22 Temmuz 2012 Pazar

Gerçek, Bilgi, Bilinç Üzerine Çalışma (Erol Erbirer, 22 Temmuz 2012)


Gerçek, Bilgi, Bilinç Üzerine Çalışma

İnsanlığın en büyük amaçlarından birisi de “GERÇEĞİ” aramak değil midir? Bunun için önce “GERÇEK” nedir, bu kavramın tanımını yaparak çalışmama başlamak isterim.


GERÇEK: Bir nesne, bir durum, bir nitelikle ya da bir olgu olarak somut bir şekilde var olandır. Bilinç ve düşünceden bağımsızdır. İnsan gerçeğin bilincinde olsa da olmasa da, gerçek varlığını sürdürür. Metafizik Dünya görüşünün benimseyişi uyarınca yetkin, bütünsel ve değişmez bir niteliği vardır. Yani saltıktır. Diyalektik Dünya görüşünün bilimsel benimseyişi uyarınca ise sürekli olarak değişen, ilişkili ve bağıntılı bir niteliği vardır; yani görelidir. Bir tek değil, pek çok gerçek vardır. Bu çokluklar her bir gerçeğin “GÖRELİ” oluşundan kaynaklanır.

BİLGİ: Aklımız sayesinde belli bilgileri ediniriz. Bu bilgileri geliştiririz, ve bu bilgilerden kuram dediğimiz kuşatıcı görüşlere ulaşırız. Peki neden bilgiye gerek var? Bilgi olmasa ne olurdu? Biz ancak bilgilerimize dayanarak yaşamak zorundayız. Bilgilerimiz olmasaydı, yaşamımız da olmazdı.
Bilgi nedir? Bilgi bir yargıdır. İnsan duyu organları ile bu evreni algılar. Burada algılayan ben (süje) ile algılanan nesne (obje) vardır. İnsanın dış Dünyasının yanında kendi iç Dünyası da insan için (obje) olur. Bu objeler duyumsama yolu ile insan beyninde izler bırakır, bu bağlamda basit olarak bu izler üzerinde yapılan (ansal) zihinsel etkinliğe düşünme dersek, insan düşünme yolu ile soyutlamalar yaparak kavramlara ulaşır. Kavramlar arasında ilişkiler kurarak yargılara varır, çıkarsamalar yapar, bu sürecin sonunda oluşan ürüne “BİLGİ” denir. Başka bir deyişle insanın toplumsal çabası ile meydana getirdiği nesnel dünyanın yasalı ilişkilerinin düşüncesinde yeniden üretimidir. İnsanla çevresi arasında kurulan ilişki eş anlamda BİLGİ.

BİLİMSEL BİLGİ: Bilgi nesnelerin kendilerinden başlar duyular ile algılanır, us’unda çeşitli soyutlamalara ve bireşimlere uğrar, kavramlaşır, ulamlaşır ve yasalaşır. Sonra yeniden doğaya nesnelere döner, kendisini pratikte denetleyerek doğrular. Pratikte doğrulanma gerçekleşmez ise bilgi süreci tamamlanmamış ve Bilimsel Bilgi oluşmamış demektir. Vaktiyle birbirini izlemiş iki olaydan onların gelecekte de birbirini izleyecekleri sonucu çıkmaz. İşte Bilimsel Bilgi gerçeğin sıradan bir fotoğrafını aşıp saptanan olayların arkasında, onları birbirine bağlayan, araştıran, gerçekliği örten kabuğu soyup atar. Bir tür ve içindeki Genellik ve Süreklilik çekirdeğini bulup ortaya çıkarır. Doğadaki gerçeklik olsun, sosyal gerçeklik olsun, bilimin onun üzerine eğilip yasaları bulup çıkarması “YÖNTEM” sayesinde olur. Yöntem, GERÇEĞİN ya da doğrunun araştırılmasında tutulan yoldur; kuşku ile başlar işe ve elde ettiği sonucunda görece olduğunun bilinci içerisindedir. Demek ki bilimsel bilgi yöntemle elde edilen ve pratikte doğrulanan bilgidir. Güvenli tek yol bilimsel bilgidir. Üstelik gerçeğe varmanın bilimsel bilgi dışında kestirme yolu yoktur.

BİLİNÇ: İnsanın çevresini, kendisini anlamasını sağlayan heyecanı, kanısı, düşüncesi, sezgisi gibi bütün anlıksal süreçlerin toplamıdır. Bilinç öz varlığın tanınabilmesi, gerçeklerin araştırılarak bulunabilmesi için mutlaka kullanılması gereken, insanı diğer varlıklardan ayıran temel bir insansal öğedir. İnsanın kendi düşünü ve etkinliklerinin nedenleri ve sonuçlarıyla ayırdına varmasını, gerek kendisi, gerekse kendisini ve giderek doğayı bilgili ve düzeyli yaklaşımla kavramasını sağlar. Bilinç toplumsal bir üründür. Ve dil’le sıkı sıkıya bağlıdır. Dil olmaz ise bilinç de olmaz. Dil de aklın bir ürünüdür. Dil olmazsa bilgi olmaz. Akıl olmazsa dil olmaz. Böylece akıl kendi organını yaratıyor. Dil’in insan yaşamına zorunlu katkısı, düşüncede kendisini açığa vurmasıdır. Aslında dil ile düşünme bir bütünün parçasıdır. Düşünme dil’de kurar kendini, dil düşünmeyi biçimler. Hayvanın geçmişi ile hiç bir bağı yoktur. Buna karşılık insan tarihinin bir ürünüdür. 

Tüm insan başarıları, kendinden önce yaşayan insan kuşaklarının başarılarına dayanır. Bunun için denilebilir ki; tüm insan başarıları dil’in ürünüdür. Ellerin kullanılması ile iş, dil’in etkisi ile beyin gelişmiştir. Beynin gelişmesiyle duyu organlarının gelişmesi yanyanadır. Kant, “el, dışarıya uzanan beyindir” derken bunu kasdediyordu. Dil ve düşünce insanı insan eden özelliklerinin başında gelmiştir. İnsan evrene açılan tek varlıktır, bunu dili, düşüncesi ve aklı sağlamıştır. İnsansal girişkenlik bilinçle gerçekleşir, insan olaylardan oluşan bilinci ile olaylara egemen olabilir. Bilim öncesi felsefelerde insanların yaşama biçimleri düşünce biçimleri ile açıklanırdı, oysa düşünce biçimleri yaşama biçimlerinin sonucuydu. İnsan bilimsel olarak bunun bilincine vardıktan sonradır ki bilinçli etkinliği ile yaşama biçimlerini de değiştirmeye başlamışlardır.


Hiç bir şeyi değiştiremeyen hayvansal çaba ile her şeyi değiştirebilen insansal çaba arasındaki fark, insansal çabanın bilinçli oluşudur. Örümcek dokumayı andıran bir iş yapar, arı da peteğini örerken bir çok mimara taş çıkartır. Ama en beceriksiz mimarı en usta arıdan ayıran özellik, mimarın kuracağı yapıyı evvelce kafasında tasarlamış olmasıdır. Başka bir deyişle mimar evvelce o yapının hangi işte ve nasıl kullanılacağının bilincine varmış olmakla bilinçli bir davranış sergilemiştir. Bilinç bireyi, saygıya değer ve sorumlu kılar. Her birey zaman içinde tek ve aynı kişi olarak kalıyorsa, sorumluluğunu üstlenmek istenecektir. Kısacası ödevleri olacaktır onun, bilinç yoluyladır ki, kişiyizdir biz; İnsan olarak onur ve saygınlığımızı sağlayan odur. Ne var ki bilinen haklarına saygı, onun yanılmaz olduğu anlamına gelmez. Yanlış yapabilir o, önemli olan bireyin başkalarının hatırlatmalarından önce kesinlemelerinden sıyrılıp yanlışını kendisinin görmesi, Sokrates’e göre bilgeliğin en yüce belirtisi şudur “KENDİNİ TANI”, her insanı bilincinin hayallerini eleştirmeye çağıran bu formüldür.
Çalışmalarımıza yalnız bilimsel bilginin ve us’un yön vermesi bu yolla barış ve mutluluğun aranması, bilindiği gibi bilimsel bilgi evrensel yasalılıktan yansımıştır. Bu uçsuz bucaksız ilksizlik ve sonsuzluk içinde şaşmaz ve aksamaz düzeni sağlayan yasalılıktır. Bu yasalılık nedir? Bunu açıklayabilmek için EYTİŞİMSEL ÖZDEKÇİLİK’İN GENEL YASALARININ açıklamasını yapmalıyım.

EYTİŞİMSEL ÖZDEKÇİLİK; her türlü gelişmenin genel yasalarını saptayan bilimdir. Bilimsel bir dünya görüşüdür. Doğa, toplum ve bilinç algılarını evrensel bir varlık anlayışı içerisinde bütünler ve bütünlüğün aynı çalışma yasası ile geliştiğini meydana koyar. Bundan ötürüdür ki eytişimci ve özdekçidir. Eytişim; “Devrim ve Gelişme”, özdekçilik; “Doğanın insan düşüncesinden bağımsız olarak” varlığı anlamındadır. Her bilim gerçeğin farklı alanlardaki gelişmesini ancak o alanlarda geçerli özel yasalara bağlar. Bu genel yasalar kurgusal varsayımla değil, bizzat doğanın ve bilincin işleyişinden çıkarılmış ve onlara uygulanarak denetlenmiş ve doğrulukları saptanmış bilimsel yasalardır.

BU YASALAR;
1- Karşıtların birliği ve savaşımı yasası,
2- Nicelikten niteliğe ve nitelikten niceliğe geçiş yasası,
3- Olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası,
...adları ile anılırlar.

Bu yasalar, evrende var olan her şeyin bizzat nasıl devinip geliştiğinin, süreklilikte kesintinin ve karşıtlıklarının birdenbire dönüşümlerle nasıl aşıldığının, eskinin yıkılıp yeninin nasıl oluştuğunun anahtarını verir.

Bilimsel bilgi evrensel yasalılıktan yansımıştır, evrendeki tüm nesne ve olaylar,  belli yasaların işleyişi ile gelişirler. Yasalar nesne ve olayların gelişmelerini belirleyen zorunlu, nedensel ve nesnel iç ilişkilerdir. Evrende böylesine iç ilişkileri olmayan hiçbir nesne ve olgu yoktur. Demek ki evrende yasasız hiçbir nesne ve olgu yoktur. Bu uçsuz bucaksız ilksizlik ve sonsuzluk içinde şaşmaz ve aksamaz düzeni sağlayan yasalılıktır. Yasalılık bilincin temelidir. Bilim, nesne ve olaylardaki bu yasaları bulmakla gelişmiş ve insanların olgu ve olaylara egemenliğini sağlamıştır. Evrensel alanların hiç birine başka alanın yasası işlemez. Bundan ötürüdür ki herhangi bir alanın ya da bilimin yasalarını başka bir alan ya da bilime uygulamak isteyen bütün gelişimler kesinlikle bilim dışı sonuçlara düşmüşlerdir.

Bu bağlamda “GERÇEK” sürekli kesintisiz bir olgudur. Onun sonu ve durağı yoktur.

Erol Erbirer (22 Temmuz 2012)


18 Temmuz 2012 Çarşamba

Holistik Bilim (Mustafa Özcan, 18.07.2012)

Holistik Bilim
Bilimin iki temel biçiminden (veya görünümünden ya da ulamından da diyebiliriz) biri olan holistik bilimi, ötekisi olan ve genel olarak bilim diye bilinen analitik bilim ile kıyaslamak son derece öğretici ve yararlı entelektüel bir etkinliktir.
Ancak holistik (bütünsel) bilim kavramı çok yeni ve pek bilinir olmadığından Türkçe günlük dilde sıradan olarak kullanılır değildir. Hatta analitik bilimin dikotomik çifti olması nedeni ile olağandışı önemine karşın en geçerli bilim dili sayılabilecek İngilizcede dahi halen dikkatlice elle alınan ve üzerinde henüz tartışılan bir kavramdır.
Durum bu olunca kavramın entelektüel görüngeden enine boyuna irdelenmesi gerektiği kanısına vardım. İki sözceden oluşan kavram göstergesinin ikinci terimi olan bilim sözcüğünün ne anlama geldiği çoğu insana şu veya bu şekilde malum olduğundan buradaki irdelemede üzerinde durulacak olan terim bir niteleme mahiyetinde olan holistik sıfatı (önadı) olacaktır.
Böylece bu denemenin amacını, holistik kavramının olabildiğince “açık ve net” bir şekilde etraflıca betimlenmesine çalışarak popüler düzeyde anlaşılmasını sağlamak olacaktır diye özetleyebiliriz.  
Holistik sıfatı Yunancada (holos) bütün anlamına gelen kökten gelmektedir. Bütünselcilik anlamına gelen holizm terimini ise 1926 yılında tanımlayıp sanatsal, felsefi ve bilimsel yazına kazandıran General Jan Christiaan Smuts’dır.
Hollanda kökenli bir İngiliz olan düşünür Smuts, ayrıca B.Britanya’nın üzerinde hegemonyasının sürdüğü 19. yy’ın ilk yarısında Güney Afrika’da iki defa olmak üzere toplam olarak 14 yıl süre ile başbakanlık yapmış bir kişidir.  
Smuts holizm terimini bilimsel yöntemin temel yaklaşım biçimi olan redüksiyonizmin (indirgemeciliğin) dikotomik karşıtı olsun diye benimsemiştir. Böylece bilimin çok bilinen bu standard yöntem anlayışının zıt tarafındaki kutbuna bir karşılık bulmayı amaçlamıştır diyebiliriz. Bu doğrultuda yazdığı “Holism and Evolution” adındaki kitapta, Aristo’dan beri söylene gelen, “bütün, parçalarından fazladır” şeklindeki ilkenin evrim olgusu içinde de genel bir geçerliliğe sahip olduğunu göstermiştir. “Holism and Evolution”, çok sonraları, 1968 yılında Ludwig von Bertalanffy’nin sistem kuramının temellerini ortaya koyduğu “Genel Sistem Kuramı (GST) adlı yapıtına da esin kaynağı olduğundan bu bütünsel alan için “inisiyal”, (başlatan) vuruşu yapmıştır denilebilir.
Öte yandan bu girişimin gerçekleştiği 1926 yılında mikro fizikte kuantum kuramı konusunda holistik görüşün bir ürünü olarak görülebilecek Kopenhag yorumunun indirgemeci görüşe üstünlük sağladığı dikkate alındığında dünyada kuramsal bilimin doruğa ulaştığı bir dönemden geçildiği söylenebilir. Bu dönemi kısaca “holistik-devrimsel zirve olarak niteleyebiliriz. O dönemden beş çeyrek asır önce, 19. yy başında ortaya atılan, J. Dalton’un kimyasal elemanların atom kuramı ve J. L. Proust’un kimyasal bileşiklerin rasyonel oranlar yasası bunlara zıt bir yapıda olan analitik, redüksiyonist yani atomistik nitelikteydi. Bu karşıt döneme de “analitik-devrimsel zirve” diyebiliriz.  
Özetle, 20. yy ikinci çeyreğinde ortaya çıkan holizm, 19. yy ilk çeyreğinde ortaya çıkmış olan atomizme diyalektik bir tepki, yani çelişik bir karşı olumdur diye düşünüyorum.
Smuts ve Bertalanffy’nin holizmin bilimsel temel taşları mahiyeti ile açıkladığı bütün ve dizge kavramları arasındaki ilişkinin biçiminin anlaşılırlığını artırmak için bunları sistematize etmek gerekmektedir. Bunun için önerilebilecek şey Kartezyen Koordinatlar şeklindeki dik eksensel gösterimdir. Böylece bu iki boyut somutu temsil eden yatay eksedeki iki karşıt kutup olarak tanımlanır. Dikey olan soyut eksende ise dikotomik çift olan kuram ve yöntem yerleştirilebilir. Bunun anlamı şudur; yatay eksende ne sorusuna cevap bulmayı amaçlayan iki kavrama karşılık niçin ve nasıl sorularına cevap bulmayı amaçlayan iki kavram Kartezyen tarzda ilişkilendirilmiş olur.
Açıklayıcı olacağını düşünerek holizm kavramının boyutlarının konumlandırılması için önerdiğim bu koordinat gösteriminin yanı sıra konunun anlaşılırlığı için terimlerin kavramsal çerçevesinin, yani mantıksal ilişkilerinin çeşitlendirilmesinin de nasıl olacağı açıklanmalıdır.
Önce anımsayalım; bir kavram ne denli soyut, bütüncül ve geniş kapsamlı olursa belirlenebilirliği o denli güçtür. Yani holizm, bu ulama dahil olduğuna göre mantıksal çerçevenin belirlenmesi oldukça zor olacaktır demektir. Hatta bu mahiyet ile ele alınan  holizme kavram demek yerine Batı dillerinde yorumu da içeren soyut kavramları ifade etmek için söylenen kavrayış, yani nosyon,  hatta kuram demek daha da uygun olabilir.
Bu doğrultuda ele alınan terimin tanımı tek tümceyle şöyle yapıla gelmektedir: Holizm, canlının parçalarından daha fazla olan organik ve birleşik bütünsel gerçekliğinin kuramıdır.
Bu tanımlamaya bakılınca felsefi değil de bir bilim ulamından söz edilmekte olduğu kolayca görülmektedir. Ayrıca neden daha 19. yy başları gibi bir erken tarihte tıp ve biyolojide bütünsel bakış açısına dayalı görüşlerin ortaya atıldığı da anlaşılmaktadır. Nitekim alternatif tıp o zamandan beri holistik bilimin olmasa bile holistik anlayışın ilk uygulamamalarını bulduğu pratik bir alan olmuştur.
İlk ortaya atılışından sonraki iki Dünya Savaşı arası ve sonrası 35 yıllık uyku döneminin ardından Batı’da 1960’ların başından itibaren holizm ile ilgili konularda bu kez hızlı ve sürekli bir canlanış dönemi ortaya çıkmıştır. Ama bu kez konu, insan bilimlerini de kapsamına alır bir nitelik sergilemektedir.
Konunun bu kapsamla, o zamandan beri Batı’da hararetle tartışılıyor olmasına karşın 30 yıllık bir gecikme ile dahi olsa, 1990’lardan itibaren Kadıköy Düşünce Platformu’nda dar bir çevre için ancak geniş bir bakış ile ele alınarak gündeme getirilmiş olması Türkiye için önem taşıyan bir olanak yaratmıştır diyebiliriz.  
Bu tür bir girişimin bilimin standardını temsil eden üniversite tipi kurumlarda değil de niçin çalıştay, seminer gibi tali bilimsel oluşumları temsil edebilen “platformlar” düzleminde ele alındığı sorusunun cevabı ise başka irdeleyici bir incelemenin konusudur.
Mustafa Özcan (18.07.2012)

6 Temmuz 2012 Cuma

İnsan, doğanın ürünü mü? Doğa insana tam karşılık geliyor mu? (Erdoğan Merdemert, 6 Temmuz 2012)


İnsan, doğanın ürünü mü? Doğa insana tam karşılık geliyor mu?


Doğaya gözünü açan ilk insan doğaya o kadar yabancıydı ki binlerce yıl onun hakkında hiçbirşeyi bilemedi, öylece baktı durdu, sonra kendini bilmeye çalıştı, aklını ikiye böldü bir parçası ile diğerini aradı ama ikisi de kendisi olduğundan bu özdeşliği böyle bir amaç için bu yolla bölmeyi başaramadı ve bugüne kadar öylece kaldı. İnsan ilk defa doğada ayakta durduğunda boyunun uzunluğu kadar başını yersel doğadan ayırdı sonra havayı kokladı ve onun içinde var olduğunu düşündü daha sonra gökyüzüne baktı yıldızları gördü, toprak ile yıldızların arasında çaresiz kaldı.

Bu yazgı içinde evrim geçiren ve taksonomide hayvan aleminde gösterilen Homo sapiens’e ait bu garip yabancılık hissi, aidiyet ve sığınma duygularının da zorlaması ile korkuya dönüştü, korku “ilk vuran kazanır” kuralını çalıştırıp savunma adına saldırma eylemini başlattı sonra bu eylem gasp ve işgal olarak şekil değiştirdi hala da devam ediyor. Bu uygulama belki insan türünü yok etmedi ama böyle bir geleneği onayladı ve bu savaş insan ile doğa arasında değil insan ile insan arasında geçti. İşte bu yüzden insanın kendini doğaya ait hissetmemesi gibi bir duyguya sahip olması anlamsız değil çünkü onunla aynı özden olmadığını bu duygu ile tecrübe etti.

Doğanın kendine ait bir tini bulunmadığından kendisini yasalar ile sunar, yasalar esnemez, şekil değiştirmez, şekli değişen doğada bulunan maddelerdir ve bu doğa yasalarının evrensel olmasını engellemez. Doğa, insan gereksinimi için çok fazla seçenek bulundursa da bu onu ürettiği anlamına gelmez çünkü onlar aynı özden yapılmamışlardır ve budizm’deki “doğmamış, olmamış, yapılmamış ve bileşmemiş” olan şey bilinç’dir ve bilinç doğayı ve insan bedenin zemini olarak kullanır. Doğada “bilen” varlığa ait töz yoktur, doğada bu anlamda bir sistem de yoktur, o değişebilen bir plana uygun olarak devinmez (sistemler değişebilir, geri beslemeleri vardır ve nadir de olsa yanlışlanabilirler) ayrıca çekim yasası ve kimyasal madde ortamı bir sistem değildir onlar sadece yasa ve ortam’dırlar.

Bildiğimiz sistemlerin içinde en ciddi örnek olarak gösterilebilecek olan DNA'daki sistem (bu örnek canlılığın tamamını oluşturduğundan) doğa tarafından dizilmiş bir amino asit sıralaması ise aynı zamanda doğanın bunun sıralayıcısı olması da gerekir ya da bunun doğada tesadüfen olmuş olması gerekir. Her iki olasılık da geçerli olabilir, tabii kanıtlanabilirse.

Erdoğan Merdemert (6 Temmuz 2012, Cuma)


http://kadikoydusunceplatformu.blogspot.com/