31 Ocak 2013 Perşembe

Toryum’un Stratejik Önemi (Mustafa Özcan, 31 Ocak 2013)


Toryum’un Stratejik Önemi

Başlıktaki sıfatın isim hali olan Fransızcadan dilimize girmiş strateji sözcüğü Yunanca kökünde karargâh demektir. Yani, strateji köken olarak genelde algılandığı gibi sadece askeri anlam boyutu başat olan değil de karar verme, komuta etme ve yönetme ile ilgili her durumu kapsayan ayni zamanda sivil boyutu da olan bir kavramdır. Ancak akıl ve bilim yerine zorlantılı gücün egemen olduğu binlerce yılı kapsayan önceki çağlar boyunca askeri mahiyet ile kullanımının olağan bir durum olduğu açıktır. Oysa şimdi artık akıl ve bilimin egemenliğindeki bir döneme girişin başlangıcı olarak 21. Yüzyılda bu kavramın sivil boyutunun başat kullanım kipi olacağını söylemek yanlış olmasa gerekir diye düşünüyorum. 
Eğer toryum yerine uranyum yazılsa idi başlık için bu açıklamayı yapmak zorunda olmayacak ve sözcüğü alışılmış genel anlamı ile askeri strateji yönünde algılanmasına göz yumacak idim. Çünkü nükleer teknolojinin uranyum kaynağından beslenmesinin genelde silah yapımı amaçlı olduğu çok bilinen bir gerçektir. Oysa toryum kaynağının enerjetik faydası yalnızca sivil amaçlı, yani refah, gelişme ve barış için kullanılabilmektedir. Bu durumda da başlıktaki stratejik sıfatı ticari işlere yönelik yüksek yönetsel niteliği olan şey anlamındaki bağlamla kullanılmaktadır. Böyle bir açıklama uranyumun kırmızı karakterine karşılık toryumun nükleer yakıt olarak bu niteliğine atfedilen “yeşil” karakteri belirginleştirmek için gerekliydi.
Bu girişten sonra toryumun enerji kaynağı olarak faydasını veriler temelinde öteki kaynaklar ile karşılaştırmalı olarak sunmak istiyorum.
Bu veriler, ABD’li nükleer araştırmacı R. Hargraves’in elektrik üretimindeki fiili ortalamaların temel alındığı, bu nedenle de sektörü temsil eder niteliği haiz olan bir çalışmasındaki maliyet değerlerleridir.
Hargraves doğal gaz, kömür, biyo kütle, rüzgâr ve güneş kaynaklı olarak üretilen elektrik enerjisinin kilowattsaat başına cent olarak maliyetini sırasıyla 4,8, 5,6, 9,7, 18,4 ve 23,5 olarak vermektedir.
Oysa aynı araştırmacıya göre toryum kaynaklı elektrik enerjisinin maliyeti 3,0 ¢/kWh’tir. Yani toryum kömüre göre yüzde 40’a yakın bir oranda daha ucuz bir elektrik üretimine el vermektedir.
İnsan bu karşılaştırmayı görünce gayri ihtiyari olarak dünyadaki rezervlerin % 11 veya 14’üne sahip olduğumuz ifade edilen toryum konusunda ne yapmakta olduğumuz sorusunu akla getiriyor.
Ayrıca da hemen gene birilerinin kuyruğuna yapışmış olup olmadığımız konusu da akla gelmiyor değil. Kendi göbek bağımızı ne zaman kesebileceğimiz sorusunu da ekliyoruz ardından sorgulamamıza.
Tüm bu sorular kapsamında yürüteceğimiz sorgulama ve irdelemelerle sürecek olan toryum enerjisi ile ilgili yazı dizisinin Blog’taki bu ikincisinde toryumun ticari boyutunun stratejik öneminin bir göstergesi olarak diğer kaynaklara göre üstünlüğünü göstermek istedim.
Şimdikinde maliyet boyutundan söz ettiğim, öncekindeyse dört yüz yıllık bir süre ile toplam enerji ihtiyacımızın tamamını karşılayabilecek olan potansiyelini vurguladığım yazılarımı toryum hakkında yeterli bir bilinçlenme oluşuncaya kadar sürdürmek istediğimi tekraren anımsatarak bu yazımı da bitiriyorum.
Mustafa Özcan (31 Ocak 2013)

http://kadikoydusunceplatformu.blogspot.com/

25 Ocak 2013 Cuma

NİCE (Erdoğan Merdemert, 25 Ocak 2013)


Nice

Çokluğu olmayan somut ya da soyut hiçbir nesne yoktur ve bunun anlamı “bir” ve bir başkasının var olmasıdır. Somut olan için bu temel görelilik niceliği, bu nicelik de niteliği var eder ve bu ilk önce bir kuantum topaktır, topak kütleyi, kütle de biçimi koyar. Soyut olanın nice' si maddenin çokluğu gibi bir topak oluşturmaz ve onun çokluğunun tamamı nitelik olarak koyulur, zaten soyut olarak anılmasının sebebi de budur. Soyut olanın bu niteliği, herhangi bir maddenin niteliği tarafından olumsuzlanırsa ortaya o maddeye ilişkin düşünce biçimi çıkar çünkü her bir olumsuzlama zorunlu bir belirliliktir.

Belirli olanın böyle olumsuzlanmış olması kendisine ait bir çokluk oluşturmaya başladığında düşünce kendiliğinden çeşitlenir, rastgele çeşitlenen bu düşünce biçimleri organon da olduğu gibi bir düzen oluşturduğunda ise mantık koyulur.

Düşünce olsun olmasın madde ve enerji vardır,  maddenin ve enerjinin var olmak için soyut (boyutsuz) olana ihtiyacı yoktur, madde ancak bilinmek istendiğinde soyutlanır ve kavramsallaşır, örneğin madde formları atomaltı seviyede zorunlu olarak düşünsel alanda kıyaslanır bunun anlamı da kuantum alanın yanlızca boyutsuz olana (düşünsel olana) yakın olmasındandır. İnsanın beyni de maddedir ve o tamamlanmış bir dizge, bir nitelik olarak vardır, bu  nitelik bu madde için belirli bir niceliğin mükemmel sayısal organizasyonu demek olduğundan burada hem nitelik ve hem de nicelik birbirini almaşık olarak takip eder durumda bu maddeyi oluşturmuş olmalıdırlar.İşte anlaşılamayan şey budur. Maddede içkin düşünsel bir alanın varlığı böyle bir içiçe geçişi oluşturur ki bu enerjinin maddeye, maddenin de enerjiye dönüşümü gibi bir şeydir.

Nice oluşmaz o zaten her şey için var olandır, oluşan şey sadece niteliktir o da her şeye hükmeden olacaktır.

Erdoğan Merdemert (24 Ocak 2013)

18 Ocak 2013 Cuma

Bor ve Toryum (Mustafa Özcan, 18 Ocak 2013)

Bor ve Toryum

Bor bir madde, bir konu olarak epeyce bilindiğinden daha az bilinen toryum hakkında kısa bir bilgi vereyim.
Toryum kimyasal elementlerin periyodik cetvelinde aktinitler grubuna dâhil ağır bir metaldir. Adı Batı dillerinde “thorium” diye belirtilir. Doğada ender toprak elementleri denilen, genellikle manyetik özelliğe sahip bir grup metal minerali ile birlikte karışık olarak bulunur. Radyoaktiflik etkinliğe sahip, yarı ömrü evrenin yaşından fazla olan nükleer bir malzemedir ve bu nedenle kolaylıkla ve güvenle nükleer yakıt olarak kullanılmaktadır.
İlk önemli kullanımı ise oldukça eskilerde kalmış olan lüks lambalarının parlayan fitilinin kaplamasına yüzde doksan dokuz oranında katılmakta olan toryum oksit bileşiği şeklindedir.
Girişteki bu açıklamaya paralel olarak öteki bir noktaya da dikkat çekmek isterim. Fark etmişsinizdir; yazı başlığının iki tek sözcükten oluşuyor olması aslında benim başlık koyma tarzıma hiç de uymuyor. Genelde bilimsel betimleme ve açıklama yanları olan deneme tipindeki makalelerin tümünde başlıklar çok daha fazla sözcüğe sahip ve birkaç anlama yönelik anlatım içermekte olduğu okuyucu dostlarımın malumudur.
Doğaldır ki başlıktaki bu ani faklılığın nedenini merak etmişsinizdir. Bu durum yazının içeriğinin hedeflediği şeyle ilgilidir. Makalenin hedefinde bilimsel açıklamalı bir konu betimlemesi değil de okuyucunun dikkatini bu konuya çekmek yatıyor. Elbette amaç bir konuda keskin bir farkındalık yaratmak olunca bunu sağlamak için ilkin konuyu anlatan başlığın kısa olması, hatta sadece bir sözcükten ibaret olması gerekir.
Ayrıca yazının dilsel yanının sade olması, yani yeni ve az bilinir sözcüklerden arınmış ve günlük dile yakın bir dille yazılmış olması gerekir.
İlaveten de burada olduğu gibi bir-iki paragraf ile bu değişikliklere dikkat çekilmiş olmalıdır ki farkındalık daha da belirginleşsin.
Şimdi doğal olarak akla konunun öneminin nereden geldiği sorusu geliyor.
Ülkemiz toryum elementinin doğada çeşitli mineral şekilleri ile “mümkün” rezervler halinde bulunuşu itibariyle dünya sıralamasında dördüncüdür. Ayrıca bu rezervlerimizin bilinirliği MTA tarafından onlarca yıl öncesinden gelen arama çalışmalarıyla teminat altına da alınmıştır.
Başka bir husus ise toryum yataklarının mülkiyet durumudur. Bilindiği gibi yataklar 1980 yılının hemen öncesinde Ecevit hükümeti tarafından kamulaştırılıp işletilme imtiyazı devletin madencilik konusundaki iktisadi kuruluşu olan Etibank’a (şimdi Eti Maden İşletmeleri) bırakılmıştır. Bu bakımdan kamu mülkiyeti haiz bir yer altı kaynağımızdır.
Öte yandan o dönemde kamulaştırılan dört maden yatağı türünden toryum ve bor dışındaki kömür ve demir yataklarının kısa zaman sonra yeniden özele devredildiği konusu anımsanması gereken stratejik ve sosyoekonomik bir olaydır.
Bor ve toryum ile devletin bu Katolik nikâhının ne kadar daha süreceği bilinmez ama önemli sonuçları olduğu apaçık bellidir. Bunlardan ilki kamulaştırma öncesinde bor ürünlerinin ihracından elde edilmekte olan ulusal gelirin kamulaştırma sonrasında artarak zamanla en az üçe katlanmış olduğudur.
İkincisi ise doğada ender toprak elementleri ile karışık olarak bulunan toryumun Çin Halk Cumhuriyeti’nin son yıllarda dünya çapında bu konuda yürüttüğü tekel olma çabasının bir parçası olarak saha kapatmaya yönelik faaliyetinin dışında tutulabilmiş olmasıdır.
Bor konusu kamuoyunda pek çok kez gündeme gelmiş olmakla birlikte toryumun aynı derecede bilinirliği olmadığı herkesin malumudur. Bunun nedenlerinden biri borun bir ara stratejik malzeme olarak tanıtılmasıdır. Hatırlanacağı gibi bir Sovyet roketinde yakıt olarak bor bileşiği kullanıldığının tespitiyle başlayan sosyal ve siyasi gündem o dönem varlığını sürdüren bloklar arası soğuk savaş koşullarının etkisi ile askeri güvenlik konusu haline gelmiştir. Olay çok önemli toplumsal bir konu mahiyeti ile ön plana çıkarılarak bor ürünlerine stratejik malzeme niteliği atfedilmek sureti ile ihracı engellenmek istenmiştir.
Bor madenlerini bu güne kadar gündemde tutan diğer neden ise dünya rezervlerinin üçte ikisine sahip oluşumuzdur. Bu durum bor konusundaki toplumsal bir bilinçlenme için gerekli ve yeterli bir ilgi odağının oluşmasına olanak sağlamaya yetmiştir.
Oysa bordan kat ve kat daha stratejik ve değerli olan toryum yataklarımız hakkında aynı toplumsal bilinçlilik düzeyine erişilmiş olunduğunu söylemek mümkün değildir.
Bu yazıyı ülkemizin birkaç yüzyıllık toplam enerji ihtiyacını karşılamaya aday olmasının yanında nükleer enerji yakıtları dünyasının en barışçıl ve yeşil temsilcisi olma sıfatını da bünyesinde barındıran toryumun adının mümkün mertebe çok duyulmasını sağlamak amacıyla hazırladım.
Ama dikkatleri toryum üzerine toplamak için kaleme aldığım bu metnin çok daha ötesine geçerek önemli bilimsel ve teknolojik bilgiler sunan makalelerle konuyu ele almayı sürdüreceğimi belirterek bu yazıyı tamamlamak isterim.
Mustafa Özcan (18 Ocak 2013)

11 Ocak 2013 Cuma

ZEKÂ (A.Erol Erbirer, 11 Ocak 2013)


Zeka


Zekâ beynimizin bir işlevidir. Zekâ da bir yargı verir, belli bir bilgiyi ortaya koyar, burada akıl ve zekâ arasındaki ayrımı bilmemiz gerekiyor.

Akılla zekâ aynı şey değildir. Akıl da bilgi verir, zekâ da bilgi verir. Aralarındaki en önemli ayrım, akıl geniş kuşatımlı düşünürken zekâ dar kuşatımlı düşünür. Ayrı bir deyişle akıl geniş kuşatımlı bilgiler üretirken zekâ problem karşısında hemen cevap üretir. Zeki dediğimiz insan zaten budur. Zekâ olgusal bilgiler üretir. Zekâ sorunlar karşısında hemen yanıt bulmaktadır. Fakat bu yanıtın geniş kuşatımlı olması gerekmez. Bu nedenle zeki insanlar pratikte fevkalade başarılıdırlar, fakat yaptıklarının uzun süre için geçerli olduklarını söylemek her zaman için kuşkuludur. Bir insan bireyinde akıl da vardır zekâ da vardır. İnsandaki akıl düzeyi daha fazla ise o kimse akıllıdır zekâ düzeyi fazla ise o kimse zekidir, ancak insan düşünme tembelliği yapıyorsa zekâdan ve dolayısıyla akıldan yoksun olur. Önemli olan ise bu iki gücün dengeli olmasıdır. Zeki olan bir kimse her şeye son derece kesin cevaplar buluyor fakat daha ilerisini düşünmediği için tökezleyebiliyor. İşte bu nedenledir ki bütün ahlak öğretileri bütün bilimsel kuramlar, bütün felsefeler her zaman akla dayanır. Bunun sonucu olarak akıl daima büyütülür.

Değerli dostlarım burada biraz dikkatli olmamız gerekiyor. Çünkü insan aynı ad altında iki olanaktan meydana gelmiştir. İki büyük potansiyelin bileşimidir. Bunlardan biri ilkel diğeri insan gücüdür. Akıl dediğimiz güç ilkelin eline geçerse çok büyük kötülükler yapabilir. Akıl içimizdeki insanın eline geçerse büyük iyilikler ve güzellikler yapabilir. Hâlbuki insanda haz öğesi, zevk öğesi çok fazladır ve bizi daima baskısı altında tutar. İnsanlığımızı öne çıkarmamızı engellemeye çalışır. İkincisi zordur ancak belli bir süre sonra insanlığımızın tadını aldıktan sonra o yolda yürüyebiliriz.

Değerli dostlarım peki aklı nasıl kullanalım ki ortaya düzenli ve iyi sonuçlar çıksın. Bildiğiniz gibi akılla büyük kötülükler yapabiliyoruz. Öyleyse akla değil, aklı kullanan anlayışa, aklı yönlendiren görüşe, aklı biçimlendiren iradeye bakmak lazımdır. Anlayış, görüş, irade gibi iyi şeylerin tek başına ortaya çıkması mümkün değildir. Bunların hepsi bilgidir ve bunlar akılla ortaya çıkmaktadır. İnsanlığın ilk başlangıcına bakacak olursak insanoğlu bilmek zorunda olan bir varlıktır. Dünyaya yaklaşımı, olaylara ilk yaklaşımı, hayal gücü, duyguları, korkuları, kendisiyle olan gözlemlerini aklı ile birleştirmesi daha ötede yüce birtakım güçleri hissetmesi ve bütün bunlarla bir doğa açıklaması yapması gerekiyordu. İnsanoğlu doğa açıkla­malarında ilkin mitosları kullandı. Doğa açıklamalarını mitoslarla yaptı. Bilindiği gibi hemen her toplumda mitolojiler vardır. İnsan doğadaki her şeyi soruyordu ve bunları bir şekilde açıklamak zorunda idi. Dolayısıyla her zaman bir mitos yaratıyordu.  Antik yunan düşüncesi içerisinde daima diyalektik söz konusu idi.

Problem: Horoz sabahları niçin erken öter? Bir hipotez ortaya koyuyor. Açıkla­ma yapacağı aklını ona göre kullanacağı bir ortam var. Bu ortam nedir? Tanrılar ortamı. Peki, bu tanrılar ortamı nedir? Tıpkı insanlar ortamı gibi. Bir olguyu, bir olayı tanrılardan yola çıkarak canlandırıyor. Değerli dostlarım, siz bu olayın anlatımına inanmaz iseniz bu açıklama basit bir hikâyedir. Eğer inanır iseniz bu olay gerçektir. Mitoslar ise daima inanca dayanıyordu. Bir dönemlerde Mısır, Mezopotamya ve Babil'den gelen birçok bilgi doğu Akdeniz potasında yoğrulmakta idi. Bu bilgiler tıp astronomi, matematik, mimari ve değişik bilgiler idi. Bu devirde gezici ozanlar şunu soruyorlardı acaba bu evrenin dokusunu oluşturan her şeyin kendinden var olduğu ARKE diye bir şey var mı? Gezici ozanlar bunları sorarken bir düşünür, bir matematikçi, bir doğa gözlemcisi ve bir astronom olan THALES Arke dediğimiz şeyi ilk olarak Mitoslardan ayrı araştırmaya başladı. Thales özdeyi (Maddeyi) nesnelerin başlangıcı sayan düşünceyi ilk kez ortaya koyanlardandı. Thales ilk olarak maddeyi yine kendinde olan bir madde ile (Akıl) açıklıyordu. Mitoslarla değil. İşte bu bilgilen­mede objektifliğin ilk adamıydı. Thales nesnelerin kökü Arke'yi, su olarak görüy­ordu. Thales'in suyu başlangıç yapması çok önemlidir. Evrenin oluşumunu dinsel öykülerle anlatmaması bir ilerleme evresidir. Deviminin (hareketin) nedenini doğaüstü bir etkide bulmuyor özdeğin içerisinde arıyordu. Bu görüşün tarihsel önemi büyüktür. Thales'in inanmadan bilmeye yönelmesi metafizik aydınlanmanın en güçlü yanıdır. Felsefe dediğimiz düşünme biçiminin ortaya çıkışı aynı zamanda bi­limsel bir tavırdan başkası değildir. Bu durum batıda Rönesans’la birlikte gerçeğin kendisine dayanarak ve kendi içerisindeki kurallığı, yasallığı bulunarak açıklanması çalışmaları hız kazandı. Akıl dediğimiz beynimizin işlevi Rönesans’la yeni bir atmos­fer altında yeni bir bakış açısında işlenmeye başladı. Bilimsel çalışmalar geliştikçe buna paralel olarak teknolojik çalışmalarda gelişti. Özellikle sanayi devriminden sonra teknolojik çalışmalar bugünkü düzeyine ulaştı.

Değerli dostlarım,  biz bütün çabalarımıza karşın her şeyin bilgisini kolaylıkla ve net olarak elde edemeyiz. Şayet elde edebilseydik insandan söz edemezdik. Çünkü bütün davranışlarımız belirlenmiş olurdu. Buna karşın sınırlı olan bilgiler­imize rağmen insanoğlu çok yüksek çok değerli yaşamlar gerçekleştirebilir. Akıl burada bize katkıda bulunur, güç verir. Bu nedenle aklın önemli bir işlevine daha değinmek isteriz bu da aydınlanmadır. Yeniçağ aydınlanmasının başlangıcı olan Rönesans ulus toplumlarının doğduğu ulus bilincine, öz değerlere dönme çağıdır. Macit Gökberk orta çağın evrenselliğinden (ümmet toplumu) Rönesans’la başlayan ulus devletlerine doğru gidişi bir aydınlanma sonucu olarak görür ve aydınlanmanın batıda olduğu gibi bizde de kültür değerlerini herkese, halkın anlayacağı ulusal bir dille yaymak demektir der. İslam dünyasına Alevlisiyle, Sünnisiyle, İslam insanın usçu düşünceyi yeniden yaşama döndürmesi ancak 20'nci yüzyılda Anadolu'da gerçekleşecek ve ilk adım 1924'te halk adına T.B.M.M. de atılacaktır. Bu atılım demokrasi koşullarını içeren, akıllı düşünceyi temel yapan, dinin bireysel vicdanda­ki yerini titizlikle koruyan,  laik yaşama geçiştir. Bu aydınlanma Halkevleri, Köy Enstitüleri, Halk odaları ile kurumsallaşacaktır. Aklın en önemli işlevlerinden birisinin eleştiri olduğunu daha önce söylemiştik. Eleştiri yalnızca yergi değildir. Hakkını verme olayıdır. Ne kadar doğru ne kadar yanlış, ne kadar iyi ne kadar kötü gibi eleştiriyi aklımızı kullanarak ve öneride bulunarak yapmalıyız. Sırf eleştirmek için eleştiri yapılmamalıdır. Aydınlanmadaki akıl eleştiren akıldır. Kant, ünlü aydınlanma nedir? yazısının başında şöyle formülleştirmektedir; Aydınlanma, insanın kendisinin sebep olduğu ergin olmama durumundan çıkmasıdır. Ergin olma­mak insanın kendi usunu, başkasının yönetimi olmadan kullanamaması demektir. Ergin olmayış insanın kendi suçudur. Çünkü bunun nedeni usun yetersizliğinden değil, usunu başkasının yardımını almadan kullanılmasındaki kararsızlık ve yürek­sizliğinde yatmaktadır. Kendi usunu kullanma yürekliliğini göster, işte aydınlan­manın sloganı budur der.

Tarihte yapılan her iyi şey (Hümanite) insanlık için yapılmıştır. Tarihin her yerinde insanın kendisini bir çeşit (hümanite) insanlık için geliştirmeye çalıştığını görürüz. Ulusların tarihi hümanite ile insanlık haysiyetinin en güzel sonucuna erişmek için bir yarışma okuludur. Aklın düzenli ve sürekli kullanılmasıyla aydınlanma gerçekleşir. İnsan yaşamı bir gelişmedir. Bir mükemmelleşmedir. Bir aydınlanmadır. İnsanlığın yapmak istediği ve insanlığa yaraşan da budur.


      Kaynakça:

1.         Akılcılık (John Gottingham)

2.         Tarihte akıl (Friedrich Hegel)

3.         Felsefenin ABC’si ( Önay Sözer)

4.         Kant ile Herder’in tarih anlayışları (Macit Gökberk)

5.         Felsefe sözlüğü ( Orhan Hançerlioğlu)


A. Erol Erbirer (11 Ocak, 2013)

6 Ocak 2013 Pazar

AKIL (A.Erol Erbirer, 6 Ocak, 2013)

Akıl

Akıl beynin bir işlevidir. Bütün yüksek organizmalı canlılarda beyin bulunmasına rağmen akıl yalnızca insanda ortaya çıkar. Dik duran bir yaratık olmasıyla insan, aklı kullanmak yeteneğini elde etmiştir. Bu örgütlenimi yüzünden insan ince duyulu olmuştur. Akıl olmasaydı insan yaşamı olanaksız olurdu. Kant'a göre içinde yaşadığımız ve bizim var olma ortamımız olan uygarlık iki organımızın çalışmalarına dayanır. Bunlardan birincisi akıl’dır ikincisi ise El’dir. Herhangi bir uygarlık ürününden akıl ve eli çıkarırsak geriye ne kalacağını rahatlıkla görebili­riz. Ancak insanda akıl ortaya çıkarken diğer organlarında bir gerileme olmuştur. Eğer böyle bir gerileme olmasaydı insan ortaya çıkmazdı. Doğada bütün canlılar bulundukları ortamın bir ürünüdürler. Afrika'da yaşayan bir hayvanı kutba götürür­seniz ölür. İnsanı dünyanın neresine götürürseniz götürün gerekli tedbirleri alarak yaşar. Dik yürümesi insana başka hiç bir yaratıkta olmadığı gibi her iklime dayanma olanağını vermiş, böylece insan yeryüzünün her yanına yayılmış bütün yeryüzünün egemeni olmuştur. Bulundukları ortam ile var olan hayvan doğadan toplar, dünya ile hatta uzay ile var olan özgür insan ise emeğiyle üretir, değiştirir hizmetine koşar. Hayvanlar bulundukları ortam ile özgür insan ise dünya ile hatta uzay ile vardır.

Akıl, beynimizin bilgi edinme, bilgi işleme, geliştirme ve kurumsallaştırma işlevidir. Aklımız sayesinde belli bilgileri ediniriz. Bu bilgileri geliştiririz ve bu bilgilerden kuram dediğimiz kuşatıcı görüşlere ulaşırız. Peki, neden bilgiye gerek var. Bilgi olmasa ne olurdu? Biz ancak bilerek ve bilgilerimize dayanarak yaşamak zorun­dayız. Bilgilerimiz olmasaydı yaşamımızda olmazdı. Buna karşın hayvanlarda sabitlenmiş bilgiler var. Adeta doğuştan birtakım bilgileri beraberinde getiriyor. İnsanda böyle bir şey yok. İnsan kendi bilgilerini kendi üretecek ve o bilgilere göre davranacak, işte akıl burada ortaya çıkıyor. Ancak akıl duyu verileri ya da algılar olmadan tek başına çalışamıyor. Dış dünya ilk verilerimiz için algıya ihtiyaç vardır.

Kant'a göre de akıl tek başına çalışmaz, duyu verileri tek başına bilgi edinmez ikisinin bir araya gelmesi ile ortaya düzgün ve düzenli bir şey çıkar. Ne var ki akıl sadece bunlarla da çalışmaz daha sonra elde ettiği bilgileri birbiriyle ilişkiye getirir ve bu bilgilerden eksikliklerini görür. Başka bilgilerle birleştirerek genel bilgilere ulaşmaya çalışır ve bilginin durumunu eleştirir. Bilgi nedir? Bilgi bir yargıdır. İnsan duyu organlarıyla bu evreni algılar. Burada algılayan ben (subje) ile algılanan nesne (obje) vardır. İnsan dış dünyanın yanında kendinin iç dünyası da insan için bir obje olur, bu objeler duyumsama yolu ile insan beyninde izler bırakır, bu bağlamda basit olarak bu izler üzerinde yapılan (ansal) zihinsel etkinliğe düşünme dersek, insan düşünce yolu ile soyutlamalar yaparak kavramlara ulaşır. Kavramlar arasında ilişkiler kurarak yargılara varır, çıkarsamalar yapar, bu sürecin sonunda oluşan ürüne bilgi denir. Başka bir deyişle insanın toplumsal çabasıyla meydana getirdiği nesnel dünyanın yasalı ilişkilerinin düşüncesinde yeniden üretimidir, insanla çevre­si arasında kurulan yasalı ilişkilerinin düşüncesinde yeniden üretimidir. İnsanla çevresi arasında kurulan ilişki eş anlamda bilgi. Dil de aklın bir ürünüdür. Yani dil olmazsa bilgi olmaz, akıl olmazsa dil olmaz (böylece akıl kendi organını yansıtıyor). Dilin insan yaşamına zorunlu katkısı düşünmede kendini açığa vurmasıdır. Aslında dil ile düşünce bir bütünün parçasıdır. Düşünme dilde kurar ken­dini. Dil düşünmeyi biçimler, hayvanın geçmişi ile hiç bir bağı yoktur. Buna karşın insan, tarihinin bir ürünüdür. Tüm insan başarıları kendisinden önce yaşayan insan kuşaklarının başarılarına dayanır. Bunun için denebilir ki tüm insan başarıları (insan kültürü) dilin ürünüdür. Ellerin kullanılması ile iş ve dilin etkisiyle beyin gelişmiştir. Beynin gelişmesi ile duyu organlarının gelişmesi yan yanadır. Kant “el dışarıya uzanan beyindir” derken bunu amaçlıyordu. Dilin çalışması ile beynin gelişmesi, beynin gelişmesi ile dilin çalışması, canlı cansız bütün doğayı temelin­den sarsmış ve yeni baştan düzenlemiştir. Dil ve düşünce insanı insan eden özel­liklerin başında gelmiştir. İnsan evrene açılan tek canlıdır. Bu açılmayı dilin düşüncesi ve aklı sağlamıştır. Böylece yargı dediğimiz olay (bilgi dediğimiz olay) bilmek isteyen (subje) ile bilmek istenen (obje) arasındaki bir ilişkide ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla akıl değişik biçimlerde yargılara varır ve bütün bu yargılardan değişik biçimlerde bilgiler üretir.

Aristo Tales'e göre, bütün insanlar doğadan bilme eğilimine sahiptir. Bilme eğilimi yalnızca bilmeyi istemeyi değil, bu istemin istediğini elde etmesini yani kısaca bilmeyi de içermektedir. O zaman insan doğal olarak bilebilen, evet bilmeyi bilen bir varlık oluyor. Bu durum bilmenin insanın bir olanağı aynı zamanda bir erki, bir gücü olduğunu çok iyi anlatıyor. Görülüyor ki; bilmek, bilebilmeyi, bilmeyi içeriyor ve içerdiği ölçüde de salt bir istek olmaktan çıkıyor. Bilmeyi istemekten daima daha fazla bir şey oluyor. İşte insan bilgilerini bilimsel bilgi düzeyine vardırmasını doğru bilginin kuramını geliştirmesini bu anlamdaki bir bilme eğili­mine borçlu, bilme yetisi anlamında işlerlik kazanmış olan bilme eğilimine akıl ya da us diyoruz. Akıl insanın bilme yetisi olunca ve yeniçağda akıldan söz edil­ince insandaki bilme isteğinden, bilmeden, bilgiden, bilgelikten, doğru bilgiden söz etmek gerekiyor. Kant'a göre akıl (us) bir canlı varlıkta o varlığın bütün güçlerinin kullanımını doğal içgüdülerinin çok ötesine doğru genişletme yetisidir. Aklın (usun) tasarıları, gizil gücü sonsuzdur. Ancak bu gizil güç kendini yavaş yavaş açar, gerçekleştirir, çünkü us doğanın insana vermiş olduğu bir yeti olmakla birlikte onun işlemesi içgüdülere göre olmaz; sınama deneme ve öğrenmeye gereksinme gös­terir. Bunun sonucu olarak da bilginin dünyayı kavramasının bir basamağından öbürüne yavaş yavaş ilerler insan, insanın usunu tam olarak kullanması bireylerde değil, ancak insan türünde, genel insanlık planında gerçekleştirilebilir. Kant’a göre insanın mutluluğu kendi özüne, yani yetkinliğine erişmesi ile bağlantılı, bir başka deyişle insan, ancak kendi belirlenimine uygun bir düzeyin saygınlığına eriştiğinde mutlu olacaktır.

Kaynakça:

1.         Akılcılık (John Gottingham)

2.         Tarihte akıl (Friedrich Hegel)

3.         Felsefenin ABC’si ( Önay Sözer)

4.         Kant ile Herder’in tarih anlayışları (Macit Gökberk)

5.         Felsefe sözlüğü ( Orhan Hançerlioğlu)



A. Erol Erbirer (6 Ocak, 2013)

Emin Çizmeci (6 Ocak 2013)