Tarihsel Görüngeden Bakışla Diyalektik Süreç ve Anderson Belgesi
Dünya tarihindeki seküler toplumsal hareketler içinde örgütlü-içrekçi olanlardan belki de en yaygını ve ismen en bilineni kuşkusuz “masonizm”dir (sözcük burada felsefi ve düşünsel masonluk’un özü yani “özgür masonluk öğretisi” anlamında kullanılıyor). Evrensel bir yaygınlık kazanmış olmasına karşın bu içrekçi-küresel okulun son zamanlarda tüm dünyada artık neden eskisi gibi cazip bir ilgi odağı olmadığı sorgulanır hale gelmiştir. Bu kapsamda soruna çözüm, soruya cevap arayışları da çoğalmıştır.
Ancak karşılık bulmaya yönelik olarak çeşitli görüşler temelindeki yaklaşımlara dayalı pek çok cevap arayışı mevcutken soruna düşünsel kökeninden yaklaşarak bakmaya yönelmiş olana kolay rastlanır olduğunu söylemek yanlış olur sanırım. Yoksa tersi durumda sorun çoktan çözümlenip konu rafa kalkmış olurdu!
Bu nedenle konu çevresinde gelişen üç yüz yıl öncesi ve sonrasındaki entelektüel-tarihsel olaylara kuşbaşı bakarak hem Batı’nın hem de sözü edilen olgunun durumunu irdelemeyi denemeye değer bulmaktayım.
Bilindiği gibi kıtasal olmayan modern “masonizm”in başat örüntüsel çerçevesi, diğer bir deyişle öğretisinin özü Londralı presbiteryen rahip James Anderson’un 1723’te hazırladığı Anderson “anayasası veya tüzüğü” diye anılan belgeye dayanmaktadır. Belge’nin yayımlandığı 18. yy başlarında genel olarak bilim ve din alanındaki anlıksal-eğitsel örgütlenmelerin iç içe oluşu bu tür seküler belgelerin dinsel kurumlarda yetişmiş olan kişiler tarafından dahi hazırlanmış olsa bile monden çevrelerde geniş kabul görmesine olanak sağlamaktaydı.
Nitekim belge yayımlandığında modern Batı biliminin Galileo, Descartes, Bacon ve Locke ile birlikte başlıca önderleri arasında sayılan ve henüz hayatta olan Newton’un Kraliyet Derneği’nin kurucu başkanı olmasına karşın zamanının çok büyük bölümünü göksel (semavi) konuları araştırmaya ayırdığını hiç unutmamak gerekir.
Konuyu diyalektik süreç ile ele alarak irdelersek, din ve bilimin eğitsel kurumlardaki bu birlikteliğinin çelişik hale gelmesi olgusunun esas olarak 18. yy son çeyreğine doğru ortaya çıktığını görürüz. Zaten bir bakıma bu durumun Fransız Devrimi’ni hazırlayan başlıca entelektüel etmenler arasında da bulunduğu kolayca görülebilir.
Söz edilen Batı coğrafyasında toplumun anlıksal (entelektüel) dünyasında beliren bu çelişik durum, ayrıca aynı zamanda insani bilincin diyalektik-evrimsel sürecinde başka bir aşamaya geçişin de göstergesidir. İnsanlığın tümünü etkileyecek olan bu yeni anlıksal durumu, insan düşüncesinin evrimsel ilerleme sürecinde yepyeni bir evre olarak da görebiliriz.
Bu toplumsal olgu özünde ise, insani düşünselliğin bir biçimi olan çağrışımda doğrusal olandan, yani aynısını veya benzerini çağrıştıran basit zihinsel tarzdaki düşünme faaliyeti şeklinden, karşıtını çağrıştıran, yani doğrusal olmayan karmaşık zihinsel örüntü bazındaki düşünme faaliyetine geçişi temsil etmektedir. Bu geçiş ile gelinen yeni aşamadaki düşünce şeklinin en özdeki özelliği ise soyut düşünce bazında sentez yapabilmektir.
İşte bu geçiş Kant’ın önderliğinde kritisizm ile başlayan Alman idealizminin ortaya çıkışına, hemen ardından da 19. yy ilk çeyreğinde Hegel tarafından modern diyalektik felsefenin kurulmasına olanak sağlamıştır. Felsefede beliren bu yeni anlayışın bir asır sonra kendini bilimde kuantum mekanik şeklinde yeni bir paradigma olarak ortaya koyacak olması bu noktada ayrıca anımsanması gereken bir olgudur.
Şimdi bu saptamalar temelindeki mantıksal çerçeveyi entelektüel-tarihsel bakımdan doğruluk yönüyle test etmek gerekirse aşağıdaki ele alışın konuyu bu bakış açısından değerlendirecek bir dayanak çerçevesi ortaya koymakta olduğunu düşünmekteyim.
Konuyu bu yönüyle ele almak için olguyu ilkin Piaget’nin bireysel-zihni gelişme süreci kuramı ile kıyaslamak yerinde olacaktır. Karmaşık zihinsel bir faaliyet ulamı olan çelişkili düşünme -soyut bir düşünme yetisi olduğundan- Piaget’ye göre 11 yaş civarında, önceki somut operatif (doğrusal) düşünmeden soyut düşünme evresine geçişle birlikte ortaya çıkmaktadır. Buradan çelişki ile düşünmenin zihni gelişmede daha ileri bir aşama olarak ortaya çıkmakta olduğu kolayca anlaşılmaktadır.
Ayrıca olguyu Haeckel’in biyo-evrimsel Rekapitülasyon kuramı çerçevesinde, yani “birey oluş soy oluşu tekrarlar” diye özetlenen kural çerçevesinde ele alırsak başkaca önemli bir sonuca daha ulaşmak olanaklı hale gelir. Bu yargıda soy kavramı toplum kavramı ile ikame edildiğinde kuralın ifadesi “birey oluş toplum oluşu tekrarlar” şekline dönüşür. Yani özetle, bireysel biyolojik gelişme ile toplumun sosyal gelişmesi arasında bir özdeşlik, veya en azından bir paralellik vardır diyebiliriz. Bu durum aranan yeterli ve gerekli köktenci cevap için kuramsal-nedensel bağlantıyı sağlar; başka bir deyişle köktenci bir çözümleme için aranan soyut ilişkisel bağıntı bu yolla kurgulanmış olur.
Ne yazıktır ki 18. yy felsefesinde düşünmeyi karşıtıyla birlikte çelişik olarak ve eş zamanlı oluşturma, gerçekleştirme anlayışı yerleşmiş değildi. Düşünmede doğrusallık, yani sıralı “düz mantık” egemendi. Hegel ile birlikte çelişik hallerin eş zamanlı olabilirliği düşüncesi olan diyalektik sürecin benimsenmesi sonucundadır ki insanın zihinsel ufku bu doğrusallığın baskısından kurtularak içsel yönden de özgürleşti.
Böylece özgür düşünce için açık dışsal baskının ardından düz mantığın zorladığı içsel baskıdan da kurtulan insanın anlıksal (entelektüel) düşüncesi koşar adımlarla ilerlemeye başladı. Başka bir deyişle, Kant’ın ifadesi ile insan zihni diyalektik düşünme yetisini kazanmış olaraktan bu coğrafyada “erginlik” çağına ulaştı.
Bireyi zihnen olgunlaştırarak gerçek anlamda özgür yapan bu olgu bugün artık günümüzdeki özgür düşünce kalıbı için kaçınılmaz olan düşünsel bir örüntüdür. Oysa her şeyi karşıtı ile birlikte anında düşünerek değerlendirme tarzı Anderson belgesinin hazırlandığı dönemde klasik mantıksal düşünmenin egemen oluşundan dolayı başat bir olgu değildi.
Yani o dönemde diyalektik anlayışın entelektüel dünya için yerleşik bir durumda olmayışının bir sonucu olarak “Belge”de tanımlanmış olan ritüelik eğitim sürecinin aşamalarında çelişik yaşantı durumu içselleştirilmemiştir. Bundan ötürü de “Belge” kısa dönem için değil ama iki-üç yüz yıllık süreçler için anakronik olarak doğmuştur diyebiliriz.
Özetle, ‘tam’a yönelmiş özgür düşünceye erişim, sadece ve sadece birey üzerindeki her iki baskıdan, yani ötekinin “ben”e uyguladığı dışsal baskı ile insanın zihni evriminin ilk aşamalarında edinilmiş olan doğrusal olmayı zorlayan içsel baskıdan kurtulma ile gerçekleşebilir. Oysa içrekçi-ritüelist bir yol ile yapılan eğitim sonucu erginleşmeyi amaçlayarak hazırlanmış olan söz konusu Anderson Belgesi bu özelliğe haiz değildir ve bu nedenle anakroniktir.
Sonuç olarak belirtmek gerekirse, insan zihninin hala sürmekte olan sürekli evrimi nedeni ile ne denli mükemmel olursa olsun bu ve benzeri bireysel-entelektüel gelişim programlarının kısa zaman içinde anakronikleşmesi bir kaçınılmazlıktır.
Buna karşı durabilmenin yolunun ne olduğu ayrı bir deneme konusu olacaktır.
Mustafa Özcan (28 Aralık 2012)