NEDEN BURADAYIZ
Yanıtı olmayan soru var mıdır sorusunun yanıtı, semantik olarak aynı zamanda bizim neden burada olduğumuzun da yanıtımıdır? Olmanın burada varlık bulmasının dramatik gerçekliği, doğrudan bu cevabı olanaklı kılmayacak ve hatta bu neden’i açıklamaya kısmen bile yeterli olmayacaktır.
Olgusal olarak, devinimden türeyen göreliliğin neden olduğu tüm zamanın bir diliminde ve uzayın bir yerlerinde bulunmamız ne için gerekliydi diye bir başka soru da aynı amacı güdecektir. Bu, dilbilim sayesinde anlaşılabilen bir geçmiş zaman edimselliği olsa da, şimdi’nin, her an geçmişe dönüşmesi gerçekliğinden ötürü “zaman” tarafından belirlendiğimizin kabulünü de güçleştirir. Ama bunun kabulü güç olsa da başka bir yol yoktur ve zamanın kendisi zorunlu olarak “genelde” niceliktir ve bu nicelik doğrudan doğruya niteliği belirler.
Eğer uzay/zaman bağlamının dışında bizi buraya yollayan bir neden varsa, bunun bir “ding an sich” (kendinde-şey) olması gerekir. Bu, sıradan düşünce biçiminin reddedildiği özel bir –mantıksal yönteme ait- bakış alanıdır ki, her şeyden önce bu bir derin düşünce etkinliği değildir. Ne düşüncenin derinliği ve ne de analitik/diyalektik metotlara ait uygulayımlar böyle bir kendinde-şeyi bilmek için yeterli değildirler. Kant ile somutlaşan bu saptamadan (kendinde-şey noktasında durup bekleyen) bir adım öteye gidilebileceğini düşünmek bile heyecan vericidir ama tam olarak bu noktada kilitlenen soyut-nedensellik de sanki bu darbe ile somut-nedensizliğe geçmiş gibi durur. Kendinde-şey’de takılıp kalan kişilik temelli (gündelik) zeka yapısı, anlık ile ileri yönde iletişime geçmediğinden, doğada var olduğu süre içinde böyle bir sorun ile çok fazla ilgilenmeyecektir.
Burada olmamızın, bütün evrene yayılan dolaysız bir nedeni, bu nedenin bir nesnesi ve bu nesnenin de sezgisel bir deneyimi olmalıdır. Kişi düzeyinde algılanan ve yaşanan dünya, bizim deneyimlediğimiz ve bize ait doğal bir etkinlik alanıdır ve bu alanda, kişi-yetkisi ile varlık bulan bilinç, kendi sınırını en fazla sıradan bir doğal-bilinç kapasitesi kadar koyar. İşte bu nokta, kişi düzeyinde birisi için yukarıda sözü edilen kendinde-şey kavramının hemen önünde bulunan giriş kapısıdır, Kant’ın bulunduğu yer ise, kendinde-şey’in var olduğunun saptandığı o gerçek bilgelik alanıdır.
Kişi seviyesinin üstünde bir başka seviye daha vardır ve onu sezgisel olarak algılamanın yolu şudur: Çok mutlu ve çok neşeli, çok üzgün ve çok çaresiz, çok bitkin ve çok hasta olduğunuz bir anda, bu ekstra durumların deneyiminin sadece “kişi” ye ait olduğu halde, bu hallerinizi ve sizi izleyen bir tanığın art alanda sizi takip ettiğini fark edebilirsiniz. Bu birbirinden farklı hallerin her birinde bu tanık değişmeden durur, sağlam ve sabit bu duruşun algısı için son derece yoğun bir dikkat odaklaması yapılması gerekir, buna içe bakış, bu bakış ile görülen ve hissedilen tanığa da kendinde-şey denmesi olasıdır. Bu sabit ve sağlam art alan varlığı aynı zamanda bütün evrene yayılan dolaysız nedenin de nesnesi olmalıdır.
Yanıtı olmayan soru var mıdır sorusunun yanıtı, semantik olarak aynı zamanda bizim neden burada olduğumuzun da yanıtımıdır? Olmanın burada varlık bulmasının dramatik gerçekliği, doğrudan bu cevabı olanaklı kılmayacak ve hatta bu neden’i açıklamaya kısmen bile yeterli olmayacaktır.
Olgusal olarak, devinimden türeyen göreliliğin neden olduğu tüm zamanın bir diliminde ve uzayın bir yerlerinde bulunmamız ne için gerekliydi diye bir başka soru da aynı amacı güdecektir. Bu, dilbilim sayesinde anlaşılabilen bir geçmiş zaman edimselliği olsa da, şimdi’nin, her an geçmişe dönüşmesi gerçekliğinden ötürü “zaman” tarafından belirlendiğimizin kabulünü de güçleştirir. Ama bunun kabulü güç olsa da başka bir yol yoktur ve zamanın kendisi zorunlu olarak “genelde” niceliktir ve bu nicelik doğrudan doğruya niteliği belirler.
Eğer uzay/zaman bağlamının dışında bizi buraya yollayan bir neden varsa, bunun bir “ding an sich” (kendinde-şey) olması gerekir. Bu, sıradan düşünce biçiminin reddedildiği özel bir –mantıksal yönteme ait- bakış alanıdır ki, her şeyden önce bu bir derin düşünce etkinliği değildir. Ne düşüncenin derinliği ve ne de analitik/diyalektik metotlara ait uygulayımlar böyle bir kendinde-şeyi bilmek için yeterli değildirler. Kant ile somutlaşan bu saptamadan (kendinde-şey noktasında durup bekleyen) bir adım öteye gidilebileceğini düşünmek bile heyecan vericidir ama tam olarak bu noktada kilitlenen soyut-nedensellik de sanki bu darbe ile somut-nedensizliğe geçmiş gibi durur. Kendinde-şey’de takılıp kalan kişilik temelli (gündelik) zeka yapısı, anlık ile ileri yönde iletişime geçmediğinden, doğada var olduğu süre içinde böyle bir sorun ile çok fazla ilgilenmeyecektir.
Burada olmamızın, bütün evrene yayılan dolaysız bir nedeni, bu nedenin bir nesnesi ve bu nesnenin de sezgisel bir deneyimi olmalıdır. Kişi düzeyinde algılanan ve yaşanan dünya, bizim deneyimlediğimiz ve bize ait doğal bir etkinlik alanıdır ve bu alanda, kişi-yetkisi ile varlık bulan bilinç, kendi sınırını en fazla sıradan bir doğal-bilinç kapasitesi kadar koyar. İşte bu nokta, kişi düzeyinde birisi için yukarıda sözü edilen kendinde-şey kavramının hemen önünde bulunan giriş kapısıdır, Kant’ın bulunduğu yer ise, kendinde-şey’in var olduğunun saptandığı o gerçek bilgelik alanıdır.
Kişi seviyesinin üstünde bir başka seviye daha vardır ve onu sezgisel olarak algılamanın yolu şudur: Çok mutlu ve çok neşeli, çok üzgün ve çok çaresiz, çok bitkin ve çok hasta olduğunuz bir anda, bu ekstra durumların deneyiminin sadece “kişi” ye ait olduğu halde, bu hallerinizi ve sizi izleyen bir tanığın art alanda sizi takip ettiğini fark edebilirsiniz. Bu birbirinden farklı hallerin her birinde bu tanık değişmeden durur, sağlam ve sabit bu duruşun algısı için son derece yoğun bir dikkat odaklaması yapılması gerekir, buna içe bakış, bu bakış ile görülen ve hissedilen tanığa da kendinde-şey denmesi olasıdır. Bu sabit ve sağlam art alan varlığı aynı zamanda bütün evrene yayılan dolaysız nedenin de nesnesi olmalıdır.
Onunla bir olmanın mutluluğu için burada olduğumuz düşüncesi ise, henüz hoş bir varsayım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder