Değerli KDP’li Dostlarım,
Bu ileti, fikirsel paylaşımın yazılı türü olarak internet iletişimi yoluyla sizlerle buluşmanın bir diğer şekli olması amacıyla başvurmakta olduğum deneme aşamasındaki bir girişimidir.
Hepimiz biliyoruz ki, Kadıköy Düşünce Platformu’nun bir grubu olarak her cumartesi en az iki saat tutan ve 16 yılı aşkın bir süredir devam eden düşünsellik arayışlı CST söyleşilerimiz bizim için yeterli tatminkarlıkta olmamakta ve bu nedenle de faaliyetimizi daha geniş boyuta taşıyarak etkinliğimize daha yüksek bir anlam ve değer kazandırmak isteğini uzun süredir en içten şekilde arzulamaktayız .
İşte ben kendi açım ve konumumdan bakarak İstanbul’un Kadıköy gibi sayısız yazar, düşünür, sanatçı yetiştirmiş olan bu kentsel entelektüel coğrafyasında yaşamakta olmanın bilinci ve KDP-CST’ndaki fikri iletişimimizin yazıya bir türlü dönüşememesi noktasından yola çıkarak yazma konusunu biraz olsun yakından irdeleleyerek sizlerle paylaşmak gereğini hissettiim.
Her şeyden önce yazma işi hiç hafife alınacak bir iletişim etkinliği değildir. Tam tersine, yazı beş bin yıllık tarihsel bir birikimin kalıtını içinde barındıran ve diğer iletişim ortamlarıyla kıyaslandığında estetik yanı ağır basan bir ileti taşıyıcısı türüdür.
Belki de bir bakıma bu nedenle dir ki yazmak bazı düşünen insanlar için hala çok zor, hatta imkansız bir olaydır. Yazmayı bu yönden açmak için isterseniz konuyu işleyen ender psişik-yazınsal denemelerden biri olan Enrique Villa-Matas’ın Bartleby ve Şürakası kitabındaki görüşe yer verelim. Kitap için yapılmış bir değerlendirmeden aşağıdaki kısa ifadeyi alıntılamak istiyorum:
‘...hiç yazmamış, bir noktadan sonra hem kendileri için hem de bir eylem olarak yazmanın olanakszlığı fikrine varmış yazarların...’
Buradaki “hiç yazmamışlar” kategorisi için en bilinen örnek tanınmış ilk çağ filozofu Atinalı Sokrat’tır.
Gerçekten de kolay yazamayan pek çok insanın ve hatta Sokrat gibi hiç yazmayan kişilerin var olduğunu anımsayalım. Ayrıca Platon gibi çok kolay yazanların da olduğu gibi. Başka bir deyişle “Author&Orator” ikilisinden her biri olmak son derece zor bir husus olmalıdır.
Ben bu durumun esinlenme yokluğu, entelektüel birikim eksikliği, yazma becerisi azlığı ve saire ile pek ilgisi pek yoktur diye düşünüyorum. Nedeni konusunda söylenebilecekler çeşitli olmakla birlikte öğrenme ve öğretmeyi eş zamanlı ve yüzyüze yapmayı seven, bundan haz duyan “söylemsever “ olmayan, ancak “düşünsever” olanların bu tür iletişim türüne yatkın olmadığı psikoloji ile ilgilenenlerce belirtilen bir görüştür.
Bu kişiler düşünce ve bilgi aktarım hızını çok azaltmakta olduğundan olsa gerek yazmaktan hoşlanmazlar. Bu bir gerçektir. En azından benim için de bu böyle.
Bu görüşü de Villa-Matas’ın, istem ve eylem olarak yazmayan düşünenler hakkında yaptığı değerlendirmelere yeni bir kategori olarak eklemek gerek.
Ancak şimdi bu noktada, mutlakçı-saltçı her çeşit anlayış ve düşüncenin sadece düşünülür dünyada var olduğu ama duyulur (gerçek) dünyada böyle bir şeyin olmadığı şeklindeki düal düşünceden hareketle ortaya çıkan düşünen olup da “hiç yazmamış” birilerinin var olamıyacağı yargısını peşinen ileri süreyim. Bu çekincem doğrultusunda da bu yeni kategoriye “çok düşünüp az yazanlar” adını verelim diyorum.
Ayrıca düşünenleri kurgucu-gerçekçi(sanal-real) bakış açısından ikiye ayırdığımda, bu ayrımda, yeni kategoriye dahil olanların kurgucuların tam karşıtı olan gerçekçilerin içinde yer alması gerektiğini anlıyorum. Hatta bu tipolojidekilerin “derindeki gerçeği” bulma kaygısı ile ayaklarını daima en dipteki fiziksel dünyaya koyarak arama işine giriştiklerinden yüzeydekilere oranla tanınmaları zordur. Alman mantıkçı G. Frege buna bir örnektir.İngiliz düşünür B. Russell’ın Frege’yi keşfettiği gibi “çok düşünüp az yazan gerçekçiler”in maden arar gibi bilgi akeolojisiyle aranıp bulunarak ortaya çıkarılması kesinlikle toplumsal bir ihtiyaçtır.
Immanuel Kant konulara mükemmeliyetçi yaklaşmanın getirdiği sistematiklikten mi; yoksa anlamsız bir titizlenme huyundan mı olsa gerek bilinmez ama ne konuda olursa olsun işlerin yapılma sırasından hiç bir zaman taviz vermek istemezmiş. O’nunla hiç bir soysopsal kalıtıma sahip olmamamıza karşın bu yönden bir benzerliğimiz olduğunu söyleyebilirim.
Ancak pek yazı yazı yazmama karşın yazmam gerektiğinde ne türde ve ne konuda yazmam gerekir diye işin aslının sistematiğinin ne şekilde ve nasıl olması gerektiği konusunda düşünmüyor değilim.
Bundandır ki fiilen bir işe daha koyulmadan hemen en başta “yazı” hakkında düşünüp taşınıp bir irdeleme yapmak istedim. Deneme şeklinde olması gereken yazı konuları karakteristik olarak hem derinden gelmeli hem de gerçekle ilişkili olmalıdır.
Bu arada yeri gelmişken ifade etmeliyim ki, uzun yılların birikimiyle oluşmuş düşünsel alışkanlıklarıma uygun olarak fikir üretim etkinliklerinde “derin” ve “gerçek” sözcüklerinin ortak kavramsal düzlemi üzerinde okuyucu tarafından istenen ve beklenen değer ve anlam kümeleri ni yaratabileceğine inanmaktayım.
İşte bundan dolayı olsa gerek yazacaklarımdaki ussal tasarımlarımın ”yazınsal deneme” türüne uygun olacağını varsayıyorum. Yazıların bu doğrultuda olacağı kabulüyle de şeçilmiş olan “Derindeki Gerçek “ sözcüklerinin makul bir sözcelem oluşturduğunu söyleyebilirim.
Genel olarak sosyal-entelektüel ortamda yaşayıp bu ortamda üretim yapanlar için iki çeşit yaklaşımdan söz etmek mümkündür: Yüzeysel ve derin. Yüzeydeki gerçekler daima derindekilerden beslenerek varlıklarını sürdürürler. Ayrıca yüzeysel olanlar, görünürde olanlardır ve genellikle günlük tartışmaların vazgeçilemeyen konularının da bileşenidirler. Ancak bunlar derin gerçeklerden çıkılarak düşünüldüklerinde ve uygun şekilde söylenildiklerinde “anlamlı yargı ifadeleri”ne dönüşmüş olurlar. Aksi takdirde derin gerçekle bağlantısı olmadan yapılan tüm tartışmalar, akıl yürütmeler eskil deyimle daima abesle iştigal etmek demektir.
Öte yandan dünyasal olgularla ”derin”den meşguliyet, meşgul olanda en azından belli oranda soyutlama yetisi, bilgi birikimi ve şimdilerde hala ender bulunan bütünselci düşün yaklaşımı gerektirdiğinden yüzeye derinden erişim yolu bu koşullar nedeniyle güçlük ve zorluk sergileyen hiyerarşik ussal bir süreçtir.
Bundan ötürü genelde güncelde getirisi hiç olmayan, uzun erimli sonuçları ise tartışmalı olabilecek olan bu türdeki düşün etkinlikleri için çabalamak, hem maddi olanaklardan yoksun kalma zorluklarını göğüslemeyi göze almayı hem de insanda “basiretli tutum” diye de nitelenebilecek uzun erimi gerektiren bir hasleti zorunlu kılar.
Varsayılan yazma işinde söylemsel ulam olarak baz alınan “derin” mecazıyla birlikte sözcelemde geçen “gerçek” sözcüğünden de biraz olsun söz edeyim. Sözcüğün temsil ettiği gerçek kavramının içlemindeki öz ile ortaya konulmak istenen anlam, kaygılardan, korkulardan, yanılsamalardan ve makul olmayan kişisel beklentilerden arınmış insan zihni aracılığıyla, doğal ve sosyal dünyada algılanan nesne ve olguların evrensel ortak akıl düzleminde kurgulanmasıdır. Ancak bu yeterliliği ve tutarlılığı olan bütünselci bir dünya görüşü ile mümkün olan bir şeydir.
Gelecek sefer dünya görüşü konusunu irdelemek için yeniden bir başka “derin gerçek” konusunda buluşmak üzere hoşça ve sağlıcakla kalın dostlarım...
Mustafa Özcan / Mart, 2011
Mustafa Özcan / Mart, 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder