7 Haziran 2014 Cumartesi

İstek ve İstenç (Timur Otaran, 7 Haziran 2014)


İstek ve İstenç 

Hegel’in dizgesindeki kavramlar, evrensel ve tikel olarak, diyalektik yöntemle bağlanır. İstek, evrensel ve sonsuz iken, istenç onu sınırlayan tikel karşıtıdır. İsteği olumsuzlayan istencin ortaya çıkması ancak, insanın kendi kaderine sahip olduğunu düşünmesi ile mümkündür.

Bireyin tarih sahnesine çıkışını, pirinç ile buğdayın üretim farklılıklarına bağlayan görüşler, pirincin kooperatif örgütlenmeye, buğdayın ise daha bireysel çalışmaya dayandığına işaret etmişlerdir. Bu bakış açısı, ihtiyaçlar piramidinin ilk basamağı olan güvenlik sorununun büyük ölçüde çözüldüğü ön kabulü ile mümkündür. Bu durumdaki insanların, aşiret/cemaat düzeninin üyesi mi, yoksa toplumun bireyi mi olacağını belirleyen en önemli etmenin üretim araçları ve üretim ilişkileri olduğu düşüncesi akla yatkın bulunabilir. Diğer yandan, bu aşamaya gelememiş pek çok topluluk olduğunu biliyoruz. Buralardaki üyenin, ne cemaatin çizdiği çerçevenin dışında çıkmasına izin vardır, ne de bireyin buna gücü vardır. Dolayısıyla, bu topluluklarda buğday tarımı yapılıyor olması bireyin istencinin doğmasını tetiklemez.

İnsan davranışlarına yön veren beynin iki farklı bölgesini, isteyen beyin ve düşünen beyin olarak sınıflamak mümkündür. Konuya insan beyninin işleyişi açısından bakacak olursak, cemaat üyelerinin limbik korteksi, toplum bireylerinin ise frontal lobu daha çok kullanma alışkanlığında olduğunu söyleyebiliriz. Bunlara istek ve istenç toplumları demek de mümkündür. Cemiyet-birey diyalektiğinin ortaya çıkışı, cemaat-üye paradigmasını değiştirir.

Holistik bir bakış açısına ulaşmak için, konuyu duygusal alanda da irdelemek gerekir. Suçluluk ve utanma duygularının öne çıktığı yerler, istek ve istenç toplumlarına göre ayrışır. Örneğin, cemaat kültürünün etkin olduğu Japonya’da utanma duygusunun insanları intihara götürdüğü bilinir. Utanma duygusunun sebebi, hem ait olunan topluluğun hem de onun üyesinin küçük düşürülmüş olmasıdır. Bireyselleşmenin yüksek olduğu toplumlarda ise, duygular farklıdır. Örneğin, bir Avustralya’lının dinsel veya seküler ahlaka aykırı davrandığında hissettiği duygu, utanma duygusu değil, suçluluk duygusudur.

Türkiye suçluluk ve utanma duygusunda nerede duruyor? Aşiret/Cemaat düzeni bakımından Japonya’ya benzediğimizi düşünebiliriz. Dolayısıyla, Avustralya'ya özgü suçluluk duygusundaki eksikliğimizi anlayabiliriz. Fakat, utanma duygusunun zayıflığını ne ile açıklayacağız? Temel eksiğimiz, her iki duygu ile ilişki halinde olan sorumluluk duygusu olabilir mi? Çocuklarımızın isteklerinin mi, yoksa istençlerinin mi gerçekleşmesini istiyoruz?

Aynı yer kürede yaşayan insanların düşünsel ve duygusal farklıklarının tinsel paralel evrenlere işaret edip etmediğini anlamanın ufkumuzu açacağını düşünüyorum.


Timur Otaran (7 Haziran 2014)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder