamda yapılandırırken, aslında bu yaratımın ana teması Doğa oldu.
Doğa insandan önce ve sonra varolan şey diye bildiğimiz fizik, kimya ve biyolojinin kanununun (kestirme bir tanımla) yani kayıt esnasındaki verinin ta kendisiydi.
Yani boş bir beyaz tahtayı düşünürsek; tahtanın kendisi zihin, yazılanlar Doğa ve yazan da Mantık’tı.
Burada tahta olmadan yazanın kendini ortaya koyma sebebi/dürtüsü olamadığını algılayabiliriz.
Ana tema yani yazılanlar (Doğa) ise hem yazanı(Mantık) hem de tahtayı (zihin) gelişmeye zorladı.
Tahta, bir hamlede basit bir ilişki ve kısa bir veri zincirle kaydedilemeyen edinimler için büyümek zorunda kaldı.
Daha çok yer açması gerekti. Daha çok hücre geliştirdi.
Zamanla Doğa’nın içinden çıkıp türeyen ve kendiliğinden akıllı bu varlık(insan) sayısal olarak arttı.
Arttıkça kümeleşti, ihtiyaçtan birbirine dönük ve iletişimsel oldu.
Dili yarattı.
Düşüncesini aktarmaya başladı. O andan itibaren Doğa’ya yani yazılana ekleme yapmaya başladı.
Tabi mantığı da değiştirmek ya da geliştirmesi gerekti.
İnsanlık geliştikçe fiziği-kimyayı (Doğa’yı) deneyler ve ispatlarken, teoriden pratiğe geçişini yapabildi.
Bir parçası olduğu Doğa’nın kendi(insan) tarafındaki teorik-pratik incelemesini aynı şekilde yapamayacağını anladı.
Bunu farklı yöntemlerle incelemesi gerektiğini düşündü.(geçmiş yazılarınızda ifade edildiği gibi)
Toplumsallaştıkça da Doğa’ya etkileri ve değiştirdikleri artarken, hem değişen Doğa’yı hala incelemekte hem de toplumsallaşmanın ürünü olan Kültür’ü de geriye doğru anlamaya çalıştı. Bu biraz kutu içinde kutu gibiydi.
Yani insan başlangıcından çok farklı olarak kendini ve kullandığı mantığı başta olmak üzere, parçası olduğu Doğa’yı da değiştire değiştire bambaşka bir noktaya geldi.
…………………..........................................................
Son yazınızda bilimin bunların üçü (Formellik-Doğa-İnsan ya da Mantık-Özdeksellik-Topumsallık) bir arada sistemleşerek bugünkü halini aldığını özetleyerek bir de ekleme yaptınız.
İlkin ve ilksel bilgi kaynaklarını (sayı sayma & çizgi çizme, taş yontma & gök cisimlerini betimleme, geçim sağlama & iş bölümü) sıraladınız.
Holistik bilimdir bundan sonra, gelecek dönemin adı dediniz.
………………….........................................................
Bir KDP katılımcısı olarak bu kadar bilginin hap şeklinde verildiğini sohbet toplantılarımızda defalarca düşünmüştüm de son yazıyla neye baktığımın farkına varmam biraz zaman aldı.
Bu seferki haptan da öteymiş meğer.
Nereye bakmamız gerektiğini ve neredeyse nasıl bakmamız gerektiğine kadar tüm bilgiler en özet haliyle yazınızdaydı.
Bu üç bilgi kaynağının güncel halini düşünerek ve örnekleyerek yola çıkılabilir elbet.
Buradan hareketle, başlangıç seviyesindeki, kendi spekülatif düşüncemi sizlerle paylaşmak istiyorum.
“sayı sayma & çizgi çizme” nin güncelini kullandığımız güncel araçlarda düşünürsek:
İnsanoğlunun bugünkü hayatında mantık ve matematiğin geldiği noktada nasıl değişimlere ve gelişimlere ön ayak olduğunu biliyoruz.
Masum ve neredeyse bir oda büyüklüğündeki bilgisayarla başlayan ve şu anda herşeyin simgesel veri iletimi + işleyişi + sonlandırışı ile kurulmadık sistem kalmadı gibi.
Her geçen gün hayatımızdaki yeri artmaktadır.
Bugün 60 yaşın üzerinde olup, köyde yaşayan ve okuma-yazma bilmeyenlerimizin bile kullandığı makinalarda/cihazlarla bu etkiyi yaşamaktayız.
Farkında değiliz, o ayrı.
Mesela kalemle yaptığımız bazı hesaplamaları zamanla kollu hesap makinalarından bugünkü tuşlu hesap makinalarıyla yapmamızı ele alalım.
Önceden iki parmak ucunun kavraması ve beraber tutmasıyla yazılan ve yapılan işlemler bugün makinanın tuşlarına dokunarak yapılıyor.
Kalemden bilgisayar klavyesine geçen eller, 10 parmak ve yine hafif vurma-dokunma hareketiyle yazıyor.
Günlük hayatımızda nadiren tuttuğumuz notlar dışında yazı yazmıyoruz neredeyse.
Mektup da çıktı hayatımızdan. Malum yeni yeni tablet bilgisayar modeli ile tuşlar da kalktı. Dokunarak yönlendiriyoruz yazıyı.
E ne var bunda diyebiliriz.
Acaba el ve parmaklarımız bunda 5000 yıl sonra da bugünkü halinde olacak mı?
Hadi daha yakın zaman için zorlayalım zihnimizi.
Kullanılmayan parmak ve el kasları fizyonomimizde ya da hastalılarımızda yakın gelecekte nasıl bir değişikliğe sebep olacak?
Yazmaya başladığım satırların başında el ve beyin bir bütündür demek istemiştim.
Çağlar önce 2 ayaklılığa geçerken elini kullanarak gelişen insan, dokunmatik bir hayatla beynimizde yeni imgeleri oluştururken eskileri de köreltiyor mudur dersiniz? Beynimiz geriler mi acaba?
Eskiden silmek dediğimizde silgiyi düşünürken, artık Delete tuşunu düşünenler sayısı, kentleşmenin olduğu yerlerde ve çalışanlar arasında hiç az değil, biliyorum.
Hayatta bir “undo” yani geri al tuşunun eksikliğinden bahseden ve en azından bir adım(yapıç-ediş-deyiş) geri alamanın haksızlık olduğunu söyleyenler dahi var.
Bu insanların beyinlerinde kayıtsal neler değişiyordur kimbilir.
Türkiye’de çalışanların ve yoğun olarak bilgisayar kullananların sayısını düşünürsek ve bunu bir de dünya genelinde hayal edersek, acaba insanoğlunun geleceğinde el-beyin ilişkisinde incelenmesi gereken değişimler bulabilir miyiz? Nitel bir değişime yataklık eden nicel sürecin içinde miyiz dersiniz?
İnsanın bir kısmı bu tip bir değişime doğru giderken bir kısmı da olduğu yerde sayıyor ve kumanda tuşları ile makinaların açma-kapama tuşları arasında yaşıyor.
Beyinde basmatik bir nokta gelişmiş olsa gerek değil mi; kaç yıldır tuşluyoruz neticede
Yazım daha uzayacak ancak devam etmektense diğer KDP katılımcılarının kalan diğer iki bilgi kaynağı için kendi spekülatif örneklerini ekleyerek, Mustafa Bey’in son yazısıyla bize açılan bu fırsatın yaratıcıları olmaya buyur ediyorum. Holistik bilime, kendi geleceğimizi öngörebilmek adına yapmakla başlayacağımız zihinsel egzersizlerimizin ardından Doğa ve İnsan Bilimlerinin gelecekteki kavramsal boyutuna yapacağımız katkıyla yakınlaşabiliriz umuyorum.
(Zehra Köseoğlu, Mart 2012)
http://www.kadikoydusunceplatformu.blogspot.com/
http://www.kadikoydusunceplatformu.blogspot.com/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder