PARALEL EVRENLER – CEMAAT VE CEMİYET
BiREY - TOPLUM DİYALEKTİĞİ
Bir mantık sistemi olan diyalektik yöntem,
çift kutuplu (dikotomik) kavramların,
tez, antitez ve sentez seklindeki birlikteliğini öngörür. Hegel’in sistematize ettiği
diyalektik yöntemin geçmişi
çok eskilere dayanmakla birlikte, daha geniş
kitlelerce bilinmesi, Hegel’in öğrencisi Marx ile olmuştur.
Tez, zorunlu karşılığı antitez ile birlikte bir bütünüdür.
Aydınlık ile karanlıktan biri
olmaz ise, diğeri de var olamaz.
Hegel, en küçük insan grubu/organizasyonu olan
aileyi, “Farklılaşmamışların birliği" olarak tanımlar.
Toplum, bu tezin antitezi, “Farklılaşmışların, bir olamayış hali”
dir. Her ikisinin sentezi olan “Farklılaşmışların birliği”
ise, Devlet’tir.
Buradaki önkabul, ailenin/cemaatin üyesinin,
bir aşamaya geldiğinde değişime uğrayıp, farklılaşarak, ergenlikten erginliğe
geçeceği ve birey olacağı
olgusudur.
Bu olgunun her zaman ve her yerde gerçekleşmiş
olduğunu söylemek mümkün müdür?
CEMAAT VE YURTTAŞ TOPLUMU
İlk insanların ve
hayvan sürülerinin ortak örgütlenme
biçimi olan cemaat/aşiret
düzenini grafik olarak göstermek için, farklı
kümeleri karşılaştırmada Wenn daireleri kullanılabilir.
Böylece, her daireye bir cemaat düşer. Halkı
reaya (sürü) olarak adlandıran
Osmanlı, grupların daire içinde kalmasına
özen gösteren bir yönetim benimsemiştir.
‘Negatif barış’ denilen bu durum, grupların
çatışmazlık halidir ama bunun yanı
sıra grup içinde barışın yokluğunun
da ifadesidir. Diğer yandan, sultanın/kralın
varlığına rağmen, dairelerin dışı
hep tehlikeli olmuş ve buralarda soygun ve yağma
eksik olmamıştır.
Batı’da, daha karmaşık
organizasyonlar kurulması ile, daire dışı alanların
sahipsiz olmadığı görüşü güçlenmiş ve sonuçta, buralar da genişleyen
halkalar halinde, yurttaş toplumunun ortak malı
haline dönüşmüştür. Gerçi, bu durum, her yerde ve aynı
anda geçerli olmamıştır. Örnek olarak, İngilizlerin,
Avustralya’yı “terra nilus”
ilan etmesi, Amerika’nın “Vahşi
Batı”’sı sayılabilir. Bizde de, üstelik
kamusal alan da dahil edilerek, daha vahim hale getirilen “Devletin
malı deniz” deyişi ile ortak alanların
talanı yönetilenler tarafından
onaylanmaktadır. Denizden alınan balığın
hırsızlık olduğunu kim söyleyebilir?
Bugün, dünyanın büyük kısmında, yurttaş
toplumuna geçilememiş olmasını neye bağlayabiliriz?
BİREY VE BİREYCİLİK
Tarihin belli bir döneminde ortaya çıkmış
soyut bir kavram olan birey, ancak karşıtı olan toplum ile birlikte var
olabilir. Bu ilişki, rastgele değil,
zorunlu bir ilişkidir.
Örnek olay: Özgecan,
ailesinin (cemaatinin) dışındaki orman kanunun geçerli
olduğu bir alanda (terra nilus) bir başka
cemaatin üyesi tarafından katledilmiştir. Olaya
dahil olan diğerleri, kollektif kimliklerine uygun
davranmışlar ve bu işi normal karşılamışlardır.
Benzer sanal düzeni benimseyen kimi medya aktörlerinin
de bu durumu açıkça savunduğu
bilinmektedir. Bu noktada akla gelen soru: Bunlar, deli/hasta/sapık
mıdır, yoksa, benimsedikleri sanal düzen
(cemaat/üye) ile tutarlı bir tavır sergileyen normal insanlar mıdır?
Alternatif sanal düzende (Cemiyet/birey) durumun farklı
olması beklenir. Eğer diğer insanlar, öldürülenin
kimliğine bakmadan insana sahip çıkarlar ise, cemaat üyeliğini
reddetmiş ve bireyin alanına adim atmış
olurlar. Burası tehlikeli bir yerdir. Hem kendi
cemaatinin hem de karşı cemaatin saldırısı
söz konusudur. Bu zorlu durumda ayakta kalıp,
var olabilmenin koşulu, yeterli sayıda
bireyin, yani yurttaş toplumunun varlığıdır.
Biri yoksa, öbürü de yoktur. Biri var olabiliyorsa, diğeri
de var olur.
Bu bağlamda, bireyci mi, yoksa toplumcu mu olmalıyız
sorusu ne kadar anlamlıdır?
BENCİLLİK
Wittgenstein, kavramların zaman ve mekan içinde
değişerek farklı
anlamalar yüklendiğini söylemiştir. Örneğin, Batı’nın
benimsediği birey kavramı, Doğu’da bencillik ile özdeş
görülerek, aşağılanır. Halbuki, bencilliğin
tanımı, kendi çıkarları için çalışmak değil, başkalarının çıkarları için çalışmamaktır. Kapitalist ekonominin ilk fikir önderlerinden
Adam Smith, bireyin kendi çıkarları için çalışması ile toplumsal yararın
elde edilebileceğini iddia etmiş fakat
bencilliği hiç bir yerde savunmamıştır.
Kendinin/cemaatinin çıkarları dışında başkası için çalışmayan Doğu’nun
insanı mı, yoksa kendininkinin yanında
toplumun çıkarları için de çalışan Batı’nın
insanı mı, bencildir?
DOGU VE BATI
Tarihsel gelişmeler ve çok kanlı
devrimlerin sonucu olarak, Batı’da ortaya çıkan
bireyin, güçlü bir ekonomik tabanı
vardır. Bunların olmadığı Doğu’da, bir avuç
okumuş insana “Yeni bir sanal düzen”
sunularak, cemaat kimliklerin terk edilip bireysel kimliğin
benimsenmesi olanağının verildiği
hallerde, bu fırsatın yeterince değerlendirilemediği
görülmektedir. Bunun pek çok
nedeni vardır, ama belki de en önemli neden, özgürlükler
ile zorunlulukların diyalektik bütünlüğünün
kavranamamasıdır.
Bireysel istencin olmadığı yerde insanlar, güçlü
birinin istenci altına girme arzusu ile bir kahraman
ararlar. Genellikle buldukları ise, despotik bir liderdir. Aslında,
her ikisi de, zamanla, ayni despotik/hiyerarşik yapıya evrilir. Bu yapının
zihni altyapısı, hem sağda ve hem solda ortak destek bulan mağduriyet
ideolojisidir.
Vesayet sisteminin ortaya çıkışı, kötü bir tesadüf müdür?
Yoksa insanların zihinlerindeki sanal düzenin
gerçekleşmesi midir?
Bati, 500 yıl önce Doğu ile yollarını
ayırmaya başlamış ve bireyin pek bulunmadığı
korporatif düzenden, bireyi esas alan kooperatif düzene
geçiş yapmıştır.
Böylece, ‘Paralel Evrenler’
oluşmuş ve kavramlar farklı
ve hatta tamamen ters anlamlar yüklenmiştir. Nelerdir bunlar?
Sistem farklarını fark etmenin zorlu ve aydınlatıcı
yolculuğuna çıkmaya hazır mıyız?
Timur Otaran (19 Temmuz 2016)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder