Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -XVII-
Osmanlı Devleti’ne tabakalaşmasının paralelinde yapısındaki işlevsellik yönüyle, global olarak genel hatlar dikkate alınıp tarihsel özü mahiyeti ile bakıldığında devlet sisteminin temelinde üç ana kurumsal yapının varlığı gözlenir: Askeri, dini ve mesleki. Öte yandan da söz konusu bu üç kurumun fiili varlık olarak sosyal yapıdaki tabaklaşma çerçevesinde seyfiye, ilmiye ve ahilik sınıfı kadroları şeklinde bir zümreleşmeyi de oluşturdukları göze çarpar.
Seyfiye sınıfı (zümresi), teşkilat olarak başlangıçta Selçuklu’lardan geldiğinden taşra olarak addedilebilecek eski Beylikler sahasında varlığını sürdürüyorken bir Avrupa coğrafyası olarak Rumeli’deki yayılmanın sağladığı olanaklarla zamanla giderekten Hanedan odaklı olarak merkezin bir öğesi olamuştur. Gene Hanedan’a yakın bir zümre (sınıf) olarak ilmiye, teşkilatı olarak kuruluş döneminde taşradaki tarikat şeyhlerince temsil edilirken daha sonraları “payitaht” merkezindeki ulema kadrolarının bu alanın iktidar gücünü ele geçirmesi ile bu zümrece temsil edilmeye başlandığı görülmektedir.
Öte yandan iktidar gücünün sıklet noktasının merkez-çevre arasında Osmanlı tarihi boyunca gel-git hareketi yapan bir salınım sergilediğini burada yeri gelmişken özellikle belirtmeden geçmemek gerekir. Bu durumun, yani iktidar gücü sıklet özeğinin merkez-çevre arasındaki gel-git şeklindeki oynaklığı üretsel esasa yerine fetih esasına dayanan, yani altyapısal olmayıp üstyapısal toplumsal dizge temelli olan devlet yapısının bir sonucu olduğunu belirtmek doğru ve yerinde olacaktır.
Ayrıca, devlet yapısında zaman içinde ortaya çıkan kaçınılmaz bir olgunlaşma olgusu olan bürokratikleşmenin bir sonucu olarak da İmparatorluk’un son asırlarında ortaya çıkan bu süreçte bir “kalemiyye” sınıfının oluştuğu bilinmektedir. Söz konusu bu bürokratik kurumlaşmanın başlangıcı olarak da Osmanlı’da Batı tipi diplomasinin belirdiği bir dönem olan “Lale Devri”ni kabul etmek doğru olacaktır. Ancak, gerçek anlamda Batı tipi bir bürokratikleşme süreci için Tanzimat dönemini beklemek gerekmiştir diye düşünüyorum.
Merkez-çevre arasında ortaya çıkan bu yatay boyuttaki güç sıkleti noktası kaymalarının yanı sıra, yine vurgulanması gereken diğer bir benzer bir olgu daha vardır. Bu, dikotomik kutupsal bir yapılanış biçimi olan dikey boyutun en önemli temel-öğesel göstergesi olarak ahilik ve ilmiye teşkilatları arasında tarih boyunca gene karşılıklı gel-git hareketi şeklinde görülen iktidar gücü sıklet noktalarındaki kaymalardır.
Öte yandan, birey olarak insan, dolayısıyla derlemsel yapı olarak toplum formasyonuna özdeksel ve tinsel yönler sağlaması bakımından ticari (ekonomik) mahiyetteki kurumlaşmanın, dini mahiyette olandan, toplumsal değerler sağlama yönü ile Osmanlı Emperyal Sistemi’ne total olarak daha düşük düzeyli bir temsiliyet sağladığı açıkca görülmektedir. Bu iki toplumsal kurumdan ilkinin İmparatorluk’un yükseliş, diğerinin ise duraklama ve gerileme dönemlerinde özellikle güç kazandığını söylemek yerinde bir saptama olacaktır.
Bu bağlamda konuya tekraren bakıldığında, Osmanlı’nın emperyal bir düzen olarak ereğinin fetih edilmiş büyük coğrafyada ticari-emtia transaksiyonuna ve sağlıklı bir küresel iletişime fiziken erişim güvenliğinin sağlaması ve denetlemesi olduğu görülmektedir.
Bu bakımdan, varoluşunu belirtilen bu maksatla sağlayan “hegemonik bir düzen” şekli olarak Osmanlı İmparatorluğu,nüfus yoğunluğu dikkate alındığında eriştiği coğrafyadaki doğal-kıtasal sınırların genişliği yönüyle Batı’nın ve Ortadoğu’nun en son “Ortaçağ Emperyal Düzeni” örneğini oluşturduğunu söylemek olanaklıdır.
Bu nedenle “Pax Ottomana” teriminin hiç de yanıltıcı olmadığını vurgulamakta yarar var sanırım.
(Mustafa Özcan, 28 Şubat 2016)
__________________
(*) Devamı gelecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder