30 Nisan 2016 Cumartesi

Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -xıx- (Mustafa Özcan, 30 Nisan 2016) (*)


Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri  -xıx- 

Tarihin yörüngesindeki önemli olayları diyalektik bakış ile karşıt tezli ve holistik olarak çok yönlü değerlendirmenin paradigmik ilkelere ulaşmak için ne denli verimli olabileceği hususunu görmek için bunu tarihi öneminin büyük olduğunu düşündüğüm örnek bir olayı ele alarak yapmak istiyorum: Nizip Savaşı

Nizip Savaşı (Muharebesi), 1839 tarihinde Nizip'te Mısır ile Osmanlı arasında meydana gelmiş kapsamı ve sonuçları geniş olmuş, ama buna karşın kendisi çok büyük olamayan bir muharebedir. Bu savaş, isyan ve bastırma şeklinde karşı karşıya gelen taraflar arasında olayın  ilk aşamasını oluşturmasa da, bir imparatorluk devleti ile ona hıdivlik olarak bağlı büyük özerk bir “devlet”  arasında olan merkez-çevre ilişkilerinin diyalektiği bağlamında çok öğreticidir. Ama her şeyden önce de merkez aleyhine bozulan ilişki dengesinin sonuçlarının nerelere kadar varabileceğini göstermesi bakımından öğreticidir. 

Nizip ovasında, Mısır hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki Mısır ordusu ile Hafız Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu arasında yaşanan savaşta Osmanlı üç saat içinde ciddi bir yenilgiye uğramıştır. Osmanlı Devleti'nin parçalanmasını o dönemde istemeyen ve savaştan altı yıl önce Rusya ile 1933’te yapılmış askeri yardım konusunu kapsayan Hünkar İskelesi Anlaşmasından hala rahatsız olan Birleşik Krallık ve Avusturya, duruma müdahale etmek için donanmalarını İbrahim Paşa’nın deniz ikmal yolunu kesmek üzere Mısır ile Suriye arasındaki bölgeye göndermiştir. Müdahale sonrasında İbrahim Paşa Mısır‘a geri dönmek zorunda kalınca Osmanlı Devleti bir bakıma dağılmanın eşiğinden geri dönmüştür. 

Bu olay 19. yüzyıl'da Devlet'in kendi eyalet valisine hükmedemeyecek kadar aciz içinde olmasını göstermesi bakımından önemli olduğu kadar amaç içeriği yönü ile de Osmanlı’nın Hiristiyan Avrupa’daki gerilemesini başlatan II. Viyana Kuşatması’nın dinsel boyutlu antitezi niteliğindedir. Çünkü Osmanlı Müslüman toprağı olan Ortadoğu’da başka bir Müslüman ülke tarafından geriletilmeye başlamıştır. Ayrıca olay, Osmanlı'nın sorunuyken uluslararası bir sorun haline gelmesi yönüyle bu tür konuların holistik karakterini göstermesi bakımından da dikkat çekicidir. 

Bu olayın başka bir yanı da, Hafız Paşa’ya savaş danışmanlığı yapmak üzere Prusya Krallığı tarafından gönderilmiş, sonraları en uzun süreli Alman Genelkurmay Başkanı ve feld mareşali olacak olan Kurmay Yüzbaşı Helmuth von Moltke ve kurmaylarının muharebede fiilen yer almış olmalarıdır. Savaş sonrası güçlükle İstanbul’a ulaşabilen Moltke’nin Saray’a verdiği raporun savaşa katılan bazı paşaların hıyanet nedeni ile idam edilmelerine yol açması da II. Mahmut’un Prusya askeri kurmayına olan güvenini göstermektedir.  

Ayrıca o sırada ölen II. Mahmut yerine geçen Abdülmecit’in savaşta Osmanlı ordusu yanında gösterdiği başarılı mücadeleden ötürü Kürt Bedirhan aşiretinin reisi ve komutanı Bedirhan Bey’e paşalık unvanı vermesi de Osmanlı tarihinde ilk olan bir şey olması yönü ile konunun öteki bir yanı olan,Türk-Kürt toplumun dayanışmasının önemini ortaya koymaktadır. 
***
Moltke, Bismarck ve Roon ile birlikte Alman İmparatorluğu’nun Prusya kökenli askeri güçlerce 1871’de kurulmasında başrolü oynayan kurucu askeri triumvirayı oluşturacak olan komutandır. 

Ancak diğerlerinden entelektüelliği yönü ile oldukça ayrıktır
Entelektüel bakımdan Moltke, müzik, şiir, sanat, arkeoloji ve tiyatro severliğinin yanı sıra bir ressam, bir yazar ve bir devlet adamı kişiliğine sahip olması nedeniyle tarihte dikkatleri üzerine çekerek öne çıkmış çok yönlü bir kişiliktir. Almanca, Danca, İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca gibi Hint-Avrupa dillerinin yanında Türkçe’yi de konuşuyor olması O’nun gerçekten evrensel niteliklere sahip olduğunu göstermektedir. 1834’te geldiği Türkiye’den 1840’taki dönüşüne kadar geçen zaman içinde başından geçen olayları topladığı, Türkçeye “Türkiye Mektupları” adı ile çevrilen anılar kitabını kafasına fes geçirerek Berlin’de halka anlatması bu kişiliğinin bir dışavurumu olmalıdır. Ama öte yandan Danimarkalılık kökenine ve geçmişine karşın bir Alman muhafazakârı olduğunu da yeri gelmişken belirtmeden geçmemek gerekir. Bu durum Moltke’nin kariyer kapsamının genişliğini ve derinliğini anlatmaktadır. Bu genişlik ve derinlik holizmi O’na olağanüstü başarılı bir askerlik ve devlet adamlığı kariyeri sağlamış olmalıdır.

Benim bu makalede diğer belirttiklerimin yanı sıra amacım konulara diyalektik ve holistik tarzdan bakılması gerektiği konusuna mümkün olduğunca vurgu yapmak olduğundan, bu tür yaklaşım şeklini veren bir örnek olarak entelektüel Moltke‘nin Osmanlı‘daki kurmaylığı sırasında ülke hakkında bütünsel yaklaşımlı saptamalarının uzun dönemli tutarlılığına ve derinliğine dikkat çekmek istiyorum.

Bu nedenle de bu bağlamda son olarak Moltke‘nin genç bir kurmay iken 1934’te Almanya’ya gönderdiği bir raporda Osmanlı’nın durumu hakkında hayret veren tutarlıktaki kehanetler gibi anlatan bu genel saptamalarından bazılarını aktarıyorum: 
“İktisadiyat, toprak mülkiyeti olmamasından ve üretim düşüklüğünden dolayı dibe vurmuştur. Yetmiş bin kişilik yeni ordu komutanları yönü ile eskidir ve koskoca imparatorluğun her yanına erişmek durumundadır. Eyalet ve sancaklar iyice bağımsızlaşmış ve Bab-ı Aliye karşı güçlenmiştir. Payitahtı korumak için gelen yüzelli bin kişilik Rus ordusunun Anadolu yakasına konuşlanmasına rıza gösterilmiştir. Bu durum ülkede çok büyük hoşnutsuzluk yaratmıştır. Osmanlı artık bir prenslikler, dukalıklar, valilikler yığınıdır. Bu hal yakında imparatorluğun sona ereceğini anlatıyor gibidir!

Mustafa Özcan (30 Nisan 2016)

(*) Devam edecektir.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder