Temsil ve anlam
Anlam verme ya da anlamlandırma, ilk önce ham (hiç tecrübe edilmemiş) bir alanda uygulanacak bir etkinliktir ve bu duruma göre, anlam yüklenecek olan fenomenin anlık için önceden bir temsilinin var olması gerekir. Herhangi bir iz veya örüntü bu ham alanda (zeminde) topografik olarak bulunmayacağından, hafızanın böyle bir alanı doğrudan destekliyor olması zorunludur ama şimdi böyle ham bir alanda anlık tarafından hiçbirşey, üçüncü etken olarak “algı” olmadan anlamsal bir değeri oluşturamaz. Esas olarak bu üçünün (hafıza,temsil,anlık) özsel varlıklarının izdüşümlerinin (eylemsizlik süresinde) bu ham zeminin üzerine düşmesi gerekir. Hem bu zemin hem de onun üzerine düşenlerden algı ile temsil (girişim yaparak) örtüşür ve ortaya anlam çıkar ama bu eylem basit duyusal algı için bile olsa, sentezledikleri üründen bağımsız bu elemanların, artık ikinci bir eyleme kadar ayrı durmaları gerekir. Duyusal algı tarafından oluşan (hafızaya alınan) dünya dışında, bir de yaşam içindeki akıllı varlığa ait “iç” dünya var olduğundan bazı şeylerin temsiller ve anlık için gerekli hatıralar olmadan da anlam bulmasının son derece gerekli olduğu açıktır. Buna bir örnek olarak; genel düşünce sistemi, dışavurum aracı olarak salt “dil” kullanıyorsa, yani düşüncenin dışarıdaki var oluşu öznel dil ise o zaman dil de düşünceyi birebir aktarabilmelidir denir ama “kırmızı” algısı bir qualia’dır ve onu (renk körleri açısından) dil ile anlaşılır kılmak asla mümkün olmaz. Şimdi bu kırmızı örneğindeki zemin ham olmamalıdır çünkü onda gömülü bir kırmızı etkinliği vardır ve bunun için bir temsile (ve dolayısı ile hatıraya) ihtiyaç olmaz. Gerekli olan tek şey böyle bir etkinliği anlığa taşıyacak olan kırmızı rengin dalga boyu olarak dış “algı”sıdır. Öyle ise şimdi durum daha da karmaşık bir hal alacak ve duyusal olmayan anlamsal varlığın düştüğü başka bir zemin daha varsayılacaktır.Bu zemin de içsellik bağlamında temsiller ile dolu olacağından onun ham değil olumsal bir zemin niteliğinde olması gerekir.Bu iki zemin durumunda da değişmeden kalan tek şey anlık’tır, o bilmesi gerekeni algı ve temsil olmadan da bilebilme yeteneğinin “kendisi” olduğundan, onun her tür anlam etkinliğinde kullanılır olması ayrıca şaşırtıcıdır.Anlamlandırmanın teknik açıklaması (görsel algı düzeyinde bile) henüz oluşmadığından bu konuyu böyle somut/soyut bölümler arası bağıntılar ile açıklamaktan başka yol yoktur.
Erdoğan Merdemert
14 Aralık 2011
Erdoğan Bey
YanıtlaSilŞu kısım için daha açık anlatım alabilir miyiz ve de varsa örnekleme..
"Hem bu zemin hem de onun üzerine düşenlerden algı ile temsil (girişim yaparak) örtüşür ve ortaya anlam çıkar ama bu eylem basit duyusal algı için bile olsa, sentezledikleri üründen bağımsız bu elemanların, artık ikinci bir eyleme kadar ayrı durmaları gerekir"
Mersi
Zehra
Anlamlandırmaya ait bu ham zeminin basit duyusal algı açısından düz beyaz bir kağıt gibi olması önemli çünkü bu alanda örüntülerin girişim yaparak gerçek anlamı daha net çıkarabilmesi için önce kendisinin berrak ve temiz olması gerekiyor.Ayrıca anlamı oluşturacak olan elemanların bu iş bitiğinde ikinci bir işlem için zemin dışında bir yerde hazır bekliyor olmaları zorunlu.Örnek olarak ise sizin,bir fenomene sadece bir defa anlam yüklemeniz ve sonra onun bir daha hiç değişmemesi verilebilir.Anlık böyle işlediğinde kendi işlemin yapılacağı zemin ile sürekli ilişkide olmamalıdır,hafıza ve temsil de öyle..
YanıtlaSilYeryüzü yuvarlağında tecrübe ederek (görme, duyma, dokunma, koklama vb)bir anlamı oluşturabilecek elemanların zihinde yer edinmeden önce, ait olacakları anlamın temsilinin önceden belirlenmiş olması gerekiyor yani.
YanıtlaSil300 değişik sandalye örneği gördükten sonra, yaklaşık bir sandalye temsili oluşuyor ve sonra ona ÜZERİNE OTURULABİLİR, SIRTLIĞI OLAN OTURAK şeklinde bir anlam yüklüyor zihin.
Ama önce 300 değişik örenek görmesi önceli var..
Zihin, bu oluşan anlamın ve temsilin pek destekleyemdiği bir örnek ile karşılaştığında ise, işlem anında, işlemin yapıldığı zeminin boş olması gerekir diyorsunuz..Peki boş olsun, sadece işlevsel bir detay gibi geldi bu kısım.
Kırmızı kısmı ilginç gibi görünse de çok anlaşılır.. Zira insanlar bilgileri ile sınırlı değerlendirme yaparlar.
Yani kırmızıyı sadece gözle görüp, bunun dışında nedir'i merak etmediklerinden onun bir dalga boyunun olabileceği ve bu dalga boyunun değerleriyle de öğrenilebielceği pek düşünülmez.
Aynı şey duyamayan insanların titreşimlerle algılayabilmeleri için de geçerlidir.
Yani burada görmenin getirdiği pratiklik ve zihinsel süreçlerin oluşumundaki katkı, diğer algı yöntemlerindeki algıyı körelten bir yan etkiye de sahip diyebiliriz.
Ancak görmenin zihinsel süreçler ve aklın oluşmasına yönelik katkılarının yanında körelttiklerini elbette seve seve kabul etmişiz.
Demek zihnin oluşumuna yönelik soruları yoğunlaştıracağımız alanı nereye doğru daraltıp, hangi kesişim kümesine düşürmemiz gerektiği yavaş yavaş beliriyor..
Öte taraftan bir sorum olacak:
"Doğuştan gelen bir anlam deposu var mıdır"
Genetik aktarım ya da beynin yapı olarak genetik kökenli önceki kayıtlardan aktardığı??
Kırmızı konusu için "qualia" (raw sense)olgusunu incelemek (wikipedia'da ing.olarak var) faydalı olacak veya V.S.Ramashandran'ın beyindeki hayaletler kitabı da çok önemli,bu prof.şu anda dünyanın en iyisi.
YanıtlaSilKırmızının algısının fiziksel serüveni değil de onun hissi ve bu hissin ifade edilemezliği qualia olarak tanımlanıyor.Esas tanımı ile de qualia, göz retinasındaki kör noktanın görülen obje üzerindeki boşluğunu, o objenin gerçeğinin aynısı gibi doldurması demek.İşte doğuştan gelen anlam deposuna bilimsel bir örnek.Ama ben zihin ile ilgili açıklama yaparken "zihin" kelimesinin tehlikesini gözardı etmek için "anlık" demeyi tercih ediyorum.
Bu tehlikeden daha sonra söz ederim.
Şunu da belirtmek isterim ki hafıza yönelimli anlıksal davranış ve yaşam olgusu kendisini sıradan insanlarda istek, haz ve acı olarak koyar.Duyu, duygu ve hafıza dürtüleri dışında "ben" olan bir bilinç düzlemi olmalıdır ki yukarıda sözü edilen herşey onun üzerine inşa edilsin.Bu felsefi skolastik birşey değil ve bunu anlamak yada deneyimlemek çok kolay.İçine bakmayı öğrenmek yeter,herkes kendi içine yani derindeki badem çekirdeğine ulaşabilir yeter ki göz boyayan bu aldatıcı dış dünyayı önemsiz kabul etsin.
Öncelikle...
YanıtlaSilSanırım sonradan "o da vardı-bu da vardı" diye eklenince okuduğumu anlamayı durduruyorum.
Yani önceden çerçevesi, sınırları ve genel terimlerin tanımlarının yapılmadığı bir konuya girince, bütünü kaçırmamak için ve konu ilerlerken nerede olduğumu unutmamak adına bu durdurmaya ihtiyaç duyuyorum.
Ki konu ilerlerken gerektiğinde perspektifi yeniden konumlandırabileyim.
Konumuza dönersek..
Tavsiyenize uydum, Wikipedia'ya girdim.
Sayısız bilginin ötesinde çok subjektif bir konu olduğunu da gördüm.
Dolayısıyla merakım o noktada durdu.
(Zihnin öğrenme ve bilgi üretme süreçlerini hala merak ediyorum da Qualia'ya pek ilgim kalmadı gibi)
Ancak zihin kelimesinin tehlikesi hkk vereceğiniz bilgiyi ilgiyle bekliyorum.
Öte yandan sizin yorumunuzdan içinize bakmayı öğrenebildiğinizi anladım:) Çok kolay demişsiniz ama etrafımızda ne kadar kişinin bunu yapabildiğini merak etmedim değil..hele ki tüm Türkiye'yi düşününce...
Gerçekten o kadar kolay mı:)
Zihin öyle bir gerçeklik ki, onu var eden aktivite şimdi kendisini de aynı ürün ile besler, içi dışına özdeştir ve kapsamının hammaddesi kendini öz olarak kendi içinde barındırır.
YanıtlaSilYine zihin öyle ilginç bir şeydir ki, onu tehlikeli yapan onun cevheri değildir, kendisi duygusal bir alandır ki, çelişki ile eş zamanlıdır ve çelişki onda başka türlü koyulur. .
Böylece zihinsel varlık olmak kendinde tehlikeli bir alanda faal olmak demek ise yaşamı tehdit eden zihnin kendisinin faaliyeti de kendi zehriyle kendini öldürmeye çalışan bir yılan gibidir ama yılan zehri kendini etkilemeyeceğinden şimdi bu atılım yaşam alanına doğrudan acımasız ve zalim bir yasanın tam da kendisini koyar. Zihin kendi kırılma noktasında karmaşık ve bulanık, karanlık, gotik bir alan belirliliğidir, dolaylıdır ve doğası tam olarak “çatışkı” anlamına gelir ki onun kadar çelişki ile özdeş başka hiçbir şey bulunmaz.
Zihnin kaynağı kendi içine tekrar tekrar girişim yapan dehlizlerin sonsuzluklarında kendisini kendisinden sonsuzca yaratır,bu yüzden hep batıp çıkar, mantığı bile kıran anlaşılmaz bir doğası vardır, bir çarpık amaç için çoğu kez düzgün mantıksal yapıyı da kullanır,tuhaftır ki her zaman doğruyu aramaz ve yanlışı öylesine karmaşık bir yol ile anlar ki onu özümsemesi tam olarak bundandır.
Bilinç/zihin dengesi karşıtlık taşımaz, onlar birbirlerinin varoluş sebebi değildirler, ayrı alanlardır ama aynı özneyi etkirler, yan yana durmaları bu denge olgusunun sonucu demektir ki onlar ancak böyle etki alanı oluşturabilirler. Öyle ben/zihin aktiviteleri vardır ki bazen bir tek zihinsel etki bile kitleleri yıkıma, kaosa ve korkunç toplu ölümlere götürür tıpkı çok yakın tarihte Kamboçya liderinin ve biraz daha eski dönemde Almanya liderinin hiç anlaşılmaz ve hiç anlaşılamayacak olan zihinsel alan faaliyetleri gibi.
Örnekteki her iki zihinsel yapıyı ayrı ayrı sorunsallaştırmak evrensel zihin yapısını anlamada fayda sağlamaz, onlar sadece örnektirler ve eğer böyle bir yola girilirse, tümevarım yöntemindeki hatalı uygulama da seçilmiş olur. Ben/zihin ortaklığının kararlı bir yapısı olmadığı, ben’in sabit karakterinin hep “isteyen” olduğu kolayca tanıtlanabilir ama ona zaman zaman atfedilen özgeci yapısının gerçekliği ise ayrıca özel bir tanıtlama daha gerektirir.Bu tanıtlama yapıldığında özveri ve sağduyu kavramları da tanıtlanmış olur ki bu ise iyilik ve kötülüğün evrensel denge durumudur. Tarihsel gelişimde olduğu gibi bazen “ben” bu dengeyi bozduğunda, zihin negatif yönde etkinleşir, ilgili “ben” özelleşir, çelişki koyulur, savaş, cinayet ve buna benzer bir dizi vahşet olgusunun sebebi yalnızca budur.
Zihnin bu esrarengiz karanlık yapısı varken ve etkisini sürdürmeye devam ediyorken, ben/zihin ortaklığının o anlaşılmaz kaosu için, evrimsel gelişmedeki olmazsa olmaz diyalektik olgudur demek hem doğru ve hemde yanlış olur, ama bu bir paradoks oluşturmaz.
Buradan bu konuya devam etmek gerekir ama herhalde daha sonra…