29 Nisan 2017 Cumartesi

Bütünsel Bilim Açısından “Bilinç” İçin Bir Deneme - Bölüm 2 (Erdoğan Merdemert, 29 Nisan 2017)



Bütünsel Bilim Açısından “Bilinç” İçin Bir Deneme - Bölüm 2


Bilinç konusu felsefe tarihinde en fazla Edmund Husserl tarafından ele alınmaya çalışılmış, onu fenomen kategorisinde inceleyen Husserl yaşamı boyunca kendisini bir düğümler yumağını çözmeye adayarak ve bu konuda onun hakkında binlerce sayfa yazarak konuyu felsefe alanında daha da zor anlaşılır hale getirmiştir. Husserl'in amacı; fenomen sınıfına aldığı diğer kavramlar gibi bilinci de askıya alarak (epokhe), bu yolla enine boyuna inceleyip, işte bu da bir fenomendir (görüngüdür, görünüşe çıkmış olandır) yani görünüşünden başka herhangi bir yerinde, herhangi bir gizemi bulunmamaktadır, her açıdan ve her yönden bilinmesi ve anlaşılması mümkündür demek idi. Husserl ve daha sonraki dönem felsefeciler bilinç konusunu Dennet'e kadar gizemini çok da fazla çözemeden taşıdılar, Dennet, felsefi yaklaşımı Nöron bilimi ile desteklemekten ziyade onu kendi uslübunda TED konuşmalarına yalnızca dramatize anlatımlarının esin kaynağı olarak kullanmayı tercih etti ve o şekilde halen devam etmektedir. 

Eric Kandel ve Daniel Dennet gibi bilimcilerin bilinç konusundaki tercihleri tamamen nöron fizyolojisine ve bu bilimin teknik açımlamalarına dayanmaktadır ancak nöronlarda hafıza fizyolojisi konusunda nobel ödülü almış olmasına karşın Kandel, uzun süreli hafızanın insan beynindeki sabit veya süreli yerlerinin ilerideki bilimsel çalışmalarda bile tespit edilebileceğinin garantisini verememektedir. 

Bilincin varlığının hafıza ile çok yakından ilgisi vardır, bizler hafızamız olmadan bilinçli varlıklar olamayız. Şu anda başlayan, yani geriye doğru “anı” içermeyen bir bilinçlilik durumu, hem insan varlığı açısından, hem de her tür bilim araştırması ve konusu açısından, mümkün değildir. 

Hafıza ve “bilme” aynı yönde/çizgide ilerleyen bilinç koşulları olmasa da onlar bu konuda en etkin tamamlayıcılık görevini üstlenmişlerdir. Bilme'nin bil kökünden bilince temel olduğu etimolojik yapısı, sözel olarak bilinci tarif eder ama bil kökü bir emir kipi olarak alındığında bilinci anlama konusunda daha etkindir, daha verimlidir. 

Bilmeden bilinçli olunamayacağı gibi hatırlamadan da bilinçli olunamaz, lakin bilinç konusu sadece iki argumanlı ya da iki kavramlı değildir, o bütünsel, holistik ve bir o kadar da sistematiktir. Aztek geleneğinde bir sunakta kurban edilen yetişkin bir kızın aynı zamanda çok saçma bir inanca da kurban edildiğini tartışmak gereksizdir ama acaba bu sapkın bilinçler dönemsel olarak mı normal kabul edildiler yoksa bilinç olgusunun dönemsel olmadığını söylemek doğrumudur? Bugünlerde Aztekler zamanında olduğu gibi olmasa da en azından kitle imha silahları üretmek ve hatta onları üçüncü dünya ülkelerine satmak ne ölçüde normal bilinç işidir? Bilinç konusu tamamen fizyolojik ya da tamamen DNA temelli olsaydı bugün bu tip normal olmayan bilinç durumları belki de sağaltılabilirdi, ama gerçekten hiç umut yok. 

Erdoğan Merdemert (29 Nisan 2017)

Devam edecek.

28 Nisan 2017 Cuma

Duyuru: Mustafa Özcan'ın "Holistik Bilim" kitabı için "ilk imza günü" etkinliği


Değerli KDP'li ve Gönenli Dostlar,

"1 Mayıs 2017" günü benim ilk kitabım olan "Holistik Bilim" için "ilk imza günü" etkinliği gerçekleştirilecektir.  Bir kitap için "gala" sayılan bu ilk imza günü etkinliğinde Gönenli değerli yazar Sezen Özol'da "Çanakkale Askerine Rütbe Gerekmez" adlı kitabını imzalayacaktır. Etkinlik Gönen Yıldız Park Cafe'de (*) saat 1100-13:00 arasında yapılacaktır. 

Ceren Yayın Evi (**) sahibi Şeref Kurtiş ve yazarlar olarak tüm Gönenli dostların sağlayacakları katılımlarıyla bizleri şereflendirmelerini kalbi dileğimizdir.

24 Nisan 2017 Pazartesi

Bütünsel Bilim Açısından “Bilinç” İçin Bir Deneme - Bölüm 1 (Erdoğan Merdemert, 24 Nisan 2017)


Bütünsel Bilim Açısından “Bilinç” İçin Bir Deneme - Bölüm 1


Bilincin fizyolojik ve felsefi tanımlamaları, onu var eden yönelimsel kategorilerden en fazla ele alınan argümanlar ve aynı zamanda çelişkiler olarak bilinir. Bu çelişkilerin zorunlu olarak kesiştikleri ortak noktalar olsa da felsefi bilinç açınımlarının, fizyolojik olanlara karşı daha soyut, daha anlaşılması ve kabul edilmesi zor olduğu (hem günümüzde hem de felsefe tarihinin akışında) kabul görüyor. Bilince ait felsefi ve fizyolojik tanımlamalar kendi alanlarında tutarsız değildirler ama birleştirilmeleri ve bütünselleştirilmeleri pek fazla mümkün olmadığından ayrı alan çalışmaları olarak görünürler, zaman zaman her iki tarafın diğerini değersizleştirdiği görülse de ben inanıyorum ki onlar bu konuda tamamlayıcı ve bütünleştiricidirler. Fizyolojik bilinç araştırmaları kendi zamansal gelişimlerinde -elde edileni- sabitleyerek üzerine koyan neredeyse kartezyen vektöryel bir çalışma gibi devam etmiyor. Burada bilincin aracı olarak ele alınan bütünsel beyin yapısının bölgesel işlev dağılımının kategorize edilmesi, çalışmaların her ileri aşamasında daha da karmaşıklaşıp daha da sınırsızlaşıyor. Nöron bilimi açısından uyanıklık ve farkındalık anlamında tespit edilen gerçek bölgeler bu verileri içermekte ve o bölgelerin onlara ait oldukları genel olarak kabul görmektedir ama hem bu çok ince yapılı çekirdek guruplarının hem de onlara sıkı sıkıya bağlı diğer uzak ve yakın bölgelerin holistik yapıları yüzünden bilincin neredeyse tüm diğer beyin kısımlara dağılımı kaçınılmaz görünmektedir. 

Bilinçli olma durumu ya da diğer bir deyişle dünyanın görünümüne ve kişinin kendi varlığına karşı uyanık olma durumu, fizyolojik bir olgu olarak beyin sapındaki yapılarda konuşlanır, burada lokalize olarak kalamayacağı ve görülen, farkında olunan bu dünyanın yorumlanmasının da gerektiği bilindiğinden, bu kısmın (beyin sapının) diğer beyin bölümleri ile ortak çalışma yürütmesi zorunluluğu vardır. 

Duyusal girdilerden kaynaklanan algı durumu “bilinçtir” dediğimizde onu bütünüyle tanımlamış olmadığımızı biliyoruz, eğer bu kadar olsaydı yani bilinç için sadece duyusal algı yeterli olsaydı en azından insanlar arasındaki bilinçlilik durumları arasında farklılıklar olmazdı ve bizler o zaman seri üretim robotları gibi varlıklar olarak var olurduk. İşin aslı, kendimizi duyusal girdi varlıkları olarak düşündüğümüzde bu görüş pek de yanlış değil gibi, yani seri üretim robotları olarak gerçekten de algı tepkilerimiz birbirimizden farklı değil. Ama sabit bilinç sahibi robotlar olmadığımız açık olduğuna göre şimdi bilinç tanımlamaları için zorunlu olarak daha başka yollar aramamız gerekecek. 

Felsefi varlığa ait “öz” ün görünmesi, onun kendisini göstermesi, bilinç olarak kabul edilebilir ama bu görünen ya da beliren öz, önce özbilinç olarak insan varlığının derinlerde kendi kavramında var olmalı ve oradan yansıyarak ve kendi eylemini koyarak dünyayı algılamalıdır. 

Bilincin ne ve nerede olduğunu çıkarsayabilmemiz için elimizde çok gelişmiş ve gelişmeye devam eden bir nöron bilimi ve bu bilime kolaylıklar sağlayan çok ileri görüntüleme ve analiz sistemleri var. Bütün bunlar ile bir gün bu konuyu çözdüğümüzü, bilincin ne olduğunu ve nerede bulunduğunu, tam olarak artık biliyor olduğumuzu var sayalım. O zaman bilen ile bilinen bir olacak, bilinç bilinci bilmiş olacak, bilinç kendini bilmiş olacak, yani bir şey her ne olursa olsun bir şey, oluş halindeki, olasılık içeren bir dünyada “noksansız olarak” kendini bilebilir mi diye sormamız gerekecek. Bu soruya uygun bir cevap olduğunu zannetmiyorum ama bana kalırsa bu soru için birkaç yüzyıl erken sorulmuş bir soru demek de aslında yanlış olmayacaktır.

Yine fizyolojik bilinç konusuna dönersek, özsel olarak nöron bilimine de dönmüş olacağız, ben çoğunlukla insan beyni üzerinden açımlama yapacağımdan her anlatımda bunu söylemiş olacağım. Beyin hem motor aktivite (kas hareketleri) hem de soyut düşünme aktiviteleri için aynı nöronal tekniği kullanır yani düşünen bir adamın beynindeki elektro kimyasal nöron aktivitesi ile balta ile odun kıran bir adamın elektro kimyasal nöron aktivitesi aynı teknik ile çalışır. Bu farklı tip ve boyuttaki nöronların, kimyasal dürtü sayesinde sistematik elektrik patlaması şeklinde gerçekleşir ve bu da basitçe, bir hücre zarı potansiyel farkının yarattığı elektrik deşarj hareketidir. Nöron tipleri, boyutları ve akson uzunlukları değişebilir ama yukarıda anlatılan bu teknik hep aynıdır, görme, kalp kasılması, işitme ve hissetme için de, soyut düşünme için de hep aynıdır.

Düşünmenin yeri gri madde olarak bilinen kıvrımlı 2.5 mm kalınlığında neokorteks yapısında, 2mm yüksekliğinde ve 0.5 mm çapında, yüzeye dik durumda birbirini tekrar eden milyonlarca kortikal kolonun varlığı (en son nörobilimsel araştırmalar bunu göstermektedir) kabul ediliyor. Dikine 6 katmandan oluşan bu tekrar eden kolonların tamamı aynı tip nöron (pyramidal Neuron) ihtiva ederler. İlginç olan ise bu kortikal kolon yapılarının çok büyük bir kısmının neredeyse işlevsiz olup neokorteksin her yerinde işlem yapmaya hazır halde öylece durup bekliyor olmasıdır. Bundan daha da çarpıcı olan da, kıvrımlı görsel bölgedeki kolonların nöronlarının ateşlemelerinin kesinlikle olasılık içermesidir. 

SPIKES (book)  Fred Rieke, David Warland and e.t.c, MIT press.

Erdoğan Merdemert (24 Nisan 2017)


Devam edecek...

11 Nisan 2017 Salı

Derleme: Akıl Tutulması (Timur Otaran, 11 Nisan 2017)


Akıl Tutulması

Ussallığın çoğu zaman belirleyici olmadığı bilinse de, rasyonel aklı eleştirenler eksik olmamıştır. Hume, aklın duyguların emrine verilmesi gerektiğini, Kant, aklın iman karşısında geriletilmesi gerektiğini söylemiştir. Günümüzde yaşanan akıl tutulmasınına felsefi destek ise postmodernizmden gelmiştir.
                                                                                            
Diğer yandan, zihnin ve beynin çalışmasına dair bilimsel bilgilerin katlanarak artışı için geçen süre iki yılın altına inmiş ve konunun biyoloji ve evrim ile olan bağlantısı öne çıkmıştır. Kolbert tarafından derlenen bilgiler, özellikle cemaat-cemiyet ilişkisi bağlamında ülkemizde yaşananlara ışık tutmaktadır.   

Teyit Edilmiş Önyargı

Stanford'daki araştırmacılar, 1975 yılında bir grup lisans öğrencisini intihar konusundaki bir araştırmaya katılmaya davet ettiler. Onlara intihar metin çiftleri takdim edildi. Her çiftte bir metin rasgele biri tarafından, diğeri daha sonra kendi hayatını alan bir kişi tarafından yazılmıştı. Öğrencilerin daha sonra, gerçek intihar metni ile sahte yazıları birbirlerinden ayırmaları istendi.

Bazı öğrenciler bu işte çok başarılı bulundu ve onlara 24 intihar notunu doğru bildikleri söylendi. Diğerlerinin ise, on adette kaldığı açıklandı.

Psikolojik araştırmalarda sıklıkla olduğu gibi, tüm kurulum önceden ayarlanmıştı. İntihar notları gerçekten vardı. Bunlar Los Angeles İlçe Savcılarının ofisinden alınmıştı. Ancak, puanlar hayali idi. Başarılı oldukları söylenen öğrenciler, basarısız oldukları söylenenlerden farklı değildi.

Çalışmanın ikinci aşamasında amaç ortaya kondu. Öğrencilere, deneyin asıl amacının, doğru veya yanlış olduğunu düşündüklerine verdikleri tepkilerin ölçülmesi oldugu söylendi. Sonunda, öğrencilerin teşhislerindeki kendi başarı oranlarını tahmin etmeleri istendi. Bu noktada, merak uyandırıcı bir şey oldu. Yüksek notlu gruptaki öğrenciler, ortalama öğrenciden çok daha iyi bir performans gosterdiklerini düşündüklerini, fakat, buna inanmak için sıfır temelleri olduğunu söylediler. Tersine, düşük notlu gruptakiler, ortalama öğrenciden büyük ölçüde daha kötü yaptıklarını düşündüklerini söylediler ki, bu da eşit derecede asılsız olan bir değerlendirme idi.

Araştırmacılar "Bir kere oluştuktan sonra, fikirler/görüşler sıkı tutulur ve zor silinir.” sonucuna vardı.

Konu ile ilgili kanıtlar, inançlarının tamamen boş olduğunu gösterse bile, insanların bu inançlarda gerekli degişimleri yapmakta başarısız olduğunu gösterdi.

Ortaya çıkan başarısızlık "çok çarpıcıydı", çünkü eldeki bilgileri genelleştirmek için yeterli veri hiç bir zaman var olmamıştı.

Stanford çalışmaları zamanla meşhur oldu. Yetmişli yıllarda bir grup akademisyenden gelen bilginin insanların doğru düşünemediğini ortaya koyması başta şok etkisi yaratmıştır. Fakat, artık kabul görmüştür çünkü, binlerce tekrarlanan deney bu bulguyu teyit etmiştir. Araştırmayı bilen herhangi bir lisansüstü öğrencisi, makul görünen kişilerin çoğu zaman tamamen mantıksız olduğunu kolayca kanıtlayabilir. Bundan önceki dönemlerde, bu bilginin önemi, bugunkü kadar büyük olmamıştı. Yine de, önemli bir bulmaca cevapsız kalır: Nasıl böyle olduk?

Evrim

Bilişsellik üzerine çalışan bilim adamları Hugo Mercier ve Dan Sperber, yeni yayımladıkları “Aklın bilmecesi" (Harvard) kitabında bu soruyu yanıtlamak için farklı bir yol benimsiyorlar. Usun, iki ayaklılık veya üç renkli vizyon gibi evrimsel bir özellik olduğuna dikkat çekiyorlar. Us, Afrika savanalarında ortaya çıktığına göre, bu bağlamda anlaşılması gerektiğini önerdiler.

Mercier ve Sperber'in argümanları az çok şöyle devam ediyor: İnsanların diğer türlere göre en büyük avantajı, ortak çalışabilmeleridir. Birlikte çalışmanın kurulması zordur ve devam ettirilmesi neredeyse çok güçtür. Halbuki, bir kişi için, diğerine yaslanmak her zaman en yararcı eylemdir. Ussallık, soyut, mantıksal sorunları çözmemize ya da bilmediğimiz veriden sonuç çıkarmamıza yardımcı olmak için geliştirilmedi; aksine, işbirlikçi gruplarda yaşamanın getirdiği sorunları çözmek için geliştirildi.

Uyanıklığın/Kurnazlığın Akla Önceliği

Hiper-sosyal özel durumlara göre evrilen insana uyum sağlayan akılın, "Entelektüelist" bir bakış açısından bakıldığında, garip, hatalı ya da sadece aptal olarak görülen zihin alışkanlıkları vardır. Halbuki, bunlar, sosyal "etkileşimci" bir perspektiften bakıldığında uyanıklık/kurnazlık olarak görülerek olumlanır.

İnançları destekleyen bilgileri kucaklamak ve onlarla çelişen bilgileri reddetmek eğiliminde olan "teyit edilmiş önyargılar" olarak bilinen durumları düşünelim. Ortaya çıkarılmış olan hatalı düşüncelerin birçok biçimi arasında “teyid edilmiş önyargı”, pek çok deneye konu olmuş ve üzerinde en çok çalışılmış olandır. Bu calışmaların en bilinenllerinden biri yine Stanford'da gerçekleştirilmiştir.

Bu deney için, araştırmacılar, ölüm cezası hakkında karşıt görüşlü olan bir grup öğrenciyi topladılar. Öğrencilerin yarısı lehdeydi ve idam cezasının suçu caydırdığını düşünüyordu. Diğer yarısı ise, ona karşıydı ve suç üzerinde hiçbir etkisi olmadığını düşünüyordu.

Ölüm cezasının suc işlemeyi caydırıp caydırmadığına dair iki ayrı çalışmaya cevap vermeleri öğrencilerden istendi. Birisi caydırıcılık argümanını destekleyen verileri, bir diğeri ise onu sorgulayan verileri sundu. Tahmin ettiğiniz gibi, her iki çalışma da önceden planlanmıştı ve objektif olarak eşit derecede etkileyici istatistikleri sunmak üzere tasarlanmıştı. Sonuçta, ölüm cezasını destekleyen öğrenciler, caydırıcılık yönündeki verileri oldukça güvenilir bulmalarına karşılık caydırıcılık karşıtı verileri ikna edici bulmadılar. Ölüm cezasına itiraz eden öğrenciler de tersini yaptı. Deney sonunda, öğrencilere ilk görüşleri hakkında fikirleri tekrar soruldu. Başta ölüm cezasından yana olanlar çalışmanın sonunda daha fazla lehindeydi. Buna karşı olanlar, sonunda daha da karşıydılar.

Akılsız Tasarım

Us, eğer doğru kararlar üretmek üzere tasarlanmışsa, teyit edilmiş önyargılardan daha ciddi bir tasarım kusurunu düşünmek zordur. Mercier ve Sperber, bizim gibi düşünen bir fare olduğunu hayal etmemizi önerir. Böyle bir farenin, "etrafında kedi olmadığına olan inancını teyit etmeye meyili" olması, yakında kediye akşam yemeği olması demektir. Teyit edilmiş önyargı, insanların yeni veya önemsiz görülen tehditlerin delillerini göz ardı etmelerine yol açtığından, aslında evrimin çalışmasına ters bir özelliktir. Mercier ve Sperber’e göre, hem bizlerin ve hem de farenin hayatta kalmış olması gerçeği, bu iki çelişkili özelliğin bazı işlevlere uyum sağlamaya yaradığını ve insandaki işlevinin “aşırı sosyalleşme" ile ilişkili olduğunu kanıtlıyor.

Cemaatim/Benim Tarafım Önyargısı

Mercier ve Sperber “benim tarafım önyargısı" terimini tercih ediyor. İnsanların mantıkları, her zaman inanılmaz/güvenilmez değildir. Başkasının argümanıyla sunulduğunda, zayıf noktaları tespit etmede oldukça ustayız. Neredeyse değişmez olarak, kör olduğumuz durumlar ise kendimize ait olanlardır.

Mercier ve bazı Avrupa meslektaşları tarafından yapılan yeni bir deney bu asimetriyi özenle gösteriyor. Katılımcılardan bir dizi basit akıl yürütme sorunlarına cevap vermeleri istendi. Ardından, yanıtlarının ayrıntılarını açıklamaları istendi ve kendi hatalarını tespit ettikleri takdirde bunları değiştirme şansı verildi. Çoğunluk, ilk seçimlerinden memnun oldu ve ikinci değerlendirmede yüzde on beşten azı fikrini değiştirdi.

Üçüncü aşamada, katılımcılara, aynı soruya verdikleri kendi yanıtının yanı sıra farklı bir sonuca varan başka bir katılımcının yanıtı da gösterildi. Bir kez daha, katılımcılara cevaplarını değiştirme şansı verildi. Fakat bir hile yapıldı: başkasınınki gibi sunulan cevaplar aslında kendininkiydi. Katılımcıların yaklaşık yarısı, neler olduğunu anladı. Diğer yarısı arasında aniden daha eleştirel hale gelen insanlar oldu. Yaklaşık yüzde altmışı, daha önce memnun oldukları cevapları reddetti ve değiştirdi.

Mercier ve Sperber'e göre, bu görünen gerçeklere kaygısızlık durumu, usumuzun, grubumuzun diğer üyeleri tarafından bozguna uğratılmamızı engellemek görevi için evrildigi gerçegini yansıtıyor. Küçük gruplardaki avcı toplayıcılarda yaşayan atalarımız, öncelikli olarak toplumsal duruşlarıyla ilgilendiler ve diğerleri mağarada boş zaman geçirirken kendilerinin av sırasında hayatlarını tehlikeye atanlardan olmadığından emin olmak istediler. Argumanları kazanmaktan elde edilecek şeyler ile karşılaştırıldığında, düzgün mantık yürütme ile elde edilebilecek diğer şeylerin çok az onemi vardır.

Usumuz böyle evrildiğinden, atalarımızın endişe ettiği birçok şey arasında, ölüm cezasının caydırıcı etkileri gibi konular yoktu. Ayrıca, yönlendirilmiş çalışmalar, sahte haberler veya Twitter ile uğraşmak zorunda kaldıkları da yoktu. O halde, bugünün aklının bu konularda sıkça başarısız görünmesi şaşılacak bir şey değildir. Mercier ve Sperber, “Bu durum, çevrenin çok hızlı bir şekilde değiştiği ve doğal seleksiyonun değişimi yakalayamadığı birçok örnekten biridir.” derler.

Bilinen Bilinmeyen Ayrımı Nasıl Yitiriliyor

Brown'da profesör Steven Sloman ve Colorado Üniversitesi'nden profesör Philip Fernbach da bilişsel bilim alanında çalışmaktadırlar. Sosyalliğin, insan zihninin işlemesinin, ya da belki de daha doğru bir şekilde ifade edilecek olur ise, arızalı çalışmasının anahtarı olduğuna inanmaktadırlar. Tuvaletlerin nasıl çalıştığı bilgisinin incelenmesini, "Bilgi Yanılgısı: Neden Tek Başımıza Düşünmüyoruz" (Riverhead) adlı kitapta tartışıyorlar.

Amerika Birleşik Devletleri'ndeki hemen hemen herkes ve aslında gelişmiş ülkelerdeki herkes tuvaletin çalışması konusunda bilgi sahibidir. Tipik bir tuvalet, suyla dolu seramik bir kaseden olusur. Tutamak aşağı basıldığında veya düğme itildiğinde, su ve içindekilerin hepsi bir boru içine emilir ve buradan kanalizasyon sistemine girer. Ancak, bu gerçekte nasıl oluyor?

Yale'de yapılan bir araştırmada, lisansüstü öğrencilerin tuvaletler, fermuarlar ve silindir kilitleri gibi günlük cihazlarla ilgili bilgilerini aktarmaları istendi. Ardından, aygıtların nasıl çalıştığıyla ilgili detaylı, adım adım açıklamalarını yazmaları ve sonradan yazdıklarını yeniden değerlendirmeleri istendi. Yapılan çalışma, öğrencilerin cehaletlerini ortaya koyduğu gibi, kendilerini değerlendirdikleri notların da düşmesine neden oldu.  (Anlaşıldı ki, tuvaletler, görünenden çok daha karmaşıktır.)

Açıklayıcı Derinlik Yanılsaması

Sloman ve Fernbach, "açıklayıcı derinlik yanılsaması" olarak adlandırdıkları bu etkiyi hemen hemen her yerde görüyorlar. İnsanlar aslında yaptıklarından daha çok şey bildiklerini düşünüyorlar. Bir inanışta ısrar etmemizi sağlayan sey, aslında diğer insanlardir. Tuvalet örneğinde olduğu gibi, başkası tasarladı, böylece ben de kolayca kullanabiliyorum. Bu durum insanlar için aslında çok iyi olan bir şeydir. Muhtemelen evrim tarihimizde önemli bir gelişme sonucu, birlikte avlanmayı düşündüğümüzden bu yana birbirimizin uzmanlığına güveniyoruz. Sloman ve Fernbach, işbirliği yaptık mı, kendi bilgimizin nerede bittiğini ve başkalarınınkinin nerede başladığını pek söyleyemeyeceğimizi savunuyor.

Bilgi İle Bilgisizlik Nasıl Birlikte Artıyor

"Bilişsel emeği cok dogal olarak bölmemizin bir çıkarımı da", gruptaki "bir kişinin fikirleri ve bilgisi" ile "diğer üyelerinkilerin" arasında keskin bir sınırın olmamasıdır.
  
Bu sınırsızlık, ya da isterseniz karışıklık da diyebilirsiniz, ilerleme dedigimiz sey için şarttır. İnsanlar, yeni yaşam biçimleri için yeni araçlar icat ettiğinde, aynı anda yeni cehalet alanları yarattılar. Eğer, herkes bıçak almadan önce metal işleme ilkelerine hakim olmakta ısrar etse idi, Bronz Çağı’ndan öteye geçilemezdi. Yeni teknolojiler devreye girdiğinde, eksik bilgi alanın da güçlenmesi doğaldir.

Sloman ve Fernbach'a göre, bu gelişmenin bizi belaya sokutuğu alan ise siyasettir. Tuvaletin nasıl çalıştığını bilmeden kullanmam ile, bahsettiğim şeyi bilmeden, örneğin, göçmen yasağını onaylamam (ya da karşı çıkmam) aynı şey değildir. Sloman ve Fernbach, Rusya'nın Ukrayna'nın Kırım topraklarını işgalinden kısa bir süre sonra 2014'te bir anket yaptılar. Katılımcılara, ABD'nin nasıl tepki vereceğini ve ayrıca Ukrayna'yı bir harita üzerinde bulup bulamayacaklarını sordular. Katılımcıların bildiklerini düşündükleri yerin mesafesi ne kadar artarsa, askeri müdahaleyi tercih etme olasılığı da o kadar arttı. (Katılımcılar, Ukraynanın bulunduğu yerden o kadar emin ki medyan tahmin, yaklaşık bin sekizyüz kilometre kadar hatalı oldu ve bu da Kiev'den Madrid'e olan uzaklığa yakındır.)

Diğer pek çok konuda yapılan anketler de benzer derecede dehşet verici sonuçlar vermiştir. Sloman ve Fernbach, "Kural olarak, konular hakkinda güçlü duygular derin bilgilerden ortaya çıkmaz" diyor. Ve burada diğer zihinlere bağımlılığımız tezi güçleniyor.

Diyelim ki, bir kanun önerisi hakkındaki görüşünüz temelsizse ve ben de ona güveniyorsam, benim görüşüm de temelsiz olur. Tom'la konuştuğumda o da benimle aynı fikirde olduğuna karar verdiği için onun görüşleri de temelsizdir. Bununla bırlıkte, şimdi üçümüz de mutabık olduğumuza göre çok daha fazla kendimizden emin olabiliriz. Hepimizin düşüncelerimize aykırı olan bilgileri yok saydığımızda karşılaştığımız durumun bir örneğini Trump Yönetimi şeklinde buluruz.

Açıklama Yapmadaki Zorluk

Sloman ve Fernbach, "Bir bilgi topluluğu nasıl tehlikeli olabilir?” diye bir çalışma yaptı. Bu ikili, tuvalet deneyinin benzeri olan bir deneyi kamu politikası alanında gerçekleştirdiler. 2012'de yapılan bir araştırmada, insanlara şu sorularla ilgili görüşleri soruldu: Tek ödemeli bir sağlık sistemi olmalı mı? Öğretmenler için liyakate dayalı ödeme olmalı mı? Katılımcılardan fikirlerini ne kadar güçlü bir şekilde kabul ettiklerini veya katılmadıklarına dair fikirlerini bildirmeleri istendi. Sonra, her bir fikrin uygulanmasının etkilerini mümkün olduğunca ayrıntılı bir şekilde açıklamaları istendi. Bu noktada çoğu kişinin başı belaya girdi. Görüşlerini tekrar değerlendirmeleri bir kez daha istendiğinde, inançlarının gücünün azaldığı görüldü. Sonuçta, açıklama yapmada zorlandıkça, insanların kendi görüşlerine dair inançlarının şiddeti azaldı.

Umut

Sloman ve Fernbach, bu sonuçta karanlık bir dünya için yine de küçük bir mum ışığı görüyorlar. Eğer biz ya da arkadaşlarımız ya da CNN'deki uzmanlar, ahkam kesmek için daha az zaman harcıyor olsa ve onun yerine daha çok politika önerilerinin etkilerini anlamaya çalışsa, ne kadar mantıksız olduğumuzu anlar ve görüşlerimizi daha ılımlı yapardık. Yazarlar, "açıklayıcı derinlik yanılsamalarını parçalayacak ve insanların tutumlarını değiştirecek tek düşünce biçimi bu olabilir" diyorlar.

Bilim

Bilime bakmanın bir yolu da, onu insanların doğal eğilimlerini düzelten bir sistem olarak görmektir. İyi çalışan bir laboratuarda, benim tarafım önyargısina yer yoktur; Diğer laboratuvarlarda, onları onaylamak için herhangi bir sebebi olmayan araştırmacılar tarafından tekrarlanabilir sonuçlar bulunmak zorundadır. Bu da, bilimsel sistemin neden bu kadar başarılı olduğunun kanıtıdır. Bazen, bir alanda anlaşmazlık hakim olsa da, sonunda, metodoloji hakim olur. Biz kımıldamasak da, bilim ileriye doğru ilerler.
   
Önyargı

Bir psikiyatr olan Jack Gorman ve kızı halk sağlığı uzmanı Sara Gorman, “Mezara kadar inkar: Neden bizi kurtaracak gerçekleri görmezden geliyoruz" (Oxford), eserinde bilimin bize söylediği ile bizim kendimize söylediklerimiz arasındaki farkı araştırmıştır. Onların kaygılandıran şey, sadece yanlış değil, aynı zamanda potansiyel olarak ölümcül olan, aşıların tehlikeli olduğuna dair inanç gibi kalıcı olan inançlardır. Tabii ki, tehlikeli olan şeyden aşı yapılmamıştır. Gorman, “Bağışıklık yaratma işi modern tıbbın zaferlerinden biridir" der.

Ancak, kaç tane bilimsel çalışma olursa olsun, aşıların güvenli olduğu ve bağışıklık aşısı ile otizm arasında bağlantı olmadığı sonucuna varılmış olsa da, aşı karşıtlarının duruşu hala bir değişime uğramamıştır. (Şimdilik yanlarında olduğu için Donald Trump'a güvenebilirler-Donald Trump, eşi ve oğlu Barron'u aşılanmış olsa da çocuk doktorlarının önerdiği zaman çizelgesinde bunu yaptırmayı reddettiler.)

Gorman’lar, şu anda kendine zarar verdiği görünen düşünme biçimlerinin, bir noktada başka bir seyle uyumlu olabilecegini düşünüyor. Ayrıca, kitaptaki pek çok sayfayı teyit edilmiş önyargılara ayırıyorlar ve iddia ettikleri şeyin, fizyolojik bir bileşeni olduğunu söylüyorlar.

İnsanın, inançlarını destekleyen bilgileri işlerken, gerçek bir zevkle (bir dizi dopamin salgısı ile) karşılaştığını gösteren araştırmalara işaret ediyorlar. "Yanılıyor olsak bile inançlarımıza sadık kalmamız daha iyidir" düşüncesini gözlemliyorlar.

Akıl Tutulmasından Kurtuluş

Godman’lar sadece yanlış gidişin yollarının listesini çıkartmak istemiyorlar; onları düzeltmek de istiyorlar. Aşının çocuklar için iyi ve silahın tehlikeli olduğu konusunda insanları ikna edecek bir yol olmalıdır diyorlar.   

Silah sahibi olmanın sizi daha güvenli kıldığı düşüncesi istatistikler tarafından desteklenmese de yaygın olan bir inanctır. Bu görüşü itibarsızlaştırmaya çalışanlar çeşitli problemlerle karşılaşırlar. İnsanlara doğru bilgi vermenin doğru düşünmeye yardımcı olmadığı görülür, çünkü onlar bu bilgiyi değersiz bulurlar.

Diğer bir yoldan, onların duygularına hitap etmek daha iyi sonuç verebilir, ancak bunu yapmak, sağlam bilimi ilerletme amacına karşıdır ve açıkça etik dışıdır. Godman kitabının sonlarına doğru “Halledilmesi gereken sorun, sahte bilimsel inanca yol açan eğilimlerin nasıl çözüleceğini bulmaktır" diye yazarak arayışın devamına işaret etmiştir.  

"Aklın Bilmecesi", "Bilgi Yanılgısı" ve “Mezara kadar inkar" kitapları, ABD Kasım seçimlerinden önce yazılmış olsalar da, Kellyanne Conway'in ve "alternatif olgular" ın yükselişini öngörebildiler.. Bugünlerde, ABD’nin tamamı, ya Steve Bannon tarafından veya sahipsiz yürütülen muazzam bir psikolojik deneyin uygulandığını hissediyor.

Akılcı insanlar, kendilerine bir çözüm yolu düşünebilirler. Fakat, bu konuda yayınlanmış araştırmalardan henüz bir cevap bulunmuş görünmüyor. 

Timur Otaran (11 Nisan 2017)

Kaynak: Elizabeth Kolbert, The New Yorker, ŞUBAT 27, 2017 tarihli makale.