24 Ağustos 2015 Pazartesi

Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -XI- (*) (Mustafa Özcan, 24 Ağustos 2015)


Osmanlı Tarihi ve Tarihin Paradigmik İlkeleri  -XI- (*)

Tarih biliminin kendine dayanak yaptığı temel sosyo-psişik kavramın kolektif (derlemsel) bellek olduğunu belirtsem herhalde malumu ifade etmenin ötesinde bir şey yapmamış olurum. Bu nedenle tarih konusunu işlediğim yazı dizisinde toplum açısından tarihin olmazsa olmazı olan bellek konusuna bireysel ve toplumsal bağlamda genel mahiyet ile değinmeden geçmek yanlış olurdu.

Ayrıca, daha önce işlediğim, tarih oluşturan tabandaki niş karakterli yeni sosyal hareketlerin öz-koordinasyonunu sağlayan stigmeji fenomenine karşılık tavandaki tamamlayıcısı siyaset mühendisliği konusunun da ele alınması gerektiğine inanıyorum. Bunları da holistik bağlamda kolektif-kültürel (tarihsele temel olan derlemsel-ekinsel) bellek ile olan ilişkisi açısından çift yönden ele alan irdelemeler üzerinden yapmak istiyorum. Ama tarih açısından söz konusu bağlamdaki önemine binaen öncelikle de derlemsel-ekinsel bellek konusunun ele alınması gerekiyor.  

Bellek sözcüğü Türk Dilinin etimolojik bakımdan “harika”lar yaratan sözcük türetme özelliğinden kaynaklanan olanaklar kapsamında Osmanlı Türkçesi’ndeki hafıza yerine bulunmuş oldukça yeni bir sözcüktür. Kökeninde mecaz yolu ile örneksenmiş toprağı bellemek anlamındaki fiil (eylem) vardır (**).

Bireysel bağlamda ele alınınca bellek bilişsel-psişik alanın müfredatına girdiğinden konular nöro-psişik görüngeden irdelenebilir hale gelir. Bu durumda, sosyal tarihe temel oluşturabilmesi için uzun erimli olmaları gereğinden dolayı da kolektif belleğe dayanak olabilecek üç bireysel-bilişsel bellek tipinden söz edilebilir (***).

Bilimsel literatürdeki adları prosedürel, episodik ve semantik olup bilginin uzun dönemli depolanmasını sağlayan söz konusu üç bellek tipi, işlevsellikleri bakımından birbirinden önemli düzeyde farklılık göstermektedir. İlki kinestetik (hareketsel; sportif), ikincisi olaysal, üçüncüsü ise kavramsal yaşantıların zihindeki kalıcı kaydını temsil etmektedir.

Nitekim bu üç farklı yaşantı birikiminin bireylerin zihinsel-kalıtsal oluşumlarına göre farklı yoğunluklarla kayda geçiyor olmasının sonucunda uzun süreli (erimli) bellek kayıtlarının toplamda da üç farklı kategorik bileşimde oluşmasına, bu da bireysel farklılıklarda kendi kalıtsallığı olan üç farklı, duygu-durum (huy “mood”) tipinin varlığına işaret etmektedir (****).

Bir yanda Homo sapiens’in on binlerce yıldır süren yaşam tarihi akışı içinde oluşmuş yüksek düzeyde el ve vücut becerisi gerektiren işlerde kullanılmaya yatkın olarak belirmiş kinestetik bellek ve onun egemenliği altındaki pratik (yapan) birey tipi bunlardan biridir. Öte yandaysa, kişisel olaylar ulamında yüksek düzeyli bellek kaydının yapılmasına yol açan gelişkin episodik bir bellek sahipliliği ile oluşmuş olan katı benlik ve kişiliğe sahip, bir bakıma otokratik (yöneten) birey denebilecek insan tipi bulunmaktadır. Anlambilimsel (semantik) bellek ise soyutlama yeteneği yüksek entelektüellik düzeyinde olan, yani daha çok anlamla düşünen, eylemi daha az olan birey tipinin kaynağı olmaktadır.

Öte yandan, üç bellek tipinin temelde, yukarıda belirtilen üç yaşantısal birey tipi için bilinen üç öğrenme tipolojisinin de altındaki nörolojik yapının özünü oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz. Bilindiği gibi, görsel, işitsel ve dokunsal diye ayrımlanan öğrenme tipolojilerinden dokunsalın kinestetik, işitselin episodik ve görselinse semantik olanla ilişkili olduğu bilinmektedir.

Nitekim toplumsallaşma sürecinde iş bölümü ve tabakalaşma sırasında yaşamsal öneme sahip olan bilişsel öğrenme biçimleri doğaldır ki, birbirini tamamlayan mesleki, ekonomik ve sosyal alanlar üzerinden değişen toplumun kalkınma, gelişme ve ilerleme sürecinde holistik mahiyeti olan son derece kritik işlevselliklere sahiptirler. Diğer bir deyişle bunlar toplumun geleceği için temel eğitsel-öğretsel etkinliğin özündeki etmenler olmaktadırlar.
Bu açıdan bakıldığında da, toplumsal etkinliklerde yeterli ve gerekli entegre insani başarıların sağlanması için üç bellek tipi sahiplerinin belirlenmiş mesleki ve sosyal alanlara doğru olarak yerleştirilmiş ve konumlandırılmış olmaları son derece önemli yaşamsal gereklerdir (*****).

Mustafa Özcan (24 Ağustos 2015)
________________________________

(*) Devamı gelecektir.
(**)Bellemek, bitkisel üretimin devamını sağlayan potas ve fosfor ile birlikte üçlü biyo-kimyasal eleman içinde en önemlisi olan azotun kökler tarafından emilebilmesi için yapılması gereken havalandırma işinde kazma ile toprağın alt-üst edilmesi şeklindeki işleme verilen addır. Burada dikkat çekici olan durum ise benzetmede olağan üstü güzellikte bir eğretileme işinin yapılmış olduğu hususudur. Çünkü canlılığın olmazsa olmazı, havada bulunup da inert bir gaz olduğundan suda çözünemeyen azot belleme işi ile toprağın bünyesinde bulunan gözeneklerde hapsedilmiş olarak hazır bulunan nitrifikasyon bakterileri aracılığıyla suda çözünür nitrat veya nitrit moleküllerine, yani bitkiler için mineral gübre diye bildiğimiz biyo-etkin bir kimyasala dönüşmektedir. Toprağın bellenmesi ile ortaya çıkan bu olguya mikrobiyoloji’de azot sabitlenmesi (nitrojen fiksasyonu) denmektedir. Zihinsel işlemler sürecinde bilginin sabitlenmesi olan (mecazi) bellemek işi ile ayni kategoriden kimyasal bir süreç olması yönüyle yakın benzerlik içindedir.  Nitekim sinirlerce zihinde biyo-elektriksellikle kazanılmış olan bilginin uzun dönemde kalıcılığının sağlanabilmesi için muhakkak kimyasal süreç ile sabit hale getirilmesi gerekmektedir. Ayrıca bu tür biyo-kimyasal süreçlerin özünde protein esaslı, yani azot bazlı biyo-kimyasalların yapıtaşları olarak 20 amino asitin olduğunu da anımsamakta yarar vardır diyorum.
(***)Bunların, üç farklı yaşantı kategorisindeki olguların kaydı sırasında beyindeki biyokimyasal süreçler sonucu ortaya çıkan üç farklı belleme süreci şeklinde yapılaşmış oluşumlar olduğu konusu nöro-biyokimyacılar, nörologlar, psikiyatristler, nöro-psikiyatristler ve nöro-psikologlarca artık geniş kabul görür bir husus olmuştur
(****)Türkçedeki “Huy çıkmadan can çıkmaz” özdeyişi bu bağlamdaki deneyimlerin birikmesi sonucunda söylene söylene yerleşik bir deyiş haline gelmiş olmalıdır.
(*****)Bu nedenle de, üç bellek tipinin pratik, teknik ve idari şeklindeki üç ana meslek alanı ile ilişkilendirilerek sosyo-kültürel etkinliğe genel yön verme etmeni olarak ön okullaşma dönemi için doğrudan kullanabilir olduğunu belirtmeliyiz. Böylece sosyo-kültürel sistemi özünde katalize edecek olan bir toplum ortamı yaratıp kalkınma, gelişme ve ilerleme için etkin bir toplumsal araçsallık kazanabiliriz.  Bu anlayış çerçevesinde ilerlemek için bir toplum (siyasi) mühendisliği faaliyeti oluşturmak, çok doğru bir hareket şekli olur sanırım







22 Ağustos 2015 Cumartesi

Modern Felsefenin Yedi Temsilci Düşünüründen Holistik Yöntemle Çıkarımlar (Mustafa Özcan, 22 Ağustos 2015)


Modern Felsefenin Yedi Temsilci Düşünüründen Holistik Yöntemle Çıkarımlar

Bu denemede, sırası ile, Modern Felsefede rasyonel düşünceyi temsilen Descartes ve Leibnitz’in, ampirik ve eleştirel düşünceyi temsilen Locke ve Kant’ın, mutlakçı ideal diyalektiği ve diyalektik materyalizmi temsilen Hegel ve Marx’ın ve son olarak da fenomenolojiyi temsilen Husserl’in düşüncelerinin diyalektik akış içinde karşıtlaşan yanlarının değerlendirilmesiyle ortaya çıkan fenomenolojik öz kapsamında belirlenebilen felsefi holistik çıkarımlar ele alınmaktadır.

Okuma esnasında dikkat edilmesi gereken şey, holistik bakış çerçevesindeki irdelemelerde, fenomenolojik görüngeden çıkışla bulunmuş öz ile, felsefi geleneklerin gelişiminde sistematik eş-güdüm sağlayarak akışa yön veren stigmerjik izin aynı şey olduğunun kabulü ile hareket edildiği hususudur.

***
Fransız düşünür Descartes, modern felsefeyi başlatan vuruşunu, reel dünyadaki işlevsellikleri açıklama amacı ile Rasyonel düşünce bağlamında konulara görsellik sağlayıcı matematiksel gösterim zemini olan (geometrik-nümerik nitelikli örtülü diyalektik bir anlayış ile) düal değerlikli Katezyen Koordinat dizgesini tasarlayarak yapmıştır. Bu gösterim biçimi modern felsefi-bilimsel yöntemin temelindeki fenomenolojik özdür.

Öte yandan çağdaşı Alman düşünürü Leibnitz ise, Monadlar (teksellikler) şeklinde formüle ettiği evrensel bir düzen ile modern felsefenin ilk metafizik modelini ortaya koymuştur. Böylece Kartezyen ikiselliğe karşıt teksellik örüntüsünde bir anti tez olan Monadları tasarlamak ile felsefi geleneklerde örtülü diyalektik çift kutuplu bir çatışma işini başlatmış olmaktadır.

İngiliz düşünürü Locke’a gelince; O felsefeyi ilk kez görgül (ampirik), yani elle tutulur, gözle görülür bir varlıklar zeminine oturtup somutlaştırarak sadece düşüncede var olan görüşler şeklindeki felsefi tutuma tam karşıt bir tez olan Tabula Rasa (Boş Tahta) mecazını ileri sürmüştür. Yani zihinde doğuştan gelen bir şeyin olmadığını, her şeyin dışarıdaki somut dünyadan zihne girdiğini kabul etmiştir. Böylece önceki iki düşünüre söz konusu görgül nitelik ile bir anti tez yaratarak felsefi önermelerin düşünsel akışında diyalektik bir karşı hamle yapmıştır.

Alman düşünür Kant, bu karşıt ikili geleneği, yani Kartezyen rasyonalizm ile ampirizmi idealist bir sentezle birleştirmeyi başararak modern felsefede en büyük devrimi yapmıştır. Locke’nin devamı İngiliz düşünürü Hume’u okuyup metafizik uykusundan uyanarak felsefeye sinerjik bir nitelik olarak beliren eleştirel geleneği sokan Kant’ı gelişimin devamında Hegel’de diyalektik düşünce şeklinde ortaya çıkacak olan geleneğin de tetikleyicisi olarak görmek olanaklıdır.

Hegel ise Descartes’tan beri sürüp gelen ikili (diyadik) dizgedeki genel düşünsel akış sistematiğine yöntemsel bir üretkenlik sağlamak için sonuç doğurucu ek bir öğe tasarlayarak tez-antitez’den sentez çıkaran yaratıcılığa sahip üçlemeli (triyadik) diyalektik dizgeyi kurmuştur. Böylece diyalektik yaklaşımı akış sistematiği içine sokarak o zamana dek bilinen felsefi önermelerin bu yöntem ile çıkarsana bileceğini göstererek felsefeyi tek çatı altında toplamayı amaçlamış bir düşünürdür. Bu haliyle O’na ilk “felsefi genel bilge”dir diyebiliriz.  

Marx ise, praxis (operasyon, uygulama) kavramıyla öz’ü diyalektik materyalizm olan yepyeni bir perspektif ile idealist düşünce geleneğine karşıt kutuptan saldırarak vurduğu darbe ile modern felsefedeki ilk devrimsel fenomeninin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu nedenle Marx’a, O kendisini felsefeci kabul etmese bile ilk büyük modern felsefi devrimci demek doğru bir tanımlama olacaktır.

Husserl ise varoluşla ilgili dış dünyadan gelen teferruatı paranteze alarak fiili varlığın sadece dışsal gerçeklik bağlamındaki zihni özlerini bulmaya yönelmiş izme, fenomen-oloji diye tanım bulan modern sistematik felsefenin en son temsilcisidir. Nitekim Husserl, Tabula Rasa ile başlayan ampirik düşünce geleneğinde eksik olan zihinsel özü araması sonucu oluşturduğu düşüncelerinin felsefi niteliğin de ötesinde bilimsel bir ıraya sahip olduğu görüşünden hareketle yaptığı işi “’izm” yerine “’oloji” diye adlandırılan bilgi kümesi ulamına sokmayı yeğlemiştir. Böylece epistemoloji ile soyadlı bir kardeş oluşturmuştur.

Nihayet konunun tüm yüzyıllık bütününü, genel bakış çerçevesinde ve döngüsel sistematik akış ile ana felsefi eğilimler doğrultusunda ele alırsak, Husserl’in ardından gelen 20. Yüzyıl düşünürlerinden çoğunun felsefenin artık dilbilimsel bir konu olduğu yönündeki görüşlere sahip olduğunu görürüz. Bu nedenledir ki, İkinci Dünya Savaşı sonrası felsefecilerin sistematikçi olmak yerine ağırlıklı olarak post-modern akıma dâhil edilmeleri çok daha uygundur diye düşünüyorum.

Felsefeyi burada yapılan gibi, yani holistik yaklaşım temelinde diyalektik çift kutuptan bakışla, ana döngüsel sistematik bir akış içinde değerlendirmek, birleştirici olmak ve büyük resmi görmek bakımından çok yararlıdır. Derrida’nın yapı-sökümüne benzer olan bu yöntemsel yaklaşımın, ilave olarak didaktik bir tarzı da kendi içinde barındırdığını söylemek isterim.

Ayrıca yöntem, ayrıntılar yerine holistik bir bakışla özsel bir bütün şeklindeki bir arayışı esas aldığından okuyan için anlamsal yönden sinerjik bir fazlanın ortaya çıkmasını, belirmesini sağlar. Böylece sinerjik fazla, kişide, konu ayrıntılar üzerinden analiz edildiğinde ortaya çıkması olanaksız olan yeni anlamların, yeni değerlerin, yeni yönelimlerin sezgisel olarak varlığının anlaşılmasını sağlar.

Nitekim bu bağlamda, modern felsefi düşünüşün akışına asırlardır yön veren stigmerjik özün ne olduğunu bulmak için yaptığımız bu irdelemeler bizi düşünme süreci akışında kendiliğinden belirerek ortaya çıkan fenomenik “fazla” diye tanımlanan öz’e götürür.

Bu yolda yapılacak dikkatli tamlaştırıcı (tümdengelimsel-tümevarımsal olarak dengedeki) bir uslamlama bizi aranan özün Antik Yunan sonrası Rönesans ile yeniden benimsenen “laisist monden düşünme örüntüsü olduğu sonucuna vardırır.  

***
Anlamlar (algısal yaratımlar), mecazlar (metaforlar, eğretilemeler), değerler ve bunların stigmerjik sistematikle toplulaşmış temsili olarak beliren fenomenik özler (stigmerjik iz) şeklindeki yönelimler, insanoğlunun yaşamına egemen olan kavramların mecazi tarzda otantik oluşumu ve devamındaki düşünsel gelişimi için kaçınılmaz öncüller mahiyeti ile görev yapan soyut büyüklüklerdir.

Günlük yaşantılar sırasında sezgisel olarak ortaya çıkan bu mecazi yaşamsal temsiller beynin sol yarıküresinin denetiminde olan reflektif düşünmeye zemin hazırlayan etmenlerdir. Ancak yukarıda ele alınan irdelemelerden de görülüyor ki sadece “pür” reflektif düşünme yolu ile felsefe ve bilimde büyük sistematik bilgi toplulaşması sağlamak, yani omni disiplinli (hepdallı) bir bilimsel-felsefi bilgi kümesi yaratmak mümkün olmaz.

Diğer bir deyişle sadece omni disipliner yaratıcılık kapsamında kalmak holistik nitelikli bilim için hiç de yeterli didaktik ve yöntemsel bir durumun ortaya konulmasını sağlamaz. Yani özetle, tam olarak nasıl yapmalıyız ki, büyük ve karmaşık sorunsallıkların çözümü konusunda tatminkâr bir netlik kazanılsın. Bunun için yukarıda yapıldığı gibi bütünsel sistematiklik içinde bilgi-bilimsel gerekçelendirme şeklindeki sorgulayıcı akışla konuyu holistik yöntemle ele almak gerekir.

Sonuç olarak anlatmak gerekirse; akışın yönelimini belirleyen özü (izi) ortaya çıkararak sağlanacak çözüme ulaşmak için 1) diyalektik, 2) dikotomiklik, 3) sinerjizm, 4) entegrizm, 5) belirimcilik,6) stigmerjizm ve 7) HAK (Herşeyi Anlaya Kuram) (*) kavramlarının praxisi hep birlikte devreye sokulmuş olmalıdır. Böylece holistik yaklaşımın bu yedi ana ilkesini izleyen bir uygulamalı yaklaşım ile karmaşık (kompleks) sorunların sorgulanarak çözümleri elle tutulur düzeyde olanaklı hale gelir. Daha değişik bir ifade ile de, belirtilen holistik yedi ilkenin dikkate alındığı dengeleyici bilgisel bir sorgulama (“epistemical justification”) türü bir uslamlama ile açıklayıcılığı olan yoruma dayalı bir çözüm bulmayı sağlamak her zaman mümkün gözükmektedir.

***
Öte yandan modern felsefi gelenekleri bütün olarak anlamak için spiral (döngülü) sistematik bir akış olarak aktarılan bu modeli görselleştirmek de olanaklıdır.  Bu kapsamda konuyu daha da açıklayıcı yapmak için üç eksen ve altı kutuplu bir gösterim ile ele almak mümkün gözükmektedir. Bu durumda söz konusu eksenler ve kutuplar olarak, 1)monizm-düalizm, 2) ampiria-teoria ve 3) ideal-material şeklindeki diyalektik çift kutuplu kavramlar, spiral akışın üç katmanındaki diyalektik karşıtlık mahiyeti ile sıralanarak gösterilir. Fenomenolojiyi ise sorgulama mimarisinde özselliği bulmak için kullanılan bir uslamlama yöntemi boyutu olarak tanımlayabiliriz.

Mustafa Özcan (22 Ağustos 2015)
______________________________



16 Ağustos 2015 Pazar

Zihin ve Matematik (Aray Sevingen, 16 Ağustos 2015) (*)

Zihin

Zihin Felsefesi




Çeşitli zihinsel faaliyetleri beyinin belirli yerleriyle eşleştiren 1894 tarihli bir çizim

Zihin felsefesizihin, zihinsel olaylar, zihinsel işlevler, zihinsel özellikler, bilinç ve bunların fiziksel bedenle, özellikle beyinle ilişkilerini inceleyen felsefenin bir alt araştırma koludur. Bedenin zihinle ilişkisi bakımından zihin-beden sorunu, zihnin doğası ve onun fiziksel bedenle ilişkili olup olmadığı gibi diğer sorunlara rağmen, zihin felsefesinin merkezinde yer alan bir sorun olarak görülmektedir.
Zihin felsefesinden önce, zihnin tanımlanması gerekir. Zihin, insan beyninin düşünme, algılama, muhakeme etme, duygu, davranışla ilgili süreçleri kapsayan etkinliklerinin toplamıdır. Ruhbilim felsefesiyle ortak konuları varsa da zihin felsefesinin özellikle uğraştığı kavramlar farklıdır. Günümüzde dil felsefesiyle birlikte en aktif felsefe dalı zihin felsefesidir. Bazı felsefeciler, zihin felsefesinin aynı zamanda beyin felsefesi olduğunu ileri sürmüşlerdir.
İkicilik (dualism) ve tekçilik (monism) zihin-beden sorununun çözümüne yönelik iki büyük düşünce ekolüdür. İkicilik, PlatonAristotales ve Hint felsefesindeki Sankhya ve Yoga ekollerine kadar geri götürülebilir. Ancak sorun en kesin olarak 17. yüzyılda Descartes tarafından formüle edildi. Töz ikiciler (substance dualist) zihnin bağımsız bir töze sahip olduğunu savunurlar. Nitelik ikiciler (property dualist) ise zihnin farklı özelliklere sahip olmakla birlikte ayrı bir tözü olmadığını iddia ederler.
Tekçilik (monism) ontolojik olarak zihin ve bedenin ayrı olmadığını iddia eder. Bu görüş Batı felsefesinde ilk kez MÖ 5. yüzyılda Parmenidestarafından dile getirilmiş, daha sonra 17. yüzyılda rasyonalist Baruch Spinoza tarafından da benimsenmiştir.

Freud İnsan zihnini inceleyen ilk bilim adamıdır.
Zihin Genler tarafından % 80 oranında etkilenmektedir.
Çevre ise % 20 oranında zihni etkilemektedir.
İnsan beynini karmaşık yapan fraktellerdir.
Bu frakteller:
Madde ( İnsan Bedeni )
Enerji
Entropi
Enformasyon
Karmaşıklık
Öz Organizasyon
Canlılık

Beş büyük felsefecinin insan zihninin gelişimi ile ilgili çalışmaları.
Freud, sekse göre
Piyage, Bilinçsel olarak
Colber, Ahlaki gelişime göre
Erikson, Sosyal gelişmeye göre
William Perry, Entellektüe gelişmeye görel    
FREUD Teorisinde zihnin gelişmesini dönemselliğe göre incelemiştir
         1 nci dönem Oral dönem 1 – 5 yaş aralığı
         2 nci dönem Anal dönem 5 – 8 yaş aralığı
         3 üncü dönem Follik dönemi 8 – 12 yaş aralığı
         4 üncü dönem Latens dönemi 12 yaş sonrası

PİYAGE Teorisinde zihnin gelişmesini dönemselliğe göre incelemiştir
         1 nci dönem Oral dönem 1 – 2 yaş aralığı
         2 nci dönem Anal dönem 2 – 6 yaş aralığı
         3 üncü dönem Kreş dönemi
         4 üncü dönem İşlem Öncesi dönem
         5 inci dönem Somut işlemler dönemi (İlk Okul Dönemi)

COLBERT Teorisinde zihnin gelişmesinin dönemselliği
           Ceza Dönemi
           Gelenek Öncesi Dönemi
           Gelenek Dönemi
           Gelenek Sonrası Dönemi

ERİKSON un Teorisinde zihnin gelişmesini yaşam kariyerine göre sınıflandırmıştır.
    1. 1-1 Güven ve güvensizlik Dönemi


    1. 1-3 Özerklik ve Utanç Dönemi

    1. 3-6 Girimşimciliğe Karşı Suçluluk Dönemi

    1. 7-11 Suçluluk Dönemi Başarmaya Karşı Aşağılık Duygusu
11-17 Sosyal Kimlik kazanma Dönemi
17-30 Yakınlığa karşı yalıtılmışlık dönemi
30-60 Üretkenliğe karşı durgunluk dönemi
60-     Benlik bütünlüğüne karşı umutsuzluk dönemi

Zihin ile ilgili düşünürlerin yukarıda yazılan analizlerden sonra zihnin üretkenliğini inceleyecek olursak, bunun ne kadar sınırsız olduğunu dehşete kapılarak gözlemlemekteyiz.
Zihnin ürettiği Dil ve Matematik avcı toplumlardan bugüne kadar ne kadar büyük bir ilerleme kaydettiğini görürüz.

Matematikle ile ilgili kısa bir izah aşagıdaki yazımda sizlere sunmaktayım.


Matematik


                                           

Öklid (pergeli tutuyor), Yunan matematikçi, İ.Ö. 3. yüzyıl, Raphael´in "Atina Okulu" tablosundan.

Matematik insan zihnindeki nicel birikimlerin nitel olarak dışa vurumudur.

Matematikte  yılda 100.000 teorem (fikir) çıkar.
Stanislav Ulam Matematikçi ve Topoloji Uzmanıdır.

Kategori teorisi (yeni Türkçe: Ulam kuramı), matematik yapılar ve bunlar arasındaki ilişkilerle soyut olarak ilgilenen bir matematik kuramıdır. Yarı mizahi "soyut anlamsızlık" olarak da bilinir.

Bİr kategori birbirileriyle ilişkili matematiksel nesneler sınıfının (örneğin grupların) özünü yakalamaya çalışır. Geleneksel olarak yapıldığı gibi tekil nesneler (gruplar) üzerine yoğunlaşmak yerine, bu nesneler arasındaki yapı muhafaza edici gönderimler (yani morfizimler) üzerine yoğunlaşır. Gruplar örneğinde bu gönderimler grup homomorfizmleridir. Bu şekilde farklı kategorileri funktorlar aracılığıyla ilişkilendirmek mümkündür. Funktorlar, bir kategorinin her nesnesini diğer kategorinin bir nesnesiyle ve bir kategorideki morfizmi diğerindeki bir morfizme ilişkilendiren fonksiyonların bir genelleştirmesidir. Sıkça topolojik uzayın temel grubu gibi "doğal yapılar" funktorlar şeklinde ifade edilebilir. Bunun ötesinde, bu tip yapılar "doğal bir bağıntıya" sahiptir ve bir funktoru diğerine ilişkilendirme yolu olan doğal transformasyon konseptine olanak tanır.

Kategoriler, funktorlar ve doğal transformasyonlar Samuel Eilenberg ve Saunders MacLane tarafından 1945 yılında ortaya atılmıştır. Başlangıçta bu nosyonlar, topolojide, özelliklecebirsel topolojide, geometrik ve sezgisel bir kavram olan homolojiden aksiyomatik bir yaklaşım olan homoloji teorisine geçişte önemli bir bölümdür. Başkalarının yanı sıra Ulam tarafından (ya da kendisine atfen), benzer düşüncelerin 1930'ların sonunda Polonya okulunda ortaya çıktığı iddia edilmiştir.
Eilenberg/MacLane, kendi ifadelerine göre, bu kuramı geliştirirken doğal transformasyonları anlama çabasındaydılar. Bunu yapabilmek için funktorlar tanımlamak, funktorları tanımlamak için ise kategoriler tanımlamak gerekiyordu.
Günümüzde bu kuram, matematiğin tüm alanlarında uygulanmaktadır.



Derleyen: Aray Sevingen (16 Ağustos 2015)

(*) Kaynak: Wikipedia (https://tr.wikipedia.org/) ve Mustafa Özcan'nin KDP-CST seminerleri