28 Ekim 2012 Pazar

Us, Bilim ve Yortu (Erdoğan Merdemert, 28 Ekim 2012)


Us, Bilim ve Yortu

Her şeye rağmen us çağının büyük insanları hem bilimi hem Us'u (Feyerabend hariç) ve hem de İnancı (Nietzsche hariç) bir arada kendi varlıklarının sebebi olarak kabul ettiler. Feyerabend bilimle alay ederek akla veda dediğinde kendisinden geriye doğru baktı, Nietzsche ağladığında kendisinden ileriye doğru baktı, Hegel sistemi öyle bir kurdu ki tinin gelişmesini, eksi değerleri hesaba katmadan artan ve yükselen bir olgu olarak gördü. Einstein bilim ve tanrı ile ilişki kurmadı ama herkes öyle olduğunu sandı, Oscar Wilde yaşamı boyunca edebiyatın naif sokaklarında dolaştı, bilimi ve gerçek dinsel inancı hiç önemsemedi. Aldous Huxley “burası başka bir dünyanın cehennemi” derken, kendi distopik karakterinden daha fazla bir şey demek istemiş olmalıydı.

Bugün gelinen noktada da Us ve onun ortakları yani mantık, zeka ve sağduyu hala kolkola ve hala gözde. Onların yeri beyin dokusu ve bu doku bugün vücudun geri kalanından artık daha fazla kan talep edemeyecek kadar gelişmiş (hakkını kullanmış) durumda. O zaman artık bir yere gelmiş olduğumuzu ve artık orada öylece duracağımızı da kabul etmemiz gerekir ama alt birimlerin yatay gelişimini hesaba katarsak daha gidecek çok yol olduğunu bilmemiz, onu kabul etmekten daha farklı olmalıdır.

Buna göre ya da bana göre kalp ve baş hizasından geçen yatay iki düzlemin zahiri ufku ussal destek alanının ekseni olarak varsayılmalıdır, böyle iki boyutlu bu yatay düzlemler herhangi bir hedefe erişme misyonu taşımadıklarından sonsuzdurlar ve sonsuz olmaları iki boyutlu yatay mantık  düzleminin saltık zeminidir. İki boyutlu olanın hem uzay/zamanda bulunması ve hem de onun bir uzamının bulunması ve onun düşünceye böyle iki boyutlu gelmesi usun kendi soyut alanından doğrudan yansıdığı anlamına gelir, eğer öyle olmasaydı o yalnızca özdeksel veya görüngüsel olanı bilebilir ve yalnızca onu düşünebilirdi. Yatay iki boyuta yüklenen soyut us edimselliğinin kalp ve baş hizasında tasavvur edilmesinin sebebi bu bölgelerin önemli sayılmalarından kaynaklanır.

Aklın işleyiş mekaniği oldukça karmaşık, içgüdüler, tutkular, korkular ve duygular onun çarkının dişlerine takılıp onu sürekliliğini aksatıyor, sağduyu ise genç güzel bir kız edasında ve o en çok gerektiği yerde bir görünüp bir kayboluyor. Bugüne kadar yeryüzünde doğal ecel ile ölenlerin sayısı, şiddet kullanılarak öldürülenlerin sayısından kat ve kat fazla değil ve bunlara yaşamaya devam ettiği halde hayatı zindan edilenlerin sayısını da eklersek Huxley’in haklı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. O zaman sorun nerede olmalı?

Karşılıklı duran iki güç var ki bunlardan birisi insanlık adına değil ve bunun diyalektik olması da adil değil çünkü onların çıkış noktalarının özdeşliği aynı zamanda başlangıcın da özü olduğundan farklılığı koyan etkinin ayrımı kendi içinden kendini kemiren ussal bir olgu gibi. İyiliğin ve kötülüğün aynı ussal noktadan çatallaşması onun işlevsel niteliği değil ama ona ait öz nitelik olmalı ki tetiklenmesi için sadece basit bir dürtü yeterli olabilsin. Bu dürtü bilimsel değil ruhsal ya da dinsel olmalı ve onu kutlama adına yortular (yortuyu tüm dinsel ritüeller için kullanmak uygun olabilir) düzenlenmeli.

Erdoğan MERDEMERT (28 Ekim 2012)


22 Ekim 2012 Pazartesi

Felsefenin doğası ve tarihi gelişim süreci (Ateşan Aybars, 22 Ekim 2012)



Felsefenin doğası ve tarihi gelişim süreci

Yeni başlayanlar için felsefe yazıları en basit yazılardan en anlaşılmaz yazılara kadar geniş bir spektrumda karşımıza çıkar. Tarihsel gelişim içinde sınıflamak, felsefenin sürekliliğini ve doğasını anlamakta kolaylık sağlaması yanısıra  günümüz felsefesini doğru bir perspektife yerleştirmek açısından da önemli olduğunu düşünüyorum.  Elbette, islam ve doğu felsefesi önemli olmakla birlikte batı felsefesinin günümüz yaşamında etkisi fazladır. Kaba bir sınıflama; Sokrat öncesi ve sonrası olarak yapılır ama biraz daha detaya inelim.

Presokratik (Sokrat öncesi) Dönem (MÖ 2500-1700). Bilge kişilerin (akil adam) başında gelen Thales (Anadolu Felsefesi) ve Anaksimander gibi düşünürler bilim ve büyü’yü ayırarak ilk defa tanrıyı düşünmeden dünya hakkında düşünmeye cesaret etmişlerdir. Efsaneleri sorgusuz bir şekilde kabullenmekten uzaklaşan büyük bir adım atılmıştı. Bu dönemde felsefe yapmak BİLMEK amaçlıdır.

Sokratik Dönem. (MÖ 470- MS 50). Sokrat, Plato ve Aristo üçlüsü bilmek ve gerçeğe ulaşmak yönünde ortaya çıkan sorunları düzenleyip sistemleştirmişlerdir ve felsefenin temellerin atmışlardır. Bu dönemde felsefe ERDEM için yapılmıştır. Nasıl biliyorum? Epistemolojik sorunu gerçek öyle midir? Ontolojik sorusu ile birleşince felsefenin güç ve ağır bir iş olduğu inancı öne çıkmış ve gelecek birkaç yüzyıl içinde daha da ağırlaşmıştır.

Ortaçağ Felsefesi (50- 1450). Roma imparatorluğunun çöküş ve hiristiyanlığın yayılması ile felsefe karanlık dönemine başlamış ve Occamlı William (Occam’ın usturası) Skolastik ve Rönesans arasında kilit adam olarak bağnazlığın, yaşam sonrası düşüncelerin teolojik felsefesi ile son bulmuş yerini Rönesana felsefesine bırakmıştır. Bu dönemde İbn-i Rüşt, İbn-i Meymun ve İbn-i Sina gibi düşünürler ile islam felsefesi zirve yapmıştır. Ortaçağ felsefesi TANRI için yapılmıştır.

Rönesans Felsefesi (1440- 1540). Makyavel (politik felsefe), Erasmus (hümanist) ve Kopernik (bilim) ile başlayan Rönesans felsefesi insan yaşam kalitesini yükseltmek üzere DOĞA felsefesi olarak bilinir. Sonraları, bilgi güçtür sloganı ile ampirist F.Bacon, çağdaş felsefenin babası olarak bilinen ve  kartezyen olgusunu bilim dünyasına taşıyan Rane Descartes, bilimin kanıtlanmasında öncü I. Newton, felsefe geometrisini kurmaya çalışan Baruch Spinoza, Leibnitz, D.Hume, J.Locke gibi düşünürler temel düşünce sistemini  oluşturdukdan sonra Alman düşünürlerinin sentezi ile akıl çağı denilen süreç DOĞA ile yüzleşme süreci olarak bilinir.

19 ve 20. Yüzyıl Felsefesi. Alman idealizmi ve Hegel sistemciliğinin 19.yüzyıl başında tekrar maddi gerçekliğe dayanan düşünceye (K.Marks, Feuerbach) döndüğüne tanık oluyoruz. Bu dönem felsefe doğrudan TOPLUMSAL KONTROL amaçlı yapılıyor.

Günümüz Felsefesi. Kapitalizmin şekil değiştirmesi üzerine küreselleşme, post modernizm ve farklı entellektüel grupların (Frankfurt Okulu, Viyana Çevresi) daha karmaşık toplum mühendisliği üzerinde odaklanıyor.

Ateşan Aybars (22 Ekim 2012)

MÜZİK (Erol Erbirer, 22 Ekim 2012)


MÜZİK 

Dünyada bütün insanların anlayabildiği tek dil vardır, müzik.
Müzik nedir? Müzik, kelimelerle anlatamadığımız duygu ve düşüncelerimizi seslerle anlatma sanatıdır.

Peki müzik nereden doğmuştur ? Bu konuda türlü varsayımlar vardır ;

Charles Darwin şarkının hayvan ulumasını taklit sonucu başladığını ileri sürer. Başka bir görüş bunu bedensel çalışmayı kolaylaştıran ritmik seslere bağlar. Başka bir varsayım ise, müziğin doğuşunu konuşma ile birlikte almış ve her ikisini de sesli anlaşma olanağında tek çare olarak görmüştür.

Ortaçağ ve Rönesans, beraberce Avrupa tarihinde bin yıllık bir zamanı kaplar.  Batı sanat müziğinin temel kuralları  ve kavramları bu uzun dönemde doğmuştur ve çok sesliliğinin başlangıcı  12. ve 13. yüzyıllarda Notre Dame okulunda olmuştur. Çok sesliliğin gelişmesinde nota, önemli bir rol oynamıştır.   

Nota nereden çıkmıştır ? İtalya’da 990 ile 1050 yılları arasında yaşamış olan Arrezolu Guide adında bir rahip “Johanne Batista” adlı ilahisinin iki dizesindeki latince sözcüklerin ilk harflerini alarak notaları oluşturdu. Öyle ki; Ut Quent Laxis (Ut, 17 YYD Bononcini) tarafından Do olarak değiştirildi. Re Sonore Fibris-mi, Ragesterum-Fa, Muli Tourum Sol, Vepolluti-La, Birreatum ve B harfi: Si notası uzun bir süre B harfi olarak kaldı.  13 yy. da Sanet İoannes’in kısaltılmışı olarak Si adını kaldı. Çizgi sistemleriyle de notaların yerleri kesinlik kazanmış, seslerin süresi için belirli nota işaretleri kullanılmaya başlanmıştır.

Çok sesliliğin ilk büyük biçimi çok sesli Missa’lardır. Din dışı müziğin; ise en önemli biçimi çok sesli yeni İtalyan şarkısı Madrigal idi.

İlk çağlardan günümüze kadar müziğin geçirdiği dönemleri şöyle sıralayabiliriz; İlk çağ – Barok çağı – Klasik çağı – Romantik çağ – Neoklasik ve çağdaş dönem.  
  
İlk Çağ; (1550-1600 yılları arası) Bu çağın en önemli bestecisi, Claudio Monteverdi’dir (167-1643).     
                                                                                 
Barok Çağı; (1600-1750 yılları arası) Bu çağın en önemli bestecilerinden bazıları şunlardır : Tomoso Albinoni (1671-1750), Antonio Vivaldi (1678-1741), Vivaldinin 4 mevsim eseri en tanınmışlarındandır.  Johannes Sabastian Bach (1685-1750) Bakım Togato ve Füg en önemli eserleridir.    
                                                                   
Klasik Çağ; (1750-1800 yılları arası) Joseph Haydın (1732-1809), Wolfgang Amedeus Mozart (1770-1827).     
                                               
Romantik Çağ; (1800-1900 yılları arası) Franz Şuhubert (1797-1828),  Fredrik Chopin (1810-1840).  
                                                                      
Neoklasik ve çağdaş dönem; Sergey Prokofief (1891-1953), Jansibelius (1865-1957), George Geroshwin (1898-1937), İmre Kalman (1882-1953) en önemli eseri Çardaş Fürstin’dir.

Osmanlı imparatorluğunun son çağlarda tanzimatın etkisiyle beliren batı sanat müziği eğilimi, saray çevrelerinin tekelinde kalmıştır. Batı örneği asker için, Bandolara müzikçi yetiştirmek amacıyla kurulan “Müzika-i Hümayun” tek ciddi eğitim örgütü idi.

Atatürk, çok sesli Türk sanat müziğinin geleceğin kültür ve eğitim ortamındaki önemini görmüş ve bu alandaki hazırlıklarını öncelikle ve ivedilikle ele alınmasını istemiştir. Bu doğrultuda “Makam-ı Hilafet” müzikası Ankara’ya alınarak : “Riyaset-i Cumhur Flarmoni” orkestrası oluşturulmuştur.  İstanbul’da  tek sesli müzik eğitimi yapan “Darültalim-i Musuki”nin çok sesli müziğe yönelmesi gerçekleştirilmiştir. 1935 de Proetorius, Flarmoni orkestrasının yöneticiliğine atanmış, Paul Hindemith ve Carl Ebert-in yardımları ile 1936 da devlet konservatuarı kurulmuştur.

Yetmiş yıl sonra ulaşılan bu günkü durum son 20-30 yıl boyunca devrim coşkusunu engelleyen bazı güçlere rağmen iyi bir sonuçtur. 

Erol Erbirer (22 Ekim 2012)




19 Ekim 2012 Cuma

Kadıköy Düşünce Platformu, Nereden Nereye (Ateşan Aybars, 19 Ekim 2012)


Kadıköy Düşünce Platformu, Nereden Nereye

Kadıköy Düşünce Platformu (KDP) olarak uzun yıllar yavaş ama kalıcı adımlarla yürüttüğümüz düşünce tartışmaları  artık hakettiği ilgiyi görmeye başladı. Mustafa Özcan’ın liderliğinde bu tür toplantıları 17-18 yıldan bu yana hemen hemen eksiksiz her hafta yapıyoruz. Çok saygı duyduğum ve mentor’um olarak gördüğüm Mustafa Özcan’ın anlatımları ile edindiğim bilgi ve yaşam anlayışını televizyon programlarım dahil her ortamda paylaşmakdan keyif alıyorum. Son olarak, yıl başında bilgi susuzu birkaç arkadaşla Büyük Klüp’de başlattığım bu toplantıların son derece keyifli olması ve alışkanlık yaratması üzerine zihinsel faaliyetlerimizin farklı mekanlarda devamına karar verdik. Nitekim, bilimsel, felsefi ve yaşamsal temelde dünya görüşü oluşturmayı kendine şiar edinmiş klüp üyelerinden bir grup oluşturduk. KDP grubu olarak geçen zaman içinde birçok arkadaşımızın soyut-somut konularda hayret verici anlayış ve beceri gelişimini keyifle izliyor ve son zamanlarda katılanların hızla gelişimini gözlüyoruz. 

Bu tür toplantıların amacı nedir, ne gibi fayda sağlar, sadece sosyalleşme midir türü sorularla sık sık karşılaştığım için bir değerlendirme gereği duyuyorum.

İnsan yaşlandıkça nesnel keyif arzusundan çok düşünsel çabalarından haz almaya başlar. Fizyolojinin diyalektiği olarak, yaş ilerledikçe insan beyni sertleşir ama düşünce yumuşar. O zaman insan, deneyim ve bilgileri çerçevesinde mutlu olmaya çabalar. Zaman geçtikçe, bir çoğumuz için yaşam boyu becerinin (yada becerisizliğin) bir anlam taşımadığı, kendine  ve çevresine yük olmadan yaşamdam keyif almaya giden yolun bilgi ediniminden geçtiği gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalır. Ancak, bu henüz genç olanlarımızın nesnel dünya ile hapsoldukları anlamına gelmez.  Bilginin güç ve çekimine sevdalı gençlerin giderek arttığı, pembe dizi, futbol seyri, magazin vb. kısır tartışmalar yerine daha iyi bir toplum için sorgulayıcı eğilimleri, çevre ve doğa ile bütünleşmeye çalıştıkları da gözleniyor. Amacımız, bilgiyi holistik olarak özümsemiş, paylaşma yeteneği olan konuşmacıların bizleri aydınlatması. Bildiğiniz gibi bilim temelli özümsenmiş bilginin elde edilmesi kolay değildir. Bilindiği gibi bilim şarlatanları her yerde bol sayıda.

Toplantılarınızda ne gibi konular, tartışma düzeni, içerik türü sorulara da açıklık getirmem gerekirse;

Konularımız bireyin özgür düşünce yetisini oluşturacak bilimsel tabanlı farklı disiplinlerden çeşitli kavramların yalın ve anlaşılabilir bir şekilde sunulması ve tartışılması şeklinde olmaktadır. Hemen hemen herkesin fazla bilgili olmadığı ama kolayca fikir beyan ettiği spor, siyaset ve magazin gibi konular gündemimizde yoktur. Felsefe ve fiziğin yadsınamaz gerçekliği çerçevesinde; Mustafa Özcan’ın, olağan dışı çaba ve sentez yeteneği ile en basit konulardan en karmaşığa, örneğin, entropi, kuvantum fiziği, canlılık, evrimsel psikoloji, bilinç, formel düşünce olarak matematik, kaos, sosyal yapı, eleştirel teori, sosyal ve kültürel antropoloji, etik vb. ve hatta henüz yaygın şekilde öne çıkmamış spekülatif konu ve kavramları bilimsel ama holistik ve diyalektik çerçevede irdelemeye, anlamaya çalışıyoruz. Umarım, grubumuzun spekülatif ve yaratıcı katkıları ile hem bilimin hem mutlu insan olmanın sınırlarını zorlarız.

Ateşan Aybars,

Duyuru: Düzeltme

Sn. Erol Erbirer'in 22 Temmuz 2012 tarihinde bloğumuzda yayımlanan "Gerçek, Bilgi, Bilinç Üzerine Çalışma" başlıklı yazısında gerekli düzeltme yapılarak güncelleme yapılmıştır.

3 Ekim 2012 Çarşamba

Holistik Bilim, Gaia Kuramı, Sistemler Ekolojisi ve Yeni bir Çağ (Mustafa Özcan, 2 Ekim 2012)


Holistik Bilim, Gaia Kuramı, Sistemler Ekolojisi ve Yeni bir Çağ

Başlığın çağrıştırdıkları, ilginç ve güncel olmanın yanı sıra bilimselliği de ağır basan yanları nedeni ile entelektüel bir makale için son derece uygun bir konu olma özelliği sunmaktadır. Bu bakımdan, holizm ile Gaia Kuramı’nı da içine alan sistemler ekolojisi ile ilgili irdelemelerde bulunmak bilgisel ufkumuzu genişletecektir diye düşündüm.

Holistik bilim, bilime indirgemeci değil de bütünselci bir yaklaşımla bilimsel-metodik yoldan kazanılmış sonuçların tümleştirilmesini ele alırken, holizm bütünsellik olgusunun mantıksal rasyonalizasyon düzleminde irdelenerek öğretisinin oluşturulması ile uğraşır. 

Yunancada bütünsel demek olan “holos” kökünden gelen bütünselcilik anlamındaki holizm sözcüğünü bulan Hollanda asıllı bir düşünür olan İngiliz Jan Christiaan Smuts’tır. Holizm terimini, aynı zamanda general olan Smuts ilk kez olarak 1926 yılında tanımlayıp sanatsal, felsefi ve bilimsel boyutları ile “evrim ve bütünsellik” adlı İngilizce kitabında etraflıca açıklamıştır.

Kitabın yayımlanışının ardından 1960’lara dek geçen 30 yılda, yani sistem bilimlerinin nüvesinin oluştuğu bu dönemde entelektüel dünyadaki ilgi dizge kavramı üzerine yoğunlaşmıştır. Öte yandan, bundan sonraki 30 yılda ise katastrof ve kaos kuramına ve özellikle de kompleks dinamik sistemler (karmaşık devingen dizgeler)‘e yönelen çalışmaların bilim dünyası için son derece önemli bulgular ortaya koyduğunu biliyoruz. Hatta karmaşık devingen dizgeler konusunun, yeni bilimsel paradigma (değerler dizisi) ‘nın doğuşunun habercisi olarak görülecek kadar önem kazanmış olduğunu da yeri gelmişken vurgulayalım. Bu olguyu, sistem bilimlerinde devrimsel bir değişim olarak görmek yerinde bir yaklaşım olacaktır. Ayrıca genel bir değerlendirme ile sistem bilimlerinin periferik bilimlerin çevrelediği özeksel bilimlere dahil olduğundan kilit karakterde olduğunu da bu arada anımsayalım.

Nitekim, canlılık denen maddi varoluşun bilinen tek yeri olan yer kürenin de karmaşık bir dizge olarak görülmeye başlandığı bu ikinci dönemdeki en dikkat çekici çıkışı ise İngiliz çevre ve gelecek bilimcisi James Lovelock’ın (1919) 1970’lerin oldukça popüler olmuş bir konusu olan Gaia (Gayya) Kuramı ile yapmış olduğunu belirtelim. Kuram, bir gök cismi, bir gezegen olarak yer kürenin canlı gibi hareket ettiği savını ileri sürdüğünden o zamanlar çoğu ekoloğun itirazı ile karşılaşmış, bunun sonucunda oluşan tepki ile de Lovelock NASA’daki “Mars’ta yaşam” konulu işinden olmuştur.

