Başlık hakkında zorunlu bir açıklama yapmak istiyorum. KDP Bloğunda birbirini takip ederek yayımlanacak üç yazıya önce “Bilim Nereye Gidiyor?” şeklinde ortak bir başlık koymuştum. Ancak metnin kapsamının çok geniş olması nedeniyle parça parça arzının okuyana daha uygun geleceğini düşünerek üç ayrı başlık ile aktarılmasına karar verdim. “Bilim Nereye Gidiyor” ortak başlığına girerek de yazılarım akıl zaman aralıklarıyla okuyucunun ilgisine sunulacaktır.
* * *
Depremler Önceden Tahmin Edilebilir mi?
Yer kabuğu levhalarının kayışları sırasında birbiriyle sürtünmeleri nedeniyle yer altında meydana gelen elastik enerjinin boşalması sonucu yeryüzünün ani olarak hareketlenmesi şeklinde açıklanan depremleri önceden tahmin etme yönünde yürütülmekte olan araştırma çalışmaları artık yaşamsal önemini iyiden iyiye hissettiriyor. Başlangıçtan beri insanoğlunun gökyüzüne olan büyük ilgisi, görme duyusunu devre dışı bırakması nedeniyle hiç bir zaman yerin altına tam anlamıyla yönelmediğinden yerin içi ile ilgili bilgilerimiz pek fazla gelişmemiştir. Nitekim bu basit nedenden dolayı deprem ile ilgili bilgilerimiz fiziğin Kopernik ve Galile’nin gökler mekaniği aşaması düzeyinin üstüne çıkamamıştır.
Oysa, yer kabuğundaki fenomenler ve buna bağlı olarak yüzeyde ortaya çıkan depremler, topolojik ve morfolojik, mekanik ve dinamik, elektromanyetik, termodinamik, kimyasal ve ekolojik yaklaşımla omni-disipliner biçimde ele alınsaydı gezegensel olarak aynı zamanda en büyük nimet olan bu en büyük felaketin çözümlenmesi ve böylece önceden bilinmesi mümkün olabilecekti. En büyük nimet diyoruz çünkü depremler yerin canlı bir gezegen, yani dünya olması için zorunlu olan yer kabuğu hareketliliğinin pek doğal sonucudur.
Ancak depremlerin çözümlenmesinde ve tahmininde bilimde omni (tümsel) – disipliner yaklaşıma başvurulmamasından ötürü şimdiye dek yetersiz kalınmasının nedenlerine bakmak gerekiyor. Bilim, makro evrenin(*) hangi aşamalardan geçerek bugünkü halini aldığını ayrıntılı ve çok zengin biçimde, hem de birbirini tamamlayan değişik kuram ve modellerle betimlerken, mezo evrenin anakara ve okyanusları ile ilgili oluşum ve değişimini sadece bir tek kurama dayalı olarak açıklamakla yetinmektedir.
A. Wegener’in kıtaların kayma kuramı ile başlayan levha tektoniği kuramı gerçekten de yaşayan, hareketli yer kabuğunun mükemmel bir açıklamasıdır. Uydu meşeili veriler de bu kuramı tartışmasız olarak doğrulamaktadır. Ancak, kıtaların yerküre tarihinde kaç defa kaynaşıp yeniden ayrıldıkları, jeomanyetizmanın bu süreçteki etkilerinin ne olduğu gibi biraz ayrıntılı sorular sorulduğunda hala yeterli cevapların alınamadığı görülür. Oysa böyle bir bilgiye makro evrenin uzay ve astronomi araştırmalarına her yıl harcanmakta olan on milyarlarca dolar yerine mütevazi bir tutarla ulaşmak mümkün olabilir, depremler öngörülebilir, insanlar kurtarılabilirdi. Ama olmadı, olamıyor.
İnsanoğlunun öteki alanlarda gerçekleştirdiği bunca buluş, keşif, yenilik, hipotez, kuram ve yasalara rağmen bu yaşamsal disiplinde niçin hala “acz” düzeyinde olduğu hakkındaki akıl yürütmemiz, bizi burada bir paradoks, bir çelişkinin varlığının tesbitine dek getirmektedir. Ancak depremlerin tahmin edilebilirliği çalışmalarının giderek hızlandığı bir dönemde olduğumuzdan yakın bir gelecekte doğru sonuçlar alan yöntemlerin bulunacağını söylemek yerinde bir öngörüdür.
(*) Fiziksel evrenin organizasyonunda kabaca üçlü bir hiyerarşik yapının varlığı düşünülebilir: Makro evren: uzay düzeyi; mezo evren: yeryüzü şekilleri ve canlılar düzeyi; mikro evren: atomar ve elementel-partiküler düzey.
Mustafa Özcan (25 Kasım 2012)