31 Aralık 2011 Cumartesi

Sistemlerde Hiyerarşi Kavramı (Mustafa Özcan, 30 Aralık 2011)

Sistemlerde Hiyerarşi Kavramı


Karmaşık sistemler hakkındaki kavramlar içinde önem bakımından hiyerarşi kesinlikle başı çekendir. 2011 yılının bu son denemesi için hiyerarşi konusunu seçmeme bu husus neden oldu.


Bir önceki yazımda belirttiğim gibi karmaşık sistem tanımına giren üç ana kavramdan biri hiyerarşidir ve gündelik yaşamın çeşitli konularında geçmekle birlikte esasen çoğunlukla ya şirketlerin ya da askeri kurumların organizasyonel işlevleri konuşulurken kullanılmakta olan bir terimdir. Hiyerarşi kavramı askeriyedeki bağlamında, görevin üstler ve astlar ile birlikte bütünsel yürümesini sağlayan emir-komuta zinciri olgusu ifade edildiğinde zımnen de olsa belirtilmiş olur. Öte yandan, günlük dilin hiyerarşiye karşılık gelen daha genel bir terimi olan “silsile-i meratip” (mertebeler zinciri) deyiminin ise eskiler tarafından hiyerarşi hususu ile ilgili konuşmalarda epey kullanıldığı konu hakkında bilgisi olan çoğu kimsenin malumudur.


Şimdi sistemlerde hiyeraşi kavramının daha yetkinleşmiş hali, yani daha üst bir bilgi düzeyindeki soyut şekli olan ‘hiyerarşi kuramı’nın örgüt düzeyleri bağlamındaki özanlamını kavramak için aşağıdaki betimlemeye şöyle bir göz atalım:


Başta askeri ve sivil örgütler olmak üzere her tür organizasyonel yürütme işlevinin temel parçası olan komut ve talimatların örgütün en tepe düzeyinden en dip düzeyine dek ulaşmasındaki akışı sağlayan şey hiyerarşik yapı (hiyerarşi olgusu)’dır. Bu durum hiyerarşi kuramında “yukarıdan aşağıya doğru bütünleşik nedensellik” akışı diye adlandırılır. Tersi olan “aşağıdan yukarıya nedensellik” ise, organizasyonel denetim işlevinin yerine getirilmesi için örgüt düzeyleri arasındaki zincirsel iletişimdir.


Örnek olarak betimlediğimiz bu durumdaki hiyerarşi kavramına, belirlenimci (determinist) yaklaşımlı ırasallık (karakteristik) ile; başka türlü ifade edersek, komut ve talimatın hiçbir şekilde az dahi olsa esnetilmemesi gerektiği şekilindeki yaklaşımla; gene başka terimci (terminist) bir deyişle, mekanistik dünya görüşü ile bakıldığı görülmektedir.


Öte yandan, karmaşık sistemlerin doğal ve kavramsal dikotomik (bibirini tamamlayıcı ikili) kutuplar arasındaki uzama (vüsata, ekstansiyona) dağıldığı göz önüne alındığında hiyerarşi için yapılabilecek genel tanımlamaların üç temel düşünce ulamı bağlamında olabileceğini söyleyebiliriz. Bunlar mekanik ve biyotik (bunlar doğal olanın iki alanıdır) ile noetik (bilinçsel; yani idealistik, başka bir deyişle kavramsal veya matematiksel) düşünce ulamlarıdır.


Mekanik ulamda, konu askeri ve sivil örgüt örnekleri bağlamında ele alınırken görüldü ki, hiyerarşi komuta düzeyi artışını anlatmaktadır.


Sistem kavramını organizmanın temsil ettiği kabulüyle biyotik düşün ulamındaysa, hiyerarşi organizmik yapının sistemik bileşen (sindirim, solunum, dolaşım, boşaltım sistemleri gibi) düzeyleri arasındaki bağlanmışlık olarak düşünülmüştür.


Noetik ulamı temsil eden matematiksel-terminolojik ifade ile ise, hiyerarşi asimetrik (bakışımsız) ilişkilerle düzenlenmiş terimler derlemi (kolleksiyonu)’dir. Şematize etmek için örgütsel piramidik yapı göz önünde bulundurularak bu tanım irdelendiğinde, asimetrik ilişki ile dikey eksendeki etkileşimin kastedildiği anlaşılır ki, bu herhangi bir düzey için bir üst olanın daha çok yetkin, bir ast olanın ise daha az yetkin olduğu dikey eksendeki bakışımsızlık nitelemesi ile anlatılmak istenen durumdur. Nitekim yatay eksen üzerindeki ilişkilerde tam bir bakışım (simetri) bulunmaktadır; başka bir deyişle bir birimin (terimin) yatayda sağında veya solunda bulunan birimden (terimden) yetkinlik ve sorumluluk bakımından hiçbir farkı yoktur, bunlar denktirler.


Sonuç olarak, GST (genel sistem teorisi)‘nin “ana lehçesi” olan hiyerarşik kuram ‘kaotik hal’in de dahil olduğu karmaşıklığın (kompleksitenin) genel bilim haline getirilmesi çabalarının bir sonucu olarak doğmuş ve gelişmektedir. Başta, Herbert A. Simon, sosyoloji, İlya Prigogine, kimya ve Jean Piaget, psikoloji gibi üç farklı alanda sistemleri temelden ve içeriden gözlemleyip inceleyerek soyutlayıcı metateoriler oluşturmuş, ikisi Nobel ödülü iyesi bu bilim insanları olmak üzere, pek çok akademisyen ve pratisyenin kuramın geliştirilmesine katkı yaptığını tam da yeri gelmiş iken vurgulamak isterim.


Burada kısaca kavramsallığına değinerek bir parça olsun önemine dikkat çekmek istediğim hiyerarşi kuramı hakkında pek çok yapıtın yayımlanmış olduğunu belirterek sistem düşüncesininin -bana göre- doruğu olan bu konuyu eski yılla birlikte bitiriyorum.


Yeni yılda ve gelecek yazıda buluşmak dileği ile...


Mustafa Özcan (30 Aralık 2011)

27 Aralık 2011 Salı

Neden Buradayız

NEDEN BURADAYIZ

Yanıtı olmayan soru var mıdır sorusunun yanıtı, semantik olarak aynı zamanda bizim neden burada olduğumuzun da yanıtımıdır? Olmanın burada varlık bulmasının dramatik gerçekliği, doğrudan bu cevabı olanaklı kılmayacak ve hatta bu neden’i açıklamaya kısmen bile yeterli olmayacaktır.
Olgusal olarak, devinimden türeyen göreliliğin neden olduğu tüm zamanın bir diliminde ve uzayın bir yerlerinde bulunmamız ne için gerekliydi diye bir başka soru da aynı amacı güdecektir. Bu, dilbilim sayesinde anlaşılabilen bir geçmiş zaman edimselliği olsa da, şimdi’nin, her an geçmişe dönüşmesi gerçekliğinden ötürü “zaman” tarafından belirlendiğimizin kabulünü de güçleştirir. Ama bunun kabulü güç olsa da başka bir yol yoktur ve zamanın kendisi zorunlu olarak “genelde” niceliktir ve bu nicelik doğrudan doğruya niteliği belirler.
Eğer uzay/zaman bağlamının dışında bizi buraya yollayan bir neden varsa, bunun bir “ding an sich” (kendinde-şey) olması gerekir. Bu, sıradan düşünce biçiminin reddedildiği özel bir –mantıksal yönteme ait- bakış alanıdır ki, her şeyden önce bu bir derin düşünce etkinliği değildir. Ne düşüncenin derinliği ve ne de analitik/diyalektik metotlara ait uygulayımlar böyle bir kendinde-şeyi bilmek için yeterli değildirler. Kant ile somutlaşan bu saptamadan (kendinde-şey noktasında durup bekleyen) bir adım öteye gidilebileceğini düşünmek bile heyecan vericidir ama tam olarak bu noktada kilitlenen soyut-nedensellik de sanki bu darbe ile somut-nedensizliğe geçmiş gibi durur. Kendinde-şey’de takılıp kalan kişilik temelli (gündelik) zeka yapısı, anlık ile ileri yönde iletişime geçmediğinden, doğada var olduğu süre içinde böyle bir sorun ile çok fazla ilgilenmeyecektir.
Burada olmamızın, bütün evrene yayılan dolaysız bir nedeni, bu nedenin bir nesnesi ve bu nesnenin de sezgisel bir deneyimi olmalıdır. Kişi düzeyinde algılanan ve yaşanan dünya, bizim deneyimlediğimiz ve bize ait doğal bir etkinlik alanıdır ve bu alanda, kişi-yetkisi ile varlık bulan bilinç, kendi sınırını en fazla sıradan bir doğal-bilinç kapasitesi kadar koyar. İşte bu nokta, kişi düzeyinde birisi için yukarıda sözü edilen kendinde-şey kavramının hemen önünde bulunan giriş kapısıdır, Kant’ın bulunduğu yer ise, kendinde-şey’in var olduğunun saptandığı o gerçek bilgelik alanıdır.
Kişi seviyesinin üstünde bir başka seviye daha vardır ve onu sezgisel olarak algılamanın yolu şudur: Çok mutlu ve çok neşeli, çok üzgün ve çok çaresiz, çok bitkin ve çok hasta olduğunuz bir anda, bu ekstra durumların deneyiminin sadece “kişi” ye ait olduğu halde, bu hallerinizi ve sizi izleyen bir tanığın art alanda sizi takip ettiğini fark edebilirsiniz. Bu birbirinden farklı hallerin her birinde bu tanık değişmeden durur, sağlam ve sabit bu duruşun algısı için son derece yoğun bir dikkat odaklaması yapılması gerekir, buna içe bakış, bu bakış ile görülen ve hissedilen tanığa da kendinde-şey denmesi olasıdır. Bu sabit ve sağlam art alan varlığı aynı zamanda bütün evrene yayılan dolaysız nedenin de nesnesi olmalıdır.
Onunla bir olmanın mutluluğu için burada olduğumuz düşüncesi ise, henüz hoş bir varsayım.

20 Aralık 2011 Salı

Kitap önerileri (Psikolojiye Giriş)

Psikolojiye Giriş
Rod Plotnik

Psikolojideki geleneksel ve modern akımlar, sinir sistemimizin yapısı, duyular, algılama, uyku ve rüya, hipnoz ve uyuşturucu, şartlanma, bilişsel yaklaşımlar, hafıza, zeka, dil ve düşünce, motivasyon, duygular, bebeklik ve çocukluk, ergenlik ve erişkinlik, stres, akıl hastalıkları, terapi, sosyal psikoloji, istatistik teknikleri... Psikoloji bilimin en temel yapı taşlarını tanımak için ihtiyaç duyduğunuz bütün bilgiler, en güncel araştırma sonuçlarıyla beraber bu kitapta toplandı.Kitabın kapağını açar açmaz, daha önce gördüğünüz Psikoloji'ye Giriş kitaplarına hiç benzemediğini fark edeceksiniz. Metin, grafik ve dikkat çekici görsel malzemelerin düzenleniş biçimi, psikolojinin temel kavramlarının akılda kalmasını kolaylaştırıyor. Konular, en son araştırma sonuçları ve bol miktarda örneklerle destekleniyor. Bir ders kitabından çok, popüler birbilim dergisi gibi okunuyor; hatta öğrenciler vaka hikayelerini ve güncel makaleleri o kadar ilginç buluyorlar ki okumaları gereken bölümden ötesine geçip kitabı bir solukta bitiriyorlar.Daha çok "görerek öğrenen" bir kişi olduğumdan; kitaptaki resim, çizim ve grafiklerden çok faydalandım. Ayrıca konular, kolayca "sindirilebilir", nispeten küçük bölümler olarak sunulduğu için, öğrenmek eğlenceli bir deneyim haline geldi. Özet testleri ise bana, ne kadar öğrenebildiğimi gösterdi.
(Arka kapaktan)

Yazar: Rod Plotnik
Çeviren: Tamer Geniş
Editör: Seda Darcan Çiftçi
Sayfa sayısı: 712

Yayınevi: Kaknüs Yayınları

17 Aralık 2011 Cumartesi

Sistem Düşüncesine Yeni bir Yaklaşım (Mustafa Özcan, 17 Aralık 2011)

Aralığının ilk yarısı için hazırladığım bu denemede sistem hareketinde*

‘70’lerde ortaya çıkmış yapısal önemi yüksek dönüşüm niteliğinde olan bir gelişmeden

söz etmek istiyorum.

Ama, yarım yüzyıl önce, bu ve benzeri gelişmelere zemin hazırlamış, dünyayı temelinden sarsmış ‘68 Hareketi ve onun sonucu olan “sınırsız” özgürlük ortamından kaynak alan

anlıksal (entelektüel) etkinliklerin zirve yaptığı devrimsel bir döneme

yeri gelmişken dikkat çekmeden geçmenin de doğru olmayacağını düşünüyorum.

Bu kapsamda tarihin yaklaşık on-onbeş yılına denk gelen bu devrimler döneminde pek çok konuda ve yönde akım, görüş, fikir, inanç, kuram, öğreti, okul, enstitü gibi anlıksal etkinlik ve kurumlar ya belirmiş, ya serpilmiş ya da yaygınlaşarak yerleşikleşmiştir.

Sözünü ettiğim bu gelişmeler için, bilim, felsefe ve sanatın bütününe yayılmışlıklarından dolayı hemen ilk aşamada kendi bilgi alanının temsilcileri olarak gösterilebilecek olan kaos kuramı, elektrozayıf kuram (standard kuram), biyoyapısalcı kuram, psikobilişsel kuram, postmodernist öğreti ve anarşist bilim kuramını bu devrimsel nitelikteki düşünsel etkinliklere en tipik örnekler olarak vermek olanaklıdır.

İşte ’68 Hareketi sonrasının bu olağanüstü devrimsel ortamında, topluma yönelik bilim ve bilgi kümeleri için felsefi kökenli bütünselci bilgi sağılım (elisitasyon) yöntemleri olarak bilinen eleştirel ve tinbilimsel yaklaşımlar ile birlikte modern düşüncenin yöntemsel üçlü sacayağı’ından biri olan sistem düşüncesinin uygulamalarında da anlıksal değeri son derece yüksek bir dönüşüm yaşanmıştır.

Ortaya koyduğu anlam bakımınıyla yorumlanacak olursa bu dönüşüm için, bilimsel kökenden gelmesi ve toplumsal sorunlara yönelik olması nedeni ile anlıksal dünya için önemli dönüştürücü bir yenilik, hatta düşünsel bir devrimdir diyebiliriz.

1960’ların sonuna doğru, o zamana dek dizgebilgisel (sistematik) sorgulamalı incelemelerde toplumsala yönelik soyut sistemler bir tarafa bırakılmak zorundaydı. Somutlarsa geleneksel olarak “katı” (İngilizcesi: hard) diye bilinen yöntem ile incelenirdi. Oysa düşünsel dönüştürücü bir gelişme olarak sözünü ettiğimiz “yumuşak yöntem” (İngilizcesi: SSM, soft systems methodology) sayesinde toplumsala yönelik soyut sistemler de incelenebilirlik kapsamına dahil edilmişlerdir.

Geliştirilmesi hala devam eden SSM’nin tasarımına yönelik kavramsal temelleri Prof. Peter Checkland (1930-) tarafından 1960’ların sonu ile 1970’llerin başı arasındaki üç yıllık bir sürede İngiltere’nin Lancaster Üniversitesi’nde atılmıştır. Sistembilimin önceki döneminde somut sistemlere yönelik olarak yapılanıp “klasik” olmuş katı yöntemin aksine bu yöntem, sistem mühendisliği kapsamında ele alınacak soyut toplumsal olayları ve kurumsal organizasyonları incelenmede öteki yöntemin dikotomik karşıt çifti olarak tamamlayıcı tümleşim (komplementer entegrasyon) bakışıyla tasarımlanarak yapılandırılmıştır.

Olaya toplumsal temel boyutundan bakılıdığında bu yolla çok daha karmaşık sistemlerin, yani hiyerarşik, üçten çok terimli ve doğrusal olmayan; başka bir deyişle de toplumsal-düşünsel kapsamda elle tutulamayıp gözle görülemeyen sistemlerin incelenebilmesinin önü açıldığı görülür. Önceleri sadece hümaniter bilgisel kökenli düşünsel yaklaşımla gerçekletirilebilen bu tür inceleme soruşturmaları böylece doğabilimsel yaklaşımla yapılabilir hale gelmiştir.

Sonuç olarak felsefi görüngeden (perspektiften), başka deyişle, felsefi kavramları kullanan bir bakışla diyebiliriz ki artık

klasik yöntemle ontolojik sistemler, SSM yöntemi ile ise epistemolojik sistemler

kolayca incelenenebilmektedir.

Buradan hareket ile daha temel bir görüngeden (perspektiften) bakarak yapılacak bir değerlendirme ile HSM’nin (Türkçesi: Katı Sistemler Yöntemi’nin) daha çok nicel, SSM’nin (Türkçesi: Yumuşak Sistemler Yöntemi’nin) ise nitel ıra taşımakta olan dizgelere (sistemlere) yönelik olduğu söylenebilir.

Vurgulanması gereken başka bir husus daha bulunmaktadır: Sözü edildiği gibi toplumsal-yapısal sorunlar iki yüz yıldan beri tinbilimsel ve eleştirel bakış açılarından hareket ile (bulunamasa bile) incelenirken konulara mutlak çözüm odaklı bir anlayışla yaklaşılmıştır. Şimdi ise SSM ile gerçeğe daha uygun bir ele alış olarak iyileştirme odaklı yaklaşım olanağı doğmuş bulunmaktadır. Diğer bir anlatımla insanoğlunun çabalarında, insan (hüman) ve toplum bilimlerine ilaveten doğa bilimsel kökenli bir görüngeden hareket ile toplumun sorunlu durumlarına eskisi gibi sonu bir türlü gelmeyen “salt çözüm odaklılık” yerine gerçekçi sonuç alıcı hedefe yönelmiş “iyileştirme odaklılık” geçmiştir diyebiliriz.

Sonuç olarak özetle; ele alış ve irdeleme biçimleri ile SSM yönteminin, 21. yy’da, toplumsal sorunlara önceki iki yüzyılda yapıldığı gibi salt çözüm bulmak için yaklaşmak yerine hayalperestlikten uzak, çok daha gerçekçi bir anlayışla peyderpey iyileştirmeler bulmak olanağını yaratılmış olduğunu anımsatarak bu denemeyi bitiriyorum.

Gelecek seferki yazımda sistem yaklaşımı için yaşamsal önemdeki SSM yönteminin başkaca ilginç yönlerini sizlerle paylaşmayı deneyeceğim.

_______________________________________________

* Artık sistem düşüncesi toplumsal bir hareket niteliği kazanmaya doğru yönelmiş bir süreçte olduğundan bu adlandırmayı kullanmayı yeğliyorum.

Mustafa Özcan (17 Aralık 2011).

Kitap önerileri (Yöntem Üzerine Konuşmalar)

Yöntem Üzerine Konuşmalar
Rene Descartes

Yöntem Üzerine Konuşmalarda hep karmaşıktan basite inerek, gerçeği kuşatmaya yarayacak kuralları bir bir saydı. Felsefeyi, bütün İnceleme kitaplarının Latince yazıldığı bir çağda, Fransızca yazarak ve "Sağduyu dünyada en iyi bölüştürülmüş şeydir" diyerek, herkesin, anlayabileceği bir duruma indirgedi. Descartes her tür araştırmanın pratik niteliği üzerinde ısrarla durur. Ona göre en önemli bilimlerden mekanik, insanlara yardım edecek makineleri yapma sanatı; tıp, vücudu ve ruhu tedavi etme sanatı; ahlâk, mutlu yaşama sanatıdır.

Kesin olan bir şey var.
Bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek.
Şüphe etmek düşünmektir.
Düşünmekse var olmaktır.
Öyleyse var olduğum şüphesizdir.
Düşünüyorum, o halde varım.
İlk bilgim bu sağlam bilgidir.
Şimdi bütün öteki bilgileri bu bilgiden çıkarabilirim.
Tek bildiğim hiç bir şey bilmediğimdir.
Cogito Ergo Sum Je pense, done je suis.

ISBN:9786054099337
80 sh., 19 X 13 cm.
Basım MART/2009
Çevirmen:HASAN İLHAN
Orjinal Adı:DISCOURUS DE LA METHODE
Orjinal isim: Discourus de la Methode

Rene Descartes
Alter Yayıncılık /Felsefe Dizisi

14 Aralık 2011 Çarşamba

Temsil ve anlam

Temsil ve anlam
Anlam verme ya da anlamlandırma, ilk önce ham (hiç tecrübe edilmemiş) bir alanda uygulanacak bir etkinliktir ve bu duruma göre, anlam yüklenecek olan fenomenin anlık için önceden bir temsilinin var olması gerekir. Herhangi bir iz veya örüntü bu ham alanda (zeminde) topografik olarak bulunmayacağından, hafızanın böyle bir alanı doğrudan destekliyor olması zorunludur ama şimdi böyle ham bir alanda anlık tarafından hiçbirşey, üçüncü etken olarak “algı” olmadan anlamsal bir değeri oluşturamaz. Esas olarak bu üçünün (hafıza,temsil,anlık) özsel varlıklarının izdüşümlerinin (eylemsizlik süresinde) bu ham zeminin üzerine düşmesi gerekir. Hem bu zemin hem de onun üzerine düşenlerden algı ile temsil (girişim yaparak) örtüşür ve ortaya anlam çıkar ama bu eylem basit duyusal algı için bile olsa, sentezledikleri üründen bağımsız bu elemanların, artık ikinci bir eyleme kadar ayrı durmaları gerekir. Duyusal algı tarafından oluşan (hafızaya alınan) dünya dışında, bir de yaşam içindeki akıllı varlığa ait “iç” dünya var olduğundan bazı şeylerin temsiller ve anlık için gerekli hatıralar olmadan da anlam bulmasının son derece gerekli olduğu açıktır. Buna bir örnek olarak; genel düşünce sistemi, dışavurum aracı olarak salt “dil” kullanıyorsa, yani düşüncenin dışarıdaki var oluşu öznel dil ise o zaman dil de düşünceyi birebir aktarabilmelidir denir ama “kırmızı” algısı bir qualia’dır ve onu (renk körleri açısından) dil ile anlaşılır kılmak asla mümkün olmaz. Şimdi bu kırmızı örneğindeki zemin ham olmamalıdır çünkü onda gömülü bir kırmızı etkinliği vardır ve bunun için bir temsile (ve dolayısı ile hatıraya) ihtiyaç olmaz. Gerekli olan tek şey böyle bir etkinliği anlığa taşıyacak olan kırmızı rengin dalga boyu olarak dış “algı”sıdır. Öyle ise şimdi durum daha da karmaşık bir hal alacak ve duyusal olmayan anlamsal varlığın düştüğü başka bir zemin daha varsayılacaktır.Bu zemin de içsellik bağlamında temsiller ile dolu olacağından onun ham değil olumsal bir zemin niteliğinde olması gerekir.Bu iki zemin durumunda da değişmeden kalan tek şey anlık’tır, o bilmesi gerekeni algı ve temsil olmadan da bilebilme yeteneğinin “kendisi” olduğundan, onun her tür anlam etkinliğinde kullanılır olması ayrıca şaşırtıcıdır.Anlamlandırmanın teknik açıklaması (görsel algı düzeyinde bile) henüz oluşmadığından bu konuyu böyle somut/soyut bölümler arası bağıntılar ile açıklamaktan başka yol yoktur.
Erdoğan Merdemert
14 Aralık 2011

3 Aralık 2011 Cumartesi

Sistem Düşüncesinin Boyutları (Mustafa Özcan, 30 Kasım 2011)

Sistem ile ilgili yazı dizisinin Kasım ayı’nın ortasındaki ilkinde, özanlam konusunu irdeleyerek bu kavramın içlemi için başlama vuruşu yapmıştım. Şimdi ise bu ikinci denemede sistem düşüncesinde boyutlar konusunu ele alarak bir bakıma kavramın kaplamını, yani sınırlarının nerelerden geçmekte olduğunu ortaya koymak istiyorum. Kaplam da içlem gibi anlambilimsel kökenli dilbilimsel bir terimdir. Ayrıca sözcükbilimsel (leksikalojik) “kavram haritalama” işleminin kaplam kavramının doğasını en yetkin şekilde gösteren örnekselleyici bir yöntem olduğunu da burada yeri gelmiş iken belirtmek isterim. Ancak haritalamadaki bağlantıların şekil ve silsilesini anlambilimsel (semantik) görüngede (perspektifte) yazı diline aktarmak pek de olanaklı olmadığından, anlatımda genelde sadece düğümler (içlemler) hakkında bilgi verilmek yoluyla konular ele alınmaktadır. Ben de bu yolu izleyeceğim...

Önce sistem kavramının günlük dildeki uzantısal içlemi, düğümü, karşılık terimi olabilecek kavramları arayalım. Karşılık bulmak için en iyi yol sistemin özniteliklerine bakılarak yapılacak bir aramadır. Bu bizi ilk aşamada “işlevi, yönü olan bir nitelik”, yani “amaç” ve bütün” kavramlarına götürecektir. Gerçektende sistem sözcüğü yaygınlaşmadan önce pek çok insan gündelik etkinliklerinde sistem terimi yerine bu iki kavramı kullanmıştır.

Sanatsal etkinliklerde ise ürünün yani yapıtın resim mi, müzik mi yoksa yazın mı olmasına bağlı kalmaksızın “bütünlük ve amaç” olgusunun ortaklaşa karşılığı için kompozisyon terimi seçilmiştir.Hümaniter disiplinlerin bir diğeri olan felsefede sistem kavramının karşılığı arandığında terminolojinin bollaştığı hemen görülür. Nitekim yaşam felsefesi, ideoloji, dünya görüşü, hatta tüm izm’lerin hep birer sistem kavramı olarak ele alınması olanaklıdır! Çünkü hepsinin de yönü ve bütünlüğü vardır. Ama ben kendi irdelememde dünya görüşü kavramını en uygun seçim olarak görüyorum.

Sosyal bilimlerde sistem kavramının karşılığı için yapı-işlev ve organizasyon terimleri ele alınarak irdelenebilir. Yapı-işlev doğal nitelikli olan olgulara daha yakın bir kavram iken, organizasyon daha çok yapay bir ırayı çağrıştırmaktadır. Bu içlemsel farklılıklar terimlerin dilbilimsel-pragmatik açıdan kullanım alanlarını da belirler: Şöyle ki; sosyal bilimlerde doğal alan bilgilerini inceleyen disiplin olan antropoloji yapı-işlev kavramına daha çok başvurur iken, yönetimbilim ve sosyoloji disiplinlri için organizasyon sözcüğü bu alanlarda sistem kavramının tam karşılığı olan bir terimdir.

Daha sağın bilimlere doğru giderek irdelemeyi sürdürürecek olursak doğa bilimlerini temsilen biyoloji bilim dalında organizma sözcüğü sistem kavramını karşılayan en yakın terim olduğunu görürüz. Fizik, kimya, jeoloji ve ekolojide ise sistem kavramı için terimin kendisi kullanılmaktadır.

Son olarak da bilimlerin kraliçesi matematiğe bakalım. Sistem kavramı için burada en uygun terim ya terimin kendisi ya da işlev sözcüğüdür. Elbetteki tüm bu bilgi kuramsal alanlardaki sistem kavramı karşılıkları söz konusu bilgi alanının niteliğini yansıtmakta olduğundan terimler içlemleri itbariyle birbirleriyle tam olarak örtüşmezler. Ancak öte yandan bunlar yopluca sistem kuramındaki sistem kavramı teriminin somut kaplam ve soyut içlemini oluşturan kaynaklar olarak ayrı bir disiplinin, sistem biliminin doğuşunun da etmenleridirler.

Ekim’deki denemelerle sistem kavramınının anlaşılırlığına bu doğrultudaki üslup ile elimden geldiğince katkıda bulunmayı sürdüreceğim.

Mustafa Özcan (30 Kasım 2011)

29 Kasım 2011 Salı

neuroscience

Neuronal System ve özbilinç

Neuron bilimine ilgi duyduğumdan bu yana hayata ve dünyaya bakışım değişti, bu boşuna söylenmiş bir şey değil, bunu yapmadan böyle bir şeyi anlamanın başka bir yolu da yok. Kafamın içinde olan biteni bilmek benim için çok önemli, bunu yapan gri renkli yumuşak soğuk kitleyi tanımak da öyle, ama asıl önemli olan bunun hem kapalı hem de açık bir sistem olması. İsmi sistem olarak verili hiç birşey böyle tam anlamındaki doğal bir dizgeyi ifade etmiyor. Yukarıdaki sistemin modülleri, garip bir biçimde bu sistemin bütünselliğini tamamlamaya değil ama doğrusal olarak yanlızca kendi görevlerini yapmaya eğilimli. Bu durumda bu modüllerin kendi alanlarına tam olarak hakim olmaları gerekir ama o zaman da gerçek anlamda bir bütünsellik oluşmayacaktır. Modüllerin bu ilgisiz bağımsızlığı saltık olarak mümkün olmadığından ne kendi alanlarını ne de bütünselliği ifade edebilirler. Bu sofistike bir yaklaşım değildir, yanlızca böyle bir sistemin bu şekilde bir özelliği vardır. Bütünsellik modüllerin toplamını kapsar ama modüllerin toplamı bütünselliği oluşturmaz.Şimdi hemen buradaki etkenin (katalizör) sinerji olduğu akla gelecektir ama bu da eksik olur.Eksik olan şey ancak yansıyan bir şey olabilir ki bu da sadece yansıtanda varlık bulabilir, işte bu varoluş’tur ama bu varoluş, varoluşçuların fırlatılmış zavallı varlığı değil gerçek yansıyan “özbilinçtir”.

Doğada varlık bulan kimyasal beyin varlığı ise doğal bilinç alanında aşağıdaki özellikleri taşır:
A-Bir yapı sistemi olarak:
1-Bu yapı, kendi üzerine katlanmış çok sayıda yöntem tabakalarından oluşmuş ve en içte bir badem çekirdeği var.
2-Böyle bir oluşumun ilk önce kararlı olduğu varsayılsa da ona her yönden bakıldığında o kadar da kararlı ve stabil olmadığı açıkça anlaşılıyor.
3-Onun karmaşık yapısının kimyasal, biyolojik ve anatomik entegrasyon’ları onun kapasitesi ile ölçekli değil.
4-Böyle bir sistemin yanlışlanabilir olması akıl/mantık boyutlu uygulamalar alanına girmiyor.
5-Varlığını sinerji ile tamamlayan bu sistemin bütünlüğü, yapısöküm yönteminin bilimsel uygulama ve araştırma alanına uygunluk göstermiyor.

B-Psikolojik bir süreç olarak:
1-Hep distorsiyona meyilli, oldukça hassas dengede bir duruş hali var.Bundan dolayı zihinsel aktivitesi doğallığını değil ama çoğu zaman tehlikeli soyutlamalar şeklindeki faaliyetlerini temsil ediyor.
2-Tarihin ve geleceğin hiçbir döneminde ütopya (Thomas More) için uygun olmadı ve olmayacak.
3-“ben” ağırlıklı yapısının “ağırlık” etkisi ile bozulmuş olan dengesinin düzeltilmesi temel mantık şartı olarak hiçbir zaman kabul edilmeyecek.
4-Bu sisteme yüklenen psikolojik arızalar, onun geri besleme mekanizmasını ilaç ve terapi ile bulanıklaştırırarak tedavi edilemeyecek.
5-Gerçekte böyle bir sistemde ruh çatkısı, yanlızca canlılık anlamında olgusal bir örüntü olarak bulunuyor.
6-Sistemin bir kimyasal dengesi ve bir de mantık doğrultmacı var, bunların birbirlerine geçişleri ruhsallık anlamındaki çelişki olarak koyuluyor.

Erdoğan Merdemert

29 kasım 2011

28 Kasım 2011 Pazartesi

WITTGENSTEIN HAKKINDA (Oktay Zor , 27 Kasım 2011)

Değerli arkadaşlarım, yeni okumuş olduğum “90 dakikada Wittgenstein” adlı kitap hakkındaki görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bu kitap Gendaş yayınlarının “90 dakikada” serisinden yayınlanmış. Kitabın yazarı Paul Strather bir İskoç. Dublin Trinity College'de felsefe eğitimi görmüş, yaşamıyla ilginç bir kişilik.

Kitabın güzel bir dili var. Okumayı kolaylaştıran espri anlayışı çok güzel. Kitap Wittgenstein'ın kişiliği hakkında doğru analizler yapmasına rağmen, felsefi değerlendirme açısından aynı şeyi söylemek zor.

Yazar, Wittgenstein'in amacının felsefeyi sona erdirmek olduğunu vurguluyor. Wittgenstein'in bu iddiası onun felsefenin özünü tam olarak kavrayamadığını gösterir.

Felsefenin ele aldığı ontoloji, epistemoloji, estetik, etik kapsamındaki sorular başka hiçbir bilim dalı tarafından yanıtlanamaz. Felsefenin bu alanlardaki sorulara verdiği yanıtlar tarihsel olarak farklı düzeylerde gerçekleşmiştir. Ve bu cevapların düzeyi bilimlerin gelişmesi sonucu bulunan bilimsel bulgularla doğrudan bağlantılıdır, ayrıca felsefenin düzeyinin derinliğini de bilimsel bilginin derinliği tayin eder. (Bu arada bilim-felsefe ilişkisi tabi ki karmaşık diyalektik bir süreçtir, basite indirgenmemelidir).

Felsefenin sona erdiğini söylemek bilimin sona erdiğini söylemekle eş anlamlıdır. Yani ezeli ve ebedi bir hakikat yumurtlamakla felsefenin bir ilgisi yoktur.

Kitapta yazarın Wittgenstein'ın “Tractus Logico - Philosophicus” isimli eserinden bazı temel önermeleri aktardığını görüyoruz.

“1. Dünya, olduğu gibi olan her şeydir”

Bu önerme üzerinde biraz durmak istiyorum, çünkü onun felsefesinin temel yanlarından birini ifade ediyor.

Felsefe tarihinde önemli birçok filozof; dünyada hiçbir şeyin olduğu gibi kalmadığını, şeylerin sürekli bir oluş ve değişim içinde süregeldiklerini vurguladılar. Dünyanın, sonra tüm evrenin kavranmasının bu yüksek düzeyi, Wittgenstein doğmadan önce açık ve seçik olarak ortaya konmuştur. Böylesine popüler olan bir filozofun yeni düzeyi anlamamış olması şaşırtıcıdır, veya popüleritesi şaşırtıcıdır.

Suriye ile üç ay önceki ilişkilerimizin durumu bugün aynı mı? Gezegenimizin kutupsal manyetik ekseni kaymaya devam ediyor. İklim ürkütücü bir biçimde değişime uğruyor. Bilimsel bilgimizin en sağlam savlarından “en hızlı parçacık, fotondur” hapı yutmuş görünüyor. Örnekler her alandan çoğaltılabilir, fakat birinci önermenin sığlığını göstermek açısından yeterli olduğunu sanıyorum.

Tractatus’tan yazarın aktardığı bir diğer önerme;

“1.1 Dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil “

Bu önerme bilimsel yaklaşıma aykırıdır. Yakın zamanda geçirdiğimiz Van depremi bir olgudur. Wittgestein’ın önermesini esas alırsak; deprem olgusunu meydana getiren kıtasal tabakaları ve bunların hareketini dikkate almaya gerek kalmıyor.

Çünkü, filozofun önerisi dünyayı olguların toplamından ibaret gördüğü için, şeylere yer kalmıyor. Bu önermeyi temel alırsak, olguların nedenlerini nerede arayacağız? Türkiye’de yakın tarihte meydana gelen Gölcük depremi bunun enteresan örnekleriyle doludur. Ahlaki zayıflıklarından dolayı tanrı insanları cezalandırmak için deprem felaketini göndermiştir. Bu ifade elbette bilimden azıcık nasiplenmiş hiç kimse tarafından kabul görmeyecektir. Saçma olan bu ifade, özü itibarıyla yukarıdaki önermeyle aynıdır.

Paul Strathern “Tractatus’ta üstü kapalı mistizmin etkin havası vardır “ diye yazıyor.

Yine yazar aktarıyor; ”Viyana çevresi üyeleri (içlerinde Schlick, Carnap gibi tanınmış felsefeciler vardı) Wittgestein’la karşılaştıklarında, onun ruhani bir kişilik olduğunu görünce şaşırmışlardı”.

Bana göre o felsefesiyle gayet uyumlu davranmaktaır. Zaman zaman uygulamaya koyduğu, insanlardan uzak münzevi yaşam denemeleri yanında, manastıra girmek için başvurmuş, papazı beğenmediği için bir süre bahçesinde çalışmakla yetinmiştir.

Aşağıda ele alacağımız başka bir önermesi, onun hangi felsefe anlayışına yakın olduğunu net olarak göstermektedir.

“1.13 Mantıksal uzam içindeki olgular, dünyadır”

Bu önerme, nesnel gerçekliğin (dar anlamda, dünya) düşünceye ait olduğu, onun tarafından yaratıldığı, mantıksal uzamda (ki o da zihin alanına aittir) içerildiğini söylemek, yalnızca Wittgestein'a özgü bir kabul değildir. Bu felsefi yaklaşımın, yani öznel idealizm anlayışının en önemli temsilcisi, İngiliz filozof George Berkeley’dir (1685-1753). Berkeley, Yale, Harward gibi önemli Amerikan üniversitelerinde çalışmıştır. Viyana çevresi felsefecilerinin Amerika’da gördükleri hüsnü kabule bakılırsa, bu ülkedeki etkisi hala devam etmektedir.

Öznel idealizmin, bireyin konumu açısından karşılığı tekbenciliktir. Pratikte uygulanması imkanı olmayan bu anlayış, Wittgestein'ı çevresiyle uyumsuz yapmıştır. Bu uyumsuzluğuna rağmen, babasının servetini kullanarak (edebiyat ve sanat çevrelerini mali olarak desteklemek) popülaritesini arttırmıştır. Resmi kurumda hocalık da yapan filozof, resmi kurumlar tarafından da desteklenmiştir.

Batının hala tüm olanaklarıyla (medya dahil olmak üzere) neden bu irrasyonel felsefeyi desteklediği ise ayrı bir çalışmayı gerektirmektedir.

Hayatın “Entellektüel bir problem ve ahlaki bir görev” ! olduğunu söyleyen filozofla tanışmak için Paul Strathern zevkle okunabilir bir kitap yazmış.

Oktay Zor (27 Kasım 2011)

24 Kasım 2011 Perşembe

Kitap önerileri (Hermeneutik ve Tin Bilimleri)

Hermeneutik ve Tin Bilimleri


İnsani olan hiçbir şey yaşamın dışında değil.

"Ben çağdaş bilimsel düşüncenin her bir öğesini insani varoluşun bütünlüğüne bağlıyorum."

Modern zamanların başlamasıyla birlikte "bilim" kavramının doğa bilimleri modeline göre anlaşılması, bilim olmanın temel ölçütünün de bu modele göre belirlenmesini beraberinde getirmişti. Böylelikle toplumu ve tarihi konu alan (ve yaygın olarak sosyal bilimler diye anılan) bilim olma iddiasındaki bütün girişimler de bu ölçüte uymak durumundaydılar. Ancak, Wilhelm Dilthey, Almanya'da kendisinden önce zaten güçlü bir geleneğe sahip olan tarihçilikten de yararlanarak tin bilimleri diye adlandırılan bilim grubunun, konusu kadar yönteminin de doğa bilimlerinden farklı olduğuna dikkat çekti. Dilthey'ın bu bağlamda yazdığı dört yazıyı bir araya getiren Hermeneutik ve Tin Bilimleri insani olan hiçbir şeyin yaşama dünyasının dışında olamayacağının da çarpıcı bir ifadesi.

(Arka kapak)

Yazar:Wilhelm Dilthey
Çevirmen:Doğan Özlem

Sayfa Sayısı: 145
Dili: Türkçe
Yayınevi: Notos

16 Kasım 2011 Çarşamba

Sistem Düşüncesi’nin Özanlamı Hakkında (Mustafa Özcan, 16 Kasım 2011)

Kasım Ayı deneme yazımı öncekilerden farklı olarak ayın sonu yerine erkenden daha ayın ortasında yazmaya karar verdim. Nedeni ise denemelerimi bazen ayda ikiye çıkarma gereği üzerinde karar vermiş olmamdır. Bakalım bu yeni yaklaşım izleyenler üstünde beklediğim olumlu sonuçları doğurabilecek mi?

Gelelim bu ayki denemeye...

Dizgeleri (sistemleri), en genel anlamıyla (yani derin bir soyutlukla ele alarak), somut dünyanın şeyler şeklinde bütünsel neliğiyle algıladığımız varlıklarının özellik ve ilişkilerinin anlığımıza (zihin, İng.: intellect) eşevresel (İng.:coherent) biçimde yansımış olan ussal-düşünsel ‘örüntüleri(İng.:pattern) olarak tanımlayabiliriz.

(Yeri gelmiş iken, bu tanımda da ötekiler gibi en genel olma amaçlandığı halde gene de tanımların tanımı gereği olarak eksik olma özelliğinin var olduğunu vurgulamakta yarar vardır diyorum!)

Öte yandan düşünce sözcüğünün bir tanıma gereksinim duymayacak den de yaygın bir anlam taşımakta olduğunun kabulü ile irdelemeyi sürdürelim: Şimdi “dizge” (sistem) ve “düşünce” sözcüklerinin tek tek anlamları hakkında açık ve seçik düzeyde bilgili olduğumuz şeklindeki durumdan hareket ettiğimizde iki sözcüğün bize özellikle bir arada kullanımı halinde hiç de yeni ortak anlama yönelik bir şeyi ifade etmediğine hayretle tanık olmaktayız.

Ancak seziyoruz ki bu yanyana geliş özünde örtülü olarak yepyeni bir anlamın doğuşunu barındırmaktadır. İşte bu ortaklıktan doğan yeni anlam iki sözcüğün tek tek anlamlarının toplamından daha fazlası olan, yani durumun sinerjik bir ırası (karakteri) olarak ortaya çıkan özanlamdır.

Sinerjik bir süreç ile oluşan bütüne yönelik bu fazladan anlamın özünü irdelemek bu ayki denememizdeki amacımızdır.

Bütün ile parçaları arasındaki ilişkiler hakkında tarih boyunca yapılan çeşitli irdelemelerde sürekli olarak dile getirilen bu durum daha önce de belirttiğim gibi ilk kez Aristo tarafından veciz bir biçimde bütün parçalarından fazladır şeklindeki ifadeyle anlaşılırlık yönüyle “tereddüte mahal” bırakmayacak şekilde vurgulanmıştır.

İşte bu ifade ayni zamanda sistem düşüncesinin tanımıyla verilmek istenenin özanlamın en kısa yollu bir açıklamasıdır. Başka bir deyişle, sistem düşüncesi bütünün parçalardan daha fazla olması ile ortaya çıkan bir öte (meta) özelliği anlatan kavramdır. Her kavram gibi başka en az iki kavramın biraraya gelişiyle ortaya çıkan yepyeni bir anlamı ve böylece de öğelerinden fazlasını anlatarak bütünü temsil etmektedir.

Eytişimsel düşüncenin de temeli olan bu ussal “mekanizma” insani, felsefi, bilimsel, sanatsal ve diğer benzeri anlılıksal süreçlerin tamamına egemen olan en özdeki düşünsel özelliğimizdir diyebiliriz.

Bir sonraki denememde dizge düşüncesinin öteki bir boyutunu ele alarak KDP-CST’nda ayrıntısıyla işlemeye başladığımız bu konuyu irdeleme işini sürdüreceğim.

Mustafa Özcan (16 Kasım 2011)

Kitap önerileri (Sayı: Bilimin Dili)

Sayı: Bilimin Dili
Yazar: Tobias Dantzig

Özgün adı: Number: The Language of Science

Çeviri: Barış Cezar
Yayına Hazırlayan: Özde Duygu Gürkan
Kapak Tasarımı: Emine Bora

İlk Basım: Kasım 2011

Sayı kavramı tarih boyunca nasıl bir gelişim izledi? Einstein'ın “sayının evrimi üzerine okuduğum en ilginç kitap" diye nitelediği bu klasikleşmiş eserinde matematikçi Tobias Dantzig, bu sorudan yola çıkarak sayıyı mercek altına yatırıyor.
"Mevcut okul müfredatları matematiği kültürel içeriğinden ayırıp sadece teknik detaylardan meydana gelen bir iskelet olarak bırakarak pek çok iyi beyni kaçırmıştır. Bu kitabın amacı bu kültürel içeriği tekrar kazandırmak ve sayının evrimini gerçekten olduğu gibi derin bir insani öykü olarak sunmaktır," diyen Dantzig, matematik tarihini emin adımlarla ilerleyen bir süreç olarak değil, rastlantıların ve sezginin büyük rol oynadığı bir süreç olarak canlandırıyor.

Üzerinde nadiren durduğumuz sıfır kavramının icadı, sayıların mistik anlamları ve onlara atfedilen gizem, sayı ibadeti, ilginç paradokslar, matematikçileri asırlardır düşündüren problemler ve daha birçok konu, Dantzig'in anlattığı ilginç öykünün birbirine bağlı halkalarını oluşturuyor. Bu kitabı okurken görüyoruz ki, yaşadığımız gerçekliğin dokusuna bu kadar derinlemesine işlemiş olan sayı kavramını daha yakından tanımak, bize kendi düşünce yapımız hakkında da önemli ipuçları veriyor.

10 Kasım 2011 Perşembe

Neuroscience

Integrated Human Brain essay

Yapısalcı felsefe, yapıların algılanması ve tasvir edilmesiyle ilişkili olan dünya ile ilgili bir düşünüş şeklidir. Yapısalcılar her hangi bir durumda ortaya çıkan her öğeye ait unsurun kendiliğinden bir anlamı olmadığını, bu öğelerin ancak diğer unsurlarla birleştirildiğinde bir anlam ifade edeceğini ileri sürerler.Herhangi bir varlığa ait bütüncül anlam, söz konusu varlığın biçimini oluşturan parçaların yapısıyla karşılıklı etkileşime sokulmadıkça algılanamadığına,onların belirli yapılardan oluştuğuna,özlerden veya doğallıklardan meydana gelmediğine inanırlar. Kısaca özetlenirse,önemli olan organizasyon sistemidir derler.

Bütüncül bakış açısından beynin yapısı, yapısalcıların dediği gibi herhangi bir varlığa ait bütüncül anlamını kendi parçalarının karşılıklı etkileşiminden aldığı gibi alır ama buradaki fark, aksine onun özlerden ve doğallıktan geldiğidir.Doğallığı oluşumunu, özü ise temel yapılarını önceler.
Yine yukarıda ifade edildiği gibi beynin işleyişinde de her öğeye ait unsurun kendiliğinden bir anlamı yoktur ve bu öğelerin diğer unsurlar ile birleşmesi gerekir. Örnek olarak genel sistemler çokluğunun en önemlilerinden bir tanesi algılama, bir diğeri de anlamlandırma sistemidir ve bunun gibi daha bir çoğu sanki kendi bünyesinde bir disiplin temasında var olur.Bu disiplinler arasında öyle bir bağ vardır ki, o da kendi başına ayrı bir sistemi daha var eder. Bu bağ sayesinde tüm sistemler hem doğrudan iç içe ve hem de çaprazlama oluşmuş bir iletişimin edimselliğini koyarlar.Böylece tüm bu dizgesel yapı kendi üzerine kapanmış öyle bir saçılmazlık yumağı oluşturur ki metodolojik yoldan açılımı için bile bir referans noktası bırakmaz.Beyin yapısının yanlızca kafatası içinde kalan kısmında çok fazla aksonal lif ve bağlantı şeridi vardır.Sadece merkez bölge (mesencepholon) açısından bakıldığında bile o kadar çaresiz kalınır ki onu ağsı yapı diye adlandırmaktan başka yapacak bir şey bulunmaz.Bilim, ağsı yapı diyerek kurtulsa da iç yapısı hakkında fikir sahibi olmak zordur.Daha da ilginç olanı bu yoğun çizgisel lif yumağının ve ağ yapısının içinde rastgele neuron gövdelerine (soma) rastlanır, bu ürkütücü bir şeydir,onların oralarda niçin bulunduğu bilinmez ve bu da fizyolojik yapı olgusallığını kırar,çareleri tüketir.Bütün bunlardan sonra başka bir yol bulunamadığından zihinsel aktivite üreten yapılar (duygu,düşünce,sezgi,öz-bilinç) ve motor/duyusal aktivite (denge,hareket,temas,dış-dünya algısı) yapıları bu aygıtın içinde yapısal olarak birbirine girmiş halde kabul edilirler.

Homo sapiens’in yüzbin yıllık geçmişinde evrimin orantısız olgusallığı sayesinde sadece son dörtyüz yıl içinde öyle bir beyin gelişmesi görülmüştür ki bu sıçramanın teknik açıklaması olanaksızdır.Evrim için üç veya beşyüz yıllık evreler o kadar küçük değerlerdir ki onlardan söz etmek bile doğru olmaz ama beynin süper gelişiminin tarihi sadece bu kadardır. İşte düşünmenin bu aygıtı, bilinç ışığının yansıdığı bu ayna, inancı ve bilimi bir arada tutarak evreni ve sonsuzluğu kavrayacak böyle ilkel bir yapıdır,sap halindeki ilksel oluşumu korteks ile taçlanmış,homo sapiens’in omuzlarının üzerinde kapasitesini sonsuza açmıştır.

Var olmak varlık olmak demektir,varlık olmak var olanların değerlendirilmesinden gelir, varoluşa çıkmış olan beyin, pozitivistik anlamda dünyayı duyusal algılardan değerlendirir. Salt duyusal algının somut olarak önce algılanıp kayıt edilmesi sonra anlamlandırılması daha sonra da yorumlanması gerekir.Bu iş için de beynin temsiller üretmesi ve metafor yapması zorunludur, bundan dolayı da onun bu konuda işleyen bir “kendindenliğe” (noumenon) ihtiyacı vardır.Eğer dünya salt duyusal algı formunda kendini var ediyorsa salt özneldir,ama öznellik dünya değildir, dünya çok daha fazlasıdır, integrated human brain de öyle.

Erdoğan Merdemert
10.11.2011

Kitap önerileri (Yitik Paradigma : İnsan Doğası)

Yitik Paradigma : İnsan Doğası
Yazar: Edgar Morin,
Aralık 2010, İş Bankası Yayınları. ISBN 978-605-360-093-0 "Le Paradigme Perdui La Nature Humaine".

"İlk baskısı 1973 yılında yayımlanan bu çalışma, antropoloji, biyoloji, sosyoloji, kültür tarihi gibi çok farklı disiplinler arasında dolaşarak "insan-hayvan ve doğa-kültür zıtlığı" paradigmalarını altüst etmiş bir kült kitap olma özelliğini hâlâ koruyor.

Çalışmalarında, farklı akademik disiplinlerin sentezini yapan Edgar Morin ‘Yitik Paradigma’da, insanlaşmanın, tinsel, genetik, ekolojik, beyinsel, toplumsal ve kültürel unsurların sonucunda gerçekleştiğini savunuyor. Yazar, buradan hareketle, insan-hayvan ve doğa-kültür gibi zıtlıkların yersiz olduğunu; biyolojik ve kültürel evrimin, insanlaşma sürecinin birbirinin içinden geçen iki boyutu olduğunu belirtiyor. İlk olarak 1973’te yayımlanan kitabını, “başlangıç noktasına bir geri dönüş” olarak tanımlayan Morin, insani-toplumsal oluşumun kendine has dinamiklerini araştırıyor.

Doğa ile kültürü birbirinden ayırmaktan artık vazgeçmek gerektiğini, kültürün anahtarının bizim doğamızda, doğamızın anahtarının da kültürde bulunduğunu söyleyen Morin'e göre, kültürel evrim, bütünsel insanlaşma olgusunun karşılıklı ilişki içinde olan ve birbiri içinden geçen iki boyutudur.

Yitik Paradigma: İnsan Doğası, terimin en geniş anlamıyla insan, toplum ve doğa üzerine düşünmek isteyenler için çok önemli bir başvuru ve esin kaynağı olmaya devam ediyor".

1 Kasım 2011 Salı

HAK nedir, ne değildir! (Mustafa Özcan, Ekim 2011)

Eylül ayı denememde Ekimde HAK konusunu ele alacağımı belirtmiş idim. Son derece netameli olan bu konunun ele alınışının önemli zorluklarla dolu olacağı ırasından (karakterinden) önce adından belliydi: HAK. Kısaltmanın açınımı Herşeyi Anlayan (veya Açıklayan) Kuram’dır. Ama çağrıştırdığı şey nedeniyle açık ifadeden daha fazla olarak kısaltması kulakta çarpıcı bir izlenim bırakıyor.



Anlıksalcılığını (entelektüelliğini) kuantum kuramına dek genişletmiş olanlar, HŞK (Her Şeyin Kuramı) kısaltmasının İngilizcede çok sık geçen ToE (Theory of Everything)‘nin Türkçedeki karşılığı olacağını tahmin eder sanırım.



Ortadakinin küçük, yanlardakilerin büyük yazıldığı bu İngilizce üç harf, doğa bilimlerinin özündeki soyut sınırıları belirlemeye yönelik olarak dört temel etkileşim alanının tümleştirmesini (entegre edilmesini) matematik yoluyla yapmayı amaçlayan ve pek çok yazarca “ereksel (teleolojik) zirve yasası” neliğiyle (mahiyetiyle) benimsenmiş olan kuramsal (teorik) fizik disiplin nosyonunun bir kısaltmasıdır.



Her büyük işte (süreçte) olduğu gibi burada da temel olarak eytişimsel (diyalektik) kutupsallıkların çelişmesinden ortaya çıkan bir bireşime (senteze) doğru ilerleyen yaklaşım ile sonuca ulaşma çabası söz konusudur: Bir yanda tanecik ırası gösteren yapı olarak parçacıklar, öbür yanda dalga büyüklüğü olarak etkileşim alanları. Ancak bilindiği gibi -CERN’deki Higgs bozonu arayışında görüldüğü üzere- bu kuramsal tümleştirme çabalarının deneysel olarak doğrulanması çalışmaları pek de istenen sonuçları verememektedir.



Şimdi bu anlatılanlardan anlaşılan şu ki, fizik biliminde bu zorluklar varken daha karmaşık olan insan bilimlerinde “Herşeyi Anlayan Kuram” tarzındaki kuramsal çalışmalar bilim insanlarına pek de cazip gelmeyeceği gibi itici de olabilir! Başka bir deyişle, akademisyenlerin bu konulardan uzak durmasını beklemek hiç de yanlış olmaz.



Ama gelin görün ki doğa bilimsel kültürde Maxwell’in elektrik ve manyetik kuvvet alanlarını birleştiren matematiksel çalışmasının başlangıç olduğu kabulü ile yapılan karşılaştırmada insan bilimlerindeki çalışmalar doğa bilimlerine inat ona koşut olarak yürümüş ve de yürümektedir. Maxwell’in denklemlerini geliştirdiği dönemlerde Dilthey’in kurduğu Alman Tin Bilimleri Okulu’ndaki çalışmalarda da bu türden tümleşik bir kuramsallaştırma hedeflemişti. Ancak doğa bilimsel kültürdeki açıklamaya ve öngörmeye yönelik kuramsal hedefler yerine Tin Bilimleri Okul’undaki çalışmalarda, toplum ve davranış bilimleri için anlamayı amaçlayan bir sınırlama ile yola çıkılarak insan bilimleri kültürünün karmaşık yapısının yaratacağı zorluklardan biraz olsun kaçınılmak istenmişti.



HAK konusu işte bu kapsamda insan bilimlerine yönelik soyut-bütünsel bir kurgulama düzeneği olarak tasarlanmış bir araçtır. Başka bir deyişle HAK insan bilimlerine üst kuram (meta teori) olarak düşünülmüş bir arayışın adıdır.



Bu amaç ve kapsam ile geçmiş dönemde KDP-CST’nda dört aylık bir çalışma programı uygulamaya sokuldu.



Bu doğrultuda HAK’ın neliğinin ortaya konulmasına yönelik olarak önce olası temellendirici konular dizgesel bir yaklaşımla tarih, toplum ve öznellik gibi insan bilimlerinin ulamsal boyutları ekseninde ele alınarak irdelendi.



Sonuç olarak konunun işlendiği trimestrinin sonlarında HAK kavramının temel yönlerini oluşturan konular birbirleriyle tümleşecek şekilde bağlantılandırılarak HAK’ın dörde dört kafesi (gridi) olarak düşünülen kuramsal-mantıksal matris çerçevesi’nin geliştirilmesi sağlanmıştır.



Söz konusu kuramsal-mantıksal çerçeve’nin yatay mantıksal ekseninde şeylerin uzay-zamandan arınmış (ne zaman ve nerede sorularının anlamlı olmadığı durumlar anlamında) durumlarını sorgulayan belirlenimci (deterministik) mantık soruları olan ne, neden, niçin (nedenin nedeni olarak) ve nasıl soruları sağdan sola doğru yer almaktadır. Yöntemi temel alan dikey kuramsal eksende ise insan bilimlerinin dört ulamsal alanı saltıktan göreceliye doğru yukarıdan aşağıya sıralanmıştır: Formel disiplinler (lojistik (sembolik) disiplinler), yapısalcı (strüktüralist) disiplinler, eleştirel (kritik) yaklaşımlar ve yorumsamacı (hermönetik) yaklaşımlar.



HAK ile ilgili olarak KDP-CST’nda gerçekleşen dört aylık çalışmanın sonuçlarının özeti kısaca budur.

Gelecek aydan itibaren denemelerimi CST’na koşut olarak orada işlenmeye başlanan sistem düşüncesi ile ilgili yazılarla sürdürmek niyetindeyim. Bu konuyla ilgili seride üç yazı olacağını tahmin ediyorum. Ancak HAK hakkındaki olası soruları da memnuniyetle cevaplamaya hazır olduğumu yeri gelmişken belirtmek isterim.

Mustafa Özcan / Ekim 2011

26 Ekim 2011 Çarşamba

Ventral Tegmentum Area

Ventral Tegmentum Area

Bu beyin bölgesi mesencephalon’da yani beynin tam ortasında, türdeş olmayan çekirdek yapılarından oluşmuş ve bu yüzden de nuclei olarak değil de area olarak adlandırılmış. Hemen altında hyppocampus (kısa süreli hafıza bölgesi) var ve çevresi de substantia nigra (dopamin üreten bölge) ile çevrili. Yakınındaki bölgeler ile sınırları tespit edilemediğinden yerini tam olarak belirlemek pek kolay değil. Yapısı şimdilik bilinen 4 çeşit hücre gurubundan oluşmuş olup bunlardan PN ve PBP olarak bilinen iki gurup diğer iki bölgeye göre daha zengin dopaminergic üreten hücrelerden oluşmuştur. İşlevleri arasında motivasyon, ilaç alışkanlığı, keyif, dikkat çekme, aşırı mutluluk, motor fonksiyonlarının ince ayarı, dürtü, saplantı, biliş, ödül, aşk ile ilgili yoğun duygular ve psikiyatrik hastalıklar önemlidir. Bu bölge neuronlarını beynin her yerine ama özellikle prefrontal cortex’e ve caudal beyin sapına projekte eder. Amygdala’dan emotion çıkışları alarak korku durumları için savunma oluşturur. Ventral Tegmentum Area (VTA) aynı zamanda büyük bir GABAergic network’dür ve iç bağlantılar gap junction denilen elektriksel sinapslar ile gerçekleşir. Bu ise kimyasal sinaps bağlantılarından çok daha hızlı ve verimlidir. Çok yoğun işlemler sırasında VTA daki yaklaşık 450.000 neuron kendi içlerinde birbirleri ile ancak elektrikli sinapslar ile hızlı bir şekilde bağlantı kurabilirler. GABAergic neuronlar inhibitor’dur yani baskılayan tip nöronlardır, görevleri diğer VTA bölgelerinin ve substantia nigra’nın serbestçe dopamin gönderdiği bölgeleri (prefrontal cortex, nucleus accumbens, locus coeruleus) baskılayarak denge altına almaktır. Uyuşturucu ilaçlar, dopaminin üzerindeki bu neuromodulatory etkiyi (dengeyi) değiştirerek şizofreni, Parkinson ve hiperaktivite gibi hastalıklara neden olurlar. İlginçtir ki amygdala da şizofreni hastalığına sebep olmaktadır yani şizofren eğilimli kişilerde sağ amygdala daha büyük olarak gözlenmiştir. Parkinson hastalığından sorumlu bölgeler arasında VTA ile birlikte limbik sistemde thalamus,basal ganglia,globus pallidus gibi bölgeler de vardır. Bu bölgeler arasındaki ortak payda, hepsinin büyük ölçüde GABAergic neuron toplulukları ihtiva etmeleridir.
Neuroscience ile ilgili yazılarım bölge bölge devam ettikçe ne kadar çok işlevin ne kadar çok alan tarafından paylaşıldığını ve ne kadar çok alana şaşılacak biçimde dağıldığını göreceğiz. Bir beyin aktivitesi içeri veya dışarı yoğun lifler aracılığı ile birçok neural network ve sinaps tarafından gerçekleştirilir, birden fazla beyin aktivitesi ise bunun daha da ötesindedir. Bu sınırsız bir bütünlük işlevselliğidir, tıpkı sayısal niceliğin sonsuzluğa gitmesi gibi, aynı.

23 Ekim 2011 Pazar

Duyuru: Kadıköy Düşünce Platformu 2011 Sonbahar Paneli

"Kadıköy Düşünce Platformu 2011 Sonbahar Paneli" aşağıda belirtilen yer ve zamanda yapılacaktır. Bütün KDP grubu üyeleri ve konu ile ilgilenenler davetlidir.

Panelin Konusu: "İnsan Bilimlerinde Yöntem"
Yer: İstanbul Yelken Kulübü Toplantı Salonu (Fenerbahçe Burnu, İstanbul)
Zaman: 29.10.2011 Cumartesi, Saat: 16.30 - 18.00
Moderatör: Mustafa Özcan
Konuşmacılar: Prof. Dr. Belma Akşit ve Prof. Dr. Bahattin Akşit

14 Ekim 2011 Cuma

Kuantum Fiziğine Giriş 6

Farklı Girişimler (Interactions)
Elektromanyetik, zayıf ve güçlü nükleer girişimler parçacık bozunmasına yol açarlar. Ancak, sadece zayıf nükleer kuvvetlerin girişimleri temel parçacıkların bozunmasına yol açabilir.
Zayıf nükleer kuvvet bozunması:
Sadece zayıf girişimler temel parçacıklar diğer zayıf parçacıkları oluşturabilir. Fizikçiler bu tür parçacıklara ‘flavors’ diyorlar. Zayıf girişimler çekici quarkları tuhaf quarklara dönüştürürken (çekici ve tuhaf flavor’dur) bir virtual W boson’u yayarlar. Sadece zayıf girişimler (W boson vasıtası ile) flavor değiştirebilir ve temel parçacığa dönüşmeyi sağlarlar.
Electromanyetik bozunma:
0 (nötr pion) bir meson’dur. Quark ve Antiquark birbirlerini yok edebilirler; bu yokolma (annihilation) sonucu iki foton oluşur. Bu elektromanyetik bozunma için bir örnektir.
Güçlü nükleer bozunma:
parçacığı bir meson’dur ve güçlü nükleer bozunma sürecinde hadron denilen iki gluon ortaya çıkar.
Güçlü nükleer kuvvet taşıyıcısı olan gluonlar renk değişimini sağlayan dönüşüme aracılık ederler. Zayıf nükleer kuvvet taşıyıcı parçacıkları, W+ ve W-, parçacıkların flavor (ve elektrik yükü) dönüşümüne aracılık ederler.
Yokolma (Annihilations)
Yokolma, şüphesiz bozunma değildir ama bu fenomen virtual parçacıklarla gerçekleşir. Bir yokolma olayında madde ve antimadde tamamen enerjiye dönüşürler.
Yani, birbirleri ile girişim sonucu, önceki varlıklarını son derece hareketli kuvvet taşıyıcı enerji parçacıklarına ( gluon, W/Z, yada foton gibi) dönüştürürler. Bu parçacıklar daha sonra diğer parçacıklara dönüşürler.
Bozunma ve yokolma’dan bir hayli bahsettiğimize göre örneklere geçebiliriz.
Nötron Beta bozunması
Bir nötron (udd) bozunarak; bir proton (uud), bir elektron ve bir antinötrino’ya dönüşür. Bu olaya Nötron beta bozunması denilir.
• Küme 1: Nötron (yük = 0) up, down,down (upp) quarklardan oluşur.
• Küme 2: Down quarklardan birisi up quarka dönüşür. Down quark -1/3 ve up quark 2/3 yük taşıdığından, bu prosesin virtual W- parçacıkları tarafından aracılık edildiği görülür. Zira, bu parçacıkların yükü (-1) dir ve enerji korunmuştur.
• Küme 3: Yeni up quark, W- çıkışıyla oluşmuş ve nötron proton’a dönüşmüştür.
• Küme 4: Virtual W- boson’dan bir elektron ve antinötrino oluşur.
• Küme 5: Yeni proton, elektron ve antinötrino birbirlerinden uzaklaşırlar.
Bu oluşum sürecinde ara kümeler görülmez ve herşey saniyenin milyarda, milyarda, milyarda birinde gerçekleşir.
Açıklanamayan sırlar (Standard Model Sonrası)
Standard Model, altı quark, altı lepton ve dört kuvvet taşıyıcılarının yapısı ve stabilitesi üzerine birçok soruyu cevaplayabilir ama henüz tamamlanmış değildir. Hala cevaplanamayan birçok soru vardır.
Neden evrende maddeleri gözleyebildiğimiz halde simetrisi olduğunu düşündüğümüz anti maddeleri hemen hemen hiç gözleyemeyiz?
Kosmos’da yerçekimi etkisi olduğu bilinen ve görünmeyen ‘Kara Madde’ nedir?
Neden Standard Model parçacık kütlesini tahmin edemiyor?
Quarklar ve leptonlar gerçekten temel parçacıklarmıdır yada daha farklı temel parçacıklardan mı oluşurlar?
Neden quarklar ve leptonlar tam olarak üç jenerationdan oluşur?
Bütün bunlara yerçekimi etkisi nedir?
Teori olarak Standard Model
Standard Model deneylerle gözlenen fenomenleri tatmin eder bir şekilde açıklamasına rağmen henüz tamamlanmış bir teori değildir. Bazı parçacıkların neden varoldukları bu teori ile açıklanamıyor. Örneğin, fizikçiler tepe quark dışında tüm quarkların kütlelerini yıllardır bilmelerine rağmen, tepe quark kütlesi sadece deneylerle tahmin ediliyor ve Standart Model parçacık kütlesi için makul bir açıklama getiremiyor.
Öyleyse, Standard Model yanlışmıdır?
Hayır – fakat, Einstein’ın rölativite teorisi ile Newton klasik mekaniğini aşması gibi Standard Model’in de ötesine gitmek zorundayız. Isaac Newton'un mekanik yasası elbette yanlış değildir. Ancak teorisi sadece ışık hızı altında kalındığında geçerlidir. Einstein, çok yüksek hızlarda Newtonyan fiziğini nasıl aştıysa, Standard Model’inde kütle, yerçekimi ve diğer fenomenleri açıklayabilecek seviyelere çıkarılması gerekir.
Üç nesil

Üç grup quark ve lepton çiftlari vardır.Herbir grup nesil (Jenerasyon) olarak tanımlanır. Up/down quarklar ilk nesil quarklar olarak bilinirken elektron/elektron nötrino leptonları ilk nesil leptonlardır.
Neden tam olarak maddelerin üç nesli vardır?
Nesiller kütle olarak artarlar ve yüksek jenerasyonlar bozunarak düşük jenerasyonlara dönüşürler. Günlük yaşamımızda sadece ilk nesil parçacıklarını (elektrons ve up/down quarklar) gözleyebiliriz. Gerçek dünyamızın neden iki nesile daha ihtiyaç duyduğunu ve neden toplam üç nesil olduğunu bilmiyoruz.


Peki, ya Kütle?
Standard Model parçacıkların neden kütlesi olduğunu açıklayamıyor. Örneğin, hem foton hem W parçacıkları kuvvet taşıyıcı parçacıklar olmasına rağmen, foton neden kütlesizdir? W parçacığı aşırı kütlelidir?
Teorik fizikçiler Higgs alanı, ile girişimlerin parçacık kütlesini oluşturduğuna ilişik teori geliştirmişlerdir. Higgs alanı parçacıkları Higgs boson’larıdır Higgs Bosonları henüz gözlenmemiş olmakla birlikte heyecanla araştırılmaya devam ediliyor.
Grand Unified Theory (GUT)
Bugün parçacık fiziğinin en önemli amaçlarından biri, evrenin organizasyonunu çok şık bir şekilde açıklamayı amaçlayan ve Grand Unified Theory denilen bu teori çerçevesinde değişik temel güçleri birarada yorumlayan bir teori geliştirmektir. Böyle bir basitleştirme sayesinde güncel sorular ve gelecek çalışmalar daha da kolaylanır.
James Maxwell , elektrik ve manyetizmayı birarada yorumlayarak, fizikçilerin önünü açmış ve bugün yüksek enerji alanında elektromanyetik ve zayıf nükleer kuvvetlerin aynı güçlerin parçası olduğu anlaşıldı. Einstein son yıllarında elektrik ve yerçekimini yeni bir teori çerçevesinde açıklamak istedi ama başaramadı…


Kuvvetler ve GUT
Fizikçiler, Grand Unified Theory ile Elektromanyetik, güçlü ve zayıf nükleer kuvvetler arasında girişimleri bir arada yorumlama çabasındalar. Birkaç öneri olmakla birlikte daha fazla çalışma ve zaman gerekiyor.
Eğer ‘Grand Unification’ ile tüm girişimler mümkün olsaydı, gözlediğimiz tüm girişimler unified interaction’ın bir parçası olacaktı. Ancak, bu böyle olsaydı, nasıl olurda, elektromanyetik, zayıf ve güçlü girişimler güçleri ve etkileri açısından bu kadar farklı olabilirdi ? Tuhaf bir şekilde güncel bilgiler ve teori, çok yüksek enerji seviyelerinde bu farklılıkların tümünün tek bir güç alanında birleştikleri açıklanabiliyor.
Supersimetri
Bazı fizikçiler yerçekimi ve diğer kuvvetleri bir arada yorumlamak üzere önemli ipuçları elde ettiklerini öneriyorlar. Her temel parçacığın kütleli bir gölge taşıyıcı parçacığı ve her güç taşıyıcısının gölge madde parçacığı vardır. Madde parçacıkları ve kuvvet taşıyıcıları arasındaki ilişkiyi supersimetri olarak tanımlıyorlar.Örneğin, her quark parçacığın ‘Squark’ denilen karşı parçacığı yada simetrisi vardır.
Bugüne kadar supersimetri parçacıkları gözlenmemiştir ama CERN and Fermilab bu çabalar sürdürülmektedir.
String Teorisi
Quantum fiziği, görelilik ve yerçekimi konularında Modern Fizik oldukça tatmin edici teoriler geliştirmiştir. Ancak, bu teoriler bir arada pek istenen sonuçları vermemektedir. Alıştığımız üç boyutlu evrende çözüler zorlanmakta fakat daha fazla boyutlar (saklı boyutlar) ile problemlerin çözülmesi bekleniyor.
String Teorisi, modern fiziğin önerdiği son teori, üç boyut yanısıra birçok daha küçük boyutlar önermektedir.
Üç boyut ötesinde nasıl boyut olabilir?
İp üzerinde bir cambaz ve böcek düşünülürse, cambaziçin ileri-geri bir boyut olmakla birlikte, böcek bu iki yön yanında sağa-sola yada iki boyut içinde hareket edebilir.
Ateşan Aybars.

Neuroscience

Angular Gyrus

Beyinde parietal lobda, wernicke alanının hemen üzerinde
orta küçüklükte, kendi halinde bir kıvrımlı bölge, ona Einstein Area veya
metaphorical and abstract thinking area da deniyor. Bu durgun, küçük bölgenin
işlevleri inanılmaz. Adından da anlaşılacağı gibi bu bölge metafor ve soyut
düşünmeden sorumlu. Lezyonu halinde metoforun ifade ettiği mecaz anlamı değil
de sadece konuya ait gerçek anlamı bilebiliyor. Onun kapasitesindeki artış
soyut düşünmeyi yükseltiyor. Daha başka fonksiyonları arasında yazılan bir sözü
veya kelimeyi anlamak, işitilen bir sözü yazmak, dokunulan veya görülen bir
cismin adını yazmak, okuma işlevlerini yerine getirmek ve en önemlisi matematik
işlemlerini eksiksiz tamamlayabilme yeteneği. Böyle söylememin sebebi yine bu
bölge lezyonlarında matematik işlemlerinin eksik ve açık kalmasından dolayıdır.
Bu alanı dışarıdan uyardığınızda out-of-body durumu ortaya çıkıyor, böyle bir
tecrübede bir kadın arkasında hayalet bir vücudun varlığını öne sürüyor bir
başka tecrübede ise birisi kendisini tavanda ve bedensiz olarak hissediyor.
Bunun bilimsel açıklaması ise bedenin gerçek lokasyonu ile zihnin algıladığı
bedensel lokasyon arasındaki farklılıktan kaynaklanmasıdır. Zihin vücudun
lokasyonunu yanlış algılıyor ise herhalde angular gyrus uyarıldı demek en kolay
yol olmalıdır yoksa zihinsel bir yapıyı araştırmanın zorluğu karşımızda duracak
onu hem anlamak hem de anlatabilmek mümkün olmayacaktır.
Universityof California profesörlerinden ünlü neurolog V.S.Ramachandran konferanslarında bilimsel verilerden söz ederken renkli sayı görme (sinestezi) için beyindeki renkli görme bölgesi ile sayıları tanıyan bölgenin birbirine yakın olduğunu ve (her nasılsa) bebek beyninin oluşumu sırasında fazladan bağlarının budanması esnasında bu budama ile ilgili gende muhtemelen mutand olduğunu söylüyor. Ondan dolayı da adı geçen iki bölge arasında budanmamış bağlantılar kalmış
olabileceğini ve bu sebeple renk ve sayının karışarak bu duruma meydan
verdiğini söylüyor. Erken dönem beyin oluşumunda ilk önce her nöron her nörona
bağlansa da bu bağlantılar akıllı bir sistem tarafından budanır ama bu
budanmayı meydana getiren gen veya enzimler mutlaka bu profesörden daha akıllı olmalılar eğer sağda solda eksik bağlantı bırakıyor iseler bunu açıklamak lezyonlardan faydalanılarak da olsa böyle basitçe ve kabaca tahmin edilmemelidir.
Beynin korteksi altı bölgeye ayrılır, şimdi burada
insanın aklına bu altı bölgenin farklı fiziksel yapılarının olduğu gelir ama
tüm korkeksin yapısı yüzde doksanbeş oranında aynıdır yani bu altı bölge
yapısal olarak değil işlevsel olarak farklıdır. Aynı malzeme ile farklı işlev
gerçekten şaşırtıcı ve ürkütücü.. Hemen belirteyim insan beyni bilgisayara
benzemez çünkü bilgisayar işlemcilerinin elektronik devre elemanları
kendilerine gelen impulsların nereden geldiğini ve kendilerinden çıkan
impulsların nereye ve hangi birime gideceğini kendilerine tanımlanmış olan bir
address veya tagging uygulaması ile bilmek zorundadırlar oysaki beyinsel
işlevlerde böyle bir şey olmaz. Trilyonlarda bağlantı milyarlarca neuron
gövdesini ateşleyip durur, sayısız sinaps, sayısız bağlantı ile ve en önemlisi
çoğunlukla eş zamanlı olarak neurotransmitter akışını gerçekleştirir. Bütün
bunlar esnasında hiçbir akson ve hiçbir dendrit kimlik bilgisi TAŞIMAZ. Beyinde,
bugünkü bilimin en yüksek yerinden bakıldığında sadece bir neuron gurubunun
başka bir neuron gurubu ile görevsel bağlantısından ve bölgelerin genel
işlevlerinden söz edilir. Bölge tanımlamaları ayrı olarak derinliğine incelendiğinde
ise şimdilik ortaya somut bir şey çıkmayacaktır, ileride çıkması da pek mümkün
olmayacak çünkü bir bölgenin görev ve işlevinin sadece o bölgeye ait
lezyonlardan bilinebiliyor olması bu yüksek bilim adına zaten böyle bir şeyi
ispat eder durumdadır. Mesela temporal lobun derinlerinde bir yerde fusiform
gyrus diye bilinen bölgede oluşan hasar sayesinde insan yüzlerinin tanınamıyor
olması keşfedilmiştir. Hiç kimse bu bölgenin yapısını önceden inceleyip, tamam
işte bu bölgenin neuronları yüz tanımaya uygun şekilde çalışmaktadır diyememiştir,
diğer bilinen bütün bölgeler için de aynı şey olmuştur.
Erdoğan Merdemert
14 ekim 2011

6 Ekim 2011 Perşembe

Kuantum Fiziğine Giriş 5

Parçacık bozunması (Decay) ve Yokolma (Annihilations)
Bozunma (Decay) nedir?
Standard Model bazı parçacıkların neden bozunduğunu açıklar.
Nükleer bozunmada atom çekirdeği daha küçük çekirdeklere bölünebilir. Bu normaldir ama bozunma değildir. Bozunma temel parçacık yani daha fazla bölünemeyen parçacıklara özgüdür. Yani, parçacık bozunması temel parçacığın diğer bir temel parçacığa dönüşümüdür. Bu biraz tuhaf. Zira, bozunan parçacık tamamen farklı bir temel parçacığa dönüşür.
Şimdi biraz da bozunma türleri, nasıl olduğu ve hangi koşullarda bozunmanın gerçekleşip gerçekleşmediğine bakalım.
Radyoactivite
1800 lü yılların sonuna doğru Alman fizikçi Wilhelm Röntgen, bir elektron demetinin meyal yüzeye çarpmasıyla "x ışınları" denilen yeni bir ışın oluştuğunu gözledi..
İki ay sonrasında Fransız fizikçisi Henri Becquerel, Uranyumun doğal olarak –herhangi birenerji verilmeden- benzer ışınları saçtığını gözledi. Bozunma sebebiyle stabil olmayan atomların saçtığı enerjili parçacılara radyoactivite denildi.

Radyoaktif Parçacıklar
Bilim adamları nihayet radyoaktif bozunma ile oluşan birkaç tür radyasyonu anladılar. Yunan alfabesi ile gösterilen üç çeşit radyasyon: (alfa), (beta), and (gama) olarak kabul edildi.
Helyum çekirdeğinin alfa parçacığı (2 p, 2 n)
Hızlı elektronlar (Beta parçacıkları)
Gama radyasyonu yüksek enerjili fotonlar
Üç parçacık da magnetik alandan etkilenir,
• Pozitif yüklü alfa parçacığı bir yöne sapar,
• Negatif yüklü beta parçacığı ters yönde sapar,
• Ve yüksüz gama radyasyonu sapmaz.
Alfa parçacığı bir kağıt ile tutulurken, beta parçacığı bir aluminyum kağıt ile engellenebilir. Ama gama ışını için kalın bir demir tabakası gerekir..

Radyoaktif bozunma (decay) üzerine bazı kafa karıştıran konular
Bazı ağır metaller daha hafif elementlere dönüşürler ama yakın bir inceleme kafa karıştıran meseleleride beraberinde getiriyor.
Örneğin uranyum-238 bozunmasına bakalım.
Bir uranyum-238 parçası sabit bir oranda 4,460,000,000 yıl boyunca kütlesini yarıya indirir. Fakat belirli bir uranium atomunun ne zaman bozunacağını söylemek mümkün değildir. 5 dakika sonra da olabilir bir milyar yıl sonrada! Bir atom neden sadece olasılıklar çerçevesinde bozunacaktır?
Uranyum-238in kütlesi 238.0508 atomik kütledir(u). Alfa parçacığı (4.0026 u) saçarak bozunur ve Toryum’a (234.0436 u) dönüşür.Ama uranyum'un kütlesi azalmıştır. Neden kütle azalmıştır?
Çekirdeğin içine bakalım
Bu sorulara cevap vermeden önce, çekirdeğin doğasına ve quantum mekaniğine bakalım.
Protonlar pozitif yüklüdür ve elektrik olarak birbirlerini iterler. Eğer gluonlar vasıtası ile bir arada tutulmasalardı çekirdek parçalanırdı. Buna güçlü nükleer kuvvet diyoruz.
Çekirdeği sıkıştırılmış bir yay olarak düşünürsek, itici güç elektrik itmedir. Etrafına sarılan halat ise güçlü nükleer kuvvet olarak düşünülebilir. Yay’da birkmiş büyük bir enerji olmasına rağmen halat sağlam olduğundan yay açılamaz.

Bir olasılık varsa o olacaktır.
Atomaltı parçacıklar günlük hayatta alıştığımız gibi davranmazlar. Bir parçacığın ne yapacağını söylemek mümkün değildir, sadece ne yapabileceğini söyleyebiliriz.
Proton ve nötronlar çekirdek içinde hareket ederken alfa parçacığı olup (2p-2n) çekirdek dışına çıkma olasılığı uranium gibi büyük çekirdeklerde daha fazladır.
Alfa parçacığı güçlü nükleer kuvveti yenip çekirdek dışına (radyasyon) çıkabilir.

Kayıp kütle
Soruya hala cevap vermek durumundayız. Radyoaktif bozunma ile eksilen kütle nerede? Uranyum çekirdeği radyoaktif bozunma ile kaybettiği kütlesi kinetik enerjiye dönüşür.
Parçacık bozunmasının taşıyıcıları
Atom çekirdeği bölünmekle daha küçük parçaları oluşturmakla birlikte temel parçacıklar nasıl olur da daha küçük temel parçacıklara dönüşebilirler? Temel parçacıklar bölünemez ama başka parçacıklara dönüşebilirler.
Bir temel parçacık bozunarak daha az kütleli bir parçacığa dönüşürken yanında kuvvet taşıyıcı (her zaman W boson) oluşur. Bu kuvvet taşıyıcılar (force carrier) daha sonra yeni parçacıklara dönüşebililer.
Çok defa bu geçici kuvvet taşıyıcılar enerji korunumu yasasını ihlal eder gibi görünsede, ömürleri çok kısadır ve ‘Heisenberg Belirsizlik Prensibi, çerçevesinde değerlendirildiğinde kaide bozulmaz. Bu parçacıklara ‘virtual parçacıklar denilir.