Ancak geçen zaman içinde, çevrebilim (ekoloji) ile diğer yer bilimlerinin ara disiplinlerinin gelişmesinin ortaya çıkardığı bilimsel bulguların ve gelişmelerin ışığında kuram sürekli güç kazanmış ve günümüzde genel evrensel kabul görme düzeyine ulaşmıştır. Öte yandan Kuramın dünyanın canlı bir varlık oluşu yönünde ileri sürdüğü bu tez, esas olarak holistik düşüncenin ekoloji bilimi ile örtüştüğü disiplinler arası alanın kaçınılmaz bir ürünüdür.  

Ayrıca, bütünselci düşüncenin özgürlük sağlayan yanının olanağıyla önceleri gezegen boyutu ile sınırlı olan bu canlılık düzeyinin de daha bir ötesine geçilerek canlı ıraya sahip olabilecek yıldız dizgelerinden, hatta canlı gökadalardan (galaksilerden) dahi söz edilebilmekte olduğunu belirtmeden geçmeyeyim.

Ancak bu denli ileri gidebilmek için, ilkin biyosfer (dirimküre) ‘deki fiziksel ve kimyasal süreçlerin denetimi ile canlı bir ıra olarak öz örgütlenebilmekte (self-organisation) ve sürekli yenilenebilmekte olan bir yer kürenin var olduğunun nesnel yollardan gösterilmesi gerekir. Bu nedenle, tezin kanıtlanarak kuramın sağınlaşması (‘exact’laşması) için ilkin buna yönelik araştırmaların alanı disiplinler arası bir dal olan “dizgeler çevrebilimi” (systems ecology) ‘nin olgunlaşarak deneyselci aşamaya geçmiş olması beklemek gerekir diye düşünüyorum.

Burada, dizgelerin hiyerarşi (silsile-i meratip) ile birbirlerine bağlı olduğu hususu holizmi de içine alan temel düşünce niteliği olan bir görüştür. Bu görüş, İngiliz filozofu Donald Davidson’un (1917-2003) zihin felsefesinde fiziki ve zihni (mental ve noetik) olayların birbirlerine hiyerarşik olarak bağlı olduğunu ileri süren “ardışık oluşum” (supervenience) kavramına dayalı düşüncesi ile de örtüşmektedir. Başka bir deyişle holistik düşüncenin kaynak aldığı kökleri epistemik mantık alanına dek ulaşmaktadır.

Durum bu olunca, Rus jeokimyacı Vladimir Vernadsky’nin (1863-1945) daha 20 yy’ın başında dünyayı jeosfer (yerküre), biyosfer (dirimküre) ve noosfer (bilinçküre) olarak abiyotik (cansız), biyotik (canlı) ve noetik (bilinçli) katman diye iç içe küresel dizge şeklinde oluşmuş sistemik bir bütün olarak tanımlamış olması olağanüstü ileri bir görüşlülük olarak takdir edilmelidir.

Bu iç içe geçmiş girift katmanların ara kesitlerinde özdek, erke ve bilgi (veya biliş) geçişlerini sağlayan “noobiyojeokimyasal” çevrimsel (döngüsel de deniyor) olay ve olguların mahiyetinin belirleyici olduğu anlaşılmıştır. Nitekim fizik, kimya, biyoloji ve sinir bilimleri kapsamındaki bu olay ve olguların holistik bilimin sağlayacağı bütünsellik içinde anlaşılması çabalarının 21. yy biliminin odağını oluşturacağı kesindir. Ve bu konulardaki düsturun, leitmotifin, örüntünün, kuralın, bağıntının bulgulanması insanlık tarihinin yeni ileri bir evresinin başlamasına karşılık gelecektir.

Genel bir bakış ile şu hususu vurgulamakta kendimi zorunlu görüyorum: İnsanlık kritik, kritik olduğu kadar da dönüştürücü entelektüel bir dönemden geçmektedir. Böyle özel dönemler dünyada yüzlerce yılda bir-iki kez ortaya çıkmaktadır. Oysa bizim önemli sayıp gündemin baş köşesine oturttuğumuz konulara bakınca anlaşılıyor ki Türkiye’miz öncekini olduğu gibi bu yeniçağı da ıskalayacaktır. Bu açmaz beni derin bir üzüntüye sokmaktadır.

Mustafa Özcan (2 Ekim 2012)