Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xx-
Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihselliğinden çıkarılabilecek paradigmik ilkelerden biri de şüphesiz devletin yönetim anlayışında semavilik (göksellik) ve dünyevilik (mondenlik, yersellik) hakkındaki siyasi iradi durumları arasında yaptığı seçiminin sonuçlarını göstermekte olandır diye düşünüyorum.
Bu kapsamda, konunun dünyevilik yanını irdeleyerek, Osmanlı’nın dünyeviliğin maddi ve tinsel konularında tebaasına yönelik bayındırlık (imar) işlerini ele alarak ve tinseli temsil eden oldukça boş geçilmiş eğitim (maarif) konusuna dikkat çekerek en üst kurum Devletin izlediği yersellik şeklinin sonuçları itibari etkilerini ele alacağım.
Ama önce işlenecek kapsama yönelik olarak bir hususu açıklamak istiyorum: Cami ve onların külliyelerini semavi, Askeri yatırımları ise dünyevi olmakla birlikte doğrudan refaha (gönence) yönelmemiş olmaları nedeni ile fiziki yatırımlar olmalarına rağmen tabana yönelik olarak ele alacağım gönençlendirme işleri kapsamı dışında tutuyorum
Şimdi bu noktadan itibaren Osmanlı’nın kendine özgü devlet ve imparatorluk anlayışı doğrultusunda dünyevilik kapsamındaki bayındırlık işleri ile refahın tabana yayılması konusunun uygulanmasına özetle kısaca bakalım.
Osmanlı’nın bayındırlık işleri kapsamında yaptıklarının başında her zaman ve en belirgin olarak yol, köprü, çeşme, hastane, kervansaray, hamam, bedesten gibi yapı işleri gelmektedir. Bunlar genellikle idari merkezler ile taşra ve kırsala yönelik alt ve üst yapısal yatırımlar şeklinde olagelmişlerdir. Genelde Saray ve çevresinden gelen bu tür bayındırlık faaliyetlerinin sağlık ile ilgili olan bazılarının idamesi vakıflar yolu ile bugüne dek gelerek halen mevcudiyetini de sürdürebilmiştir.
Konuya yaygınlaştırma açısından İmparatorluk çekirdeği Anadolu ve Trakya esasında panoramik olarak bakıldığında kasaba ve beldelerdeki “imar” işlerinin “banileri”nin genellikle hayırsever eşraf ve Tımar beylerinin olduğu görülür. Yatırımların mekânsal dağılımı ele alındığındaysa bunların hemen hemen çoğunun payitaht merkezleri olan Bursa, Edirne ve İstanbul ile İzmir gibi diğer bazı büyük şehirlerde yapılmış olduğu da kolayca anlaşılır. Büyük işlerin “banileri” ise genelde işin büyüklüğüne koşut olarak hanedan mensupları, kapıkulu paşaları ve ağaları ile yerel beyler ve az da olsa bazen ekalliyetten olan efendilerdir. Böylece buradan Osmanlı için “sosyal büyük olma hiyerarşisi”nin daima fiziki büyüklüğü olan iş yapma hiyerarşisine denk olarak yürüdüğü sonucuna kolayca varmak olanaklıdır.
Diğer yandan, Osmanlı’nın bu kapsamdaki bayındırlık faaliyetleri Batı’daki durum ile kıyaslandığında bunların oldukça cılız bir düzeyde ele alınmış varlık yatırımları olduğunu da kolayca görmek olanaklıdır.
***
Şimdiyse esasta önemli olan hususa, Osmanlı’da dünyevilik için sadece maddi olanın düşünülmüş, tinsel, diğer bir deyişle eğitsel, yani “maarif”e yönelik olanın ise göz ardı edilmiş, boşlanmış olmasına dikkat çekmek üzere gelmek istiyorum.
Nitekim Osmanlı’nın Ortaçağ’ın başlangıcından sonuna kadar tüm tarihi boyunca merkezileşmiş eğitim anlayışı olarak talim ve terbiye işleri, son derece kısıtlı bir mahiyet ile sadece muharip bir zümre yetiştirmek ve tebaayı semaviliğe bağlayarak boyun eğecek kul yapmak kapsamında düşünülmüştür.
Oysa ayni zaman zarfında bu can alıcı konu, Batı’da, dünyeviliğin tarihsel diyalektik süreci doğrultusunda ele alınarak ruh ve bedenin, yöneten ile yönetilenin karşıtlığı kapsamında, “zenaat” ve “özgür sanatsal” bilimler (sanatlar ve fen bilimleri anlamında) müfredatı ile geniş kitlelerin dünyevilik ihtiyaçları bağlamında eğitilmesinde, bilinçlendirilmesinde en geçerli yol olarak benimsenmiştir. Bu durum Batı’da Rönesans’tan itibaren Eski Yunan’dan kaynak alan seküler bir gelenek olarak bilinmekte ve uygulanmaktadır.
Dünyevilik, Eski Yunanlarca keşfi yapılarak insanoğlu için on binlerce yıl süren semavileşme sonrasında bir armağa n olarak ortaya çıkmuş bu anlayış ve tutum bugünkü dünya düzeninin geçimsel-tinsel temellerini atmış bir yaşam şekli ve sosyal davranış biçimidir.
Batı’da böyle bir seçimin yapıldığı dönemlerde Osmanlı’da hemen Fetih sonrasında eğitim anlayışının ve ilimin (müfredatın) nasıl olması gerektiği yönünde Saray çevresinde de bir ulema şurası toplamıştır. Tartışmalarda temsilci düşünürler olarak ele alınan İbni Rüşt ve Gazali arasındaki yapılan seçim sonucunda ilkinin dünyevi akliliği yerine ikincisinin semavi nakliliği eğitimdeki anlayış şekli olarak benimsenerek ezbere dayalı “tedrisat” yolu ile kul toplumu yaratılması yolu seçmiştir.
Bugün artık bu hümanizm şekli, toplumsal tabanda sekülarizm ve tepedeyse siyasal laisizm diye karşılığını bulmakta olan evrensel nitelikteki tutum ve davranış kalıplarının eğitim yoluyla genç zihinlere kazandırılması olarak dünya düzeninin dünyevi-tinsel temelini oluşturmaktadır.
Oysa Osmanlı uleması tarafından boşlanan bu önemli tarihsel fırsatın kaçırılması İmparatorluk için çöküşe giden yoldaki en önemli kavşak sapması sahnesi olmuştur diyebiliriz. (*)
Mustafa Özcan (5 Haziran 2016)
______________________
(*) Devamı gelecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder