24 Nisan 2012 Salı

Canlılık Hakkında (Erdoğan Merdemert, 24 Nisan 2012)

Canlılık Hakkında
           
Böyle bir konu için paleontoloji, biyoloji, antropoloji, astroloji ve felsefenin katkıları çok önemlidir ama daha da önemlisi bu işbirliğinin metodolojik oluşumunun doğru bağıntılar yoluyla yapılabilir olmasıdır.

Buna göre canlılık olgusunun nasıl başladığı (tarihlendiği dönem dolayısı ile) günümüz bilimsel araştırmalarına oldukça ve oldukça uzak olsa da ilk defa okyanuslardaki jeolojik termal bacaların etrafındaki yüksek sıcaklıkta ve oksijensiz ortamda başlamış olduğu, daha sonra mavi yeşil algler ile sürdüğü öngörülüyor.

Buradan anlaşılan şey canlılığın, çok az elverişli bir ortamda bile itilerek ve zorlanarak var olmayı başarmış olmasıdır ve böyle bir saptama bile asıl soruyu cevaplamada şimdiden yetersiz kalır. Ana tema olarak canlılığın ne'liği sorusunun asıl soru olduğu akla gelse de şimdi bu “ne” olanı bir yerlerde arayıp bulmak yukarıda adı geçen bilimlerin araştırmalarından doğrudan elde edilemez.

Miller'in deney tüpünden çıkan eksikli amino asit ortamı için başlatılan tartışmalar onun ne'liği hakkında değildi ve amino asitlerin kendiliğinden canlılığı başlatma olgusunun kendisi hakkında hiçbir net bilgiye ulaşmadı. Bu söz yani “canlılığın başlama olgusunun kendisi” sözü otonom bir sistemi anlatıyor gibi gözükse de bunda zor olan otonom sistemlerin kolayca çözümlendiği halde bu sistemin çözümünün hiç de öyle olmadığıdır. Böyle bir şeyin (canlılığın) göreli olması da muhtemeldir ama o zaman çözümü evrenin her yerinde aramak gerekir. Yine de elimizde olanı ilk sayarak başlamamız onun evrensel olmasını karşımıza kaskatı bir engel olarak koymaz, çünkü evrensel olan zaten evrenin heryerinde bir ve aynı şeydir.

Canlılığın, akıllı varlıkları belirli yapacak olan somut oluşumunun tek hücrelilerden başladığı kolay anlaşılan bir şey olsa da onların önce kümeler halinde topaklaşıp sonra organize olmalarının anlaşılması ve açıklanması hiç kolay değildir. Burada parçaların toplamının bütünü oluşturmadığı çünkü bütünün zorunlu olarak bir sisteme (açık ve kapalı) ihtiyacı olduğu olgusu vardır ve insana kadar ilerlemiş haldeki organizmaya anlam katan işte budur.

Yine başa dönerek canlılığın, ya da daha yararlı bir bilgi olması açısından akıllı varlıkların başlangıcına dönersek, bunun evrenin dünya dışında kalan kısmı ile de ilgili olabileceğini ama asıl nedenin kimyasal bileşimlerin etkinliğinden kaynaklandığını söylemek mümkündür ve bu görgücü görüşler deney ile ispatlanamayacak kadar bilime uzakta durur.

Konuya yöntem ve diyalektik birlikteliğinde bir felsefi görüş açısından bakıldığında, kimyasal da olsa, elektronların etkileşimi ile de olsa, ilahi de olsa, yeni moda felsefede olduğu gibi fırlatılmış da olsa, bir başlangıç varlığı yani başlayanın kendisi bunlarla açıklanamaz. Bu başlangıcın aktivasyonu için var olacak olan özel bir neden bile bütün bir nedensellik mantığını önceleyemez ve zaten varsayılan bir nedensellik olgusu da bu aktivasyonu önceden var edemez eğer öyle olsaydı nedenlerin nedenleri sonsuza kadar giderdi. Bu sıfır nokta hem nedenselliğin, hem zeminin hem de bir bileşenler sisteminin gerçek sıfır noktasıdır, burada doğan bir ilksel “can” dır ve ruh'dur ve bu ruh sözü, burası için sadece canlılığı ifade eder. Beliren bu kendinden ortaya çıkış, sıfır noktasını olumsuzlayan ama sıfır tarafından olumsuzlanmayan birşeydir ve eğer o sıfır tarafından olumsuzlanırsa ortadan kalkar, onun olumsuzlanmadan durmasının sebebi ise canlılık diye bilinen şeydir.

Burada gözardı edilen ve kendisi tek hücreden evrimleşen hominide ait örgensel yapının oluşuma hangi noktada dahil olacağı (veya işe onunla mı başlamalı) sorusu biyoloji bilimi açısından önemlidir ama bir yapısöküm yöntemi ile biyoloji alanında parçaları tek tek sökerek geriye (tek hücreye kadar) gitmek önce doğru bir uygulama gibi gözükse de bunun evrimi geriye doğru işletme gibi birşey olması zorluk çıkarır ayrıca böyle bir geri gidişte yolun bir yerlerinde, varsayılan canlılığa (akıllı varlıklar için özel bir canlılık olarak) rastlama şansı hiç olmaz. Canlılık için cansızlığın tümü ile olumsuzlanması (ing.sublate olması) ama bunun bir an için (moment) olması ve yukardaki sıfır noktası olarak kabul edilmesi gerekir ve eğer bu anlık kesinti bir ilk vuruş olarak alınırsa böyle bir salınımın dalga boyu da sürekli başlayıp biten insan hayatları olur.

Canlı yaşamın bilinen yeri dünyadır ama ne bu yaşamlar ne de dünya gerçektir, sadece  şimdide var olması onları yanlızca şimdinin o kısacık anında gerçek yapar. Yaşam ve canlılık frekansı sıfıra doğru söndüğünde ise sıfır tarafından olumsuzlanmış olacak ve belki de uzaydaki başka bir dünyasal alanda tekrardan o ilk vuruşunu yapacaktır.

Erdoğan Merdemert (24 Nisan 2012)

18 Nisan 2012 Çarşamba

Işık ve Diyalektik (Mustafa Özcan, 18 Nisan 2012)


Işık ve Diyalektik

Bu denemede oldukça soyut olmakla birlikte sağın” (pozitif, müspet, eksakt) bilimlerin temelindeki diyalektik felsefi boyutun anlaşılmasına zemin hazırlayacak olan bir konuyu ele alarak irdelemeye çalışacağım: Işık hızının sınırlılığı ve sabitliği ile bunun diyalektik açıdan anlamlandırılması.

Burada amaç, ışığın uzayzaman bağlamında fiziksel bir nokta olarak görülerek ona iki temel kozmik varoluş kipi olan özdek (madde) ve erke (enerji) şeklindeki dikotomik (bütünü tamamlayıcı karşıt çift olma) özelliğin kazandırılmasının nasılını fiziksel-matematiğin mantıksal perspektifinde betimleyerek açıklamaya çalışmaktır. Ama bunu yaparken de konuyu diyalektik düşünce kurgusu ile irdelemeyi öngörüyorum.

Kısaca, fenomenal (görüngüsel) açıdan belirtmek gerekirse; burada ışığı nicem (kuantum) mahiyeti ile dalga (erke, enerji) ve parçacık (özdek, madde) düalitesi temelinde dikotomik özelliği olan bir olgu olarak diyalektik yaklaşımla ele alıyorum. Yani diyalektiğin karşıtlıkların birlikte varoluş ilkesinin mikrokozmosda da geçerli olduğundan hareket ediyor ve bunu belirttiğim görüngede (perspektifte) irdeleme yolu ile gerekçelendirmeyi deniyorum.

Ayrıca -yuvarlak bir ifade ile- ileride bu çerçevede saf (arı) matematiksel perspektifteki (görüngedeki) temsiller için ortam oluşturan süreyin (kontinumun) üç boyutlu uzamına (vüsatına, ekstansiyonuna) dördüncü boyut zamanın katılmasıyla, yani üç boyutlu statik uzaydaki bir noktanın zaman boyutu kazanması ile kinetik hale geçmesini konu ediyorum. Ve bunun beliren işlevselliklerin gösterilmesi için konumlandırma çerçevesi mahiyeti ile bir koordinat sistemi olarak tanımlanmasına yönelik algı kurgusunun zihinlerde oluşmasını sağlamak istiyorum.

Ancak bu soyutlamanın özündeki ileri ereksel amaç kurgulanacak eşgüdemsel dizgenin (koordinatlar sisteminin) her tür büyüklük, kavram veya genel olarak kipsel görünüş için geçerli olabilecek holistik nitelikte evrensel bir konumlandırma çerçevesi olarak ortaya konulabilmesidir.

Böyle bir kurgu, fiziksel-nesnel büyüklüklerin yanı sıra biçimsel büyüklükleri de temsil edici bir ıra (karakter) kazanacağından doğa bilimlerin tümü ile biçimsel (formel) bilimler arasında genel bir diyalektik karşılıklılık (korrespondans) ilkesinin tanımlanmasına doğru önemli bir adım da olacaktır diye düşünüyorum.

Şimdi uzay zamanı mutlak izotrop (her yönü ve yeri aynı olan; özdeşyönlü) boşluk mahiyeti (neliği) ile tanımlayıp bu süreyde (kontinumda) başkaca hiçbir şeye gereksinim duymadan sonsuza dek devinme yeteneğine sahip olan bir nokta yerine parçacık ve dalga özellikli bir ışık nicemi olan fotonu (ışıncığı) ele alarak irdeleyelim. Olaya matematiksel görüngeden (perspektiften) baktığımızdan analiz (çözümleme) için koordinata (eşgüdeme) gereksinim duyduğumuzu biliyoruz.

Öte yandan mikrokozmik konulara rölativistik (göreselci) mekanik temelinde yaklaşılması gerektiğini ve dikotomik özellik diye belirttiğim özdek ve erkenin en küçük otantik temsili olan bir fotonda manyetik ve elektriksel etkileşim alanlarının kutupsallığının sırasıyla tek veya çift tözsel özlü olma şeklindeki iki farklı ıradaki durumsallığa iye olduğunu anımsatmalıyım. Bunun, eytişimin karşıtların birliği ve çelişen iki kutupluluk ilkelerinin bir sonucu olduğunu düşünüyorum.

Gene diyalektiğin her şeyin sınırlı olma zorunluluğu ilkesinin bu kapsamda göz önünde tutulması gereken önemli bir kural olduğunu biliyoruz. Bu ilke çerçevesinde, her olgunun kendi sınırları içinde var olabileceği noktasından hareket ile rölativistik (göreselci) mekaniğin temel büyüklüğü olan ışık hızı için de böyle bir sınırın varlığı kendiliğinden vaaz edilmiş olmaktadır. Nitekim bunun görgül (ampirik, deneysel) olarak kanıtının ortaya konulduğu tarih olan 1919’da Afrika’daki güneş tutulmasından beri ışık hızının kütle çekim nedeni ile sınırlılığının olağan bir gerçeklik olduğu bilinmektedir.

Yani ışık hızı da sonsuza dek artmayıp bir noktadan sonra değişmeyen doğal bir sabite şeklinde duruklaşıyor (statikleşiyor).

Biraz teknik bir bakışla toparlarsak; maddesel ortamların optik yoğunluklarının, yani ışığın ortamsal hızlarının oranı olan kırılma endeksi faz geçişindeki geliş ve kırılma ışınlarının dikeyle olan açılarının sinüslerinin oranına eşittir. Bu durumda düz mantıkla sıfır yoğunluklu mutlak boşlukta ışık hızının “sonsuza” ulaşması beklenebilecek iken ölçümlerde 300 000 km/s’de sabitlenmesi diyalektik sürecin sınırlılık ilkesinin burada da işler olduğunu kanıtlayan dikkat çekici bir olgudur. Ayrıca “diyalektik yöntem”, “holistik durum”, “dikotomik kipsellik” üçlü gerçekliği bize her şey için bir varoluş ve sınırlanış ortamını zorunlu kıldığından bunun için bir “uzaysal eter”in gerekliliğinden bile söz açmak olanaklıdır.

Böylece diyalektiğin sınırlılık için öngördüğü ilkenin genel olarak geçerliliğinin bir sonucu olarak görecelik kuramında ışık hızının sınırlılığı şeklinde de ortaya çıkmakta olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktadan bakıldığında, bu tür olguların diyalektik düşüncenin temel ilkelerinden biri olan sınırlılığın kanıtı olduğu veya diyalektiğin sınırlılık ilkesinin kuramsal olarak görecelik kuramından da önce doğada temel bir kural olduğu gerçeği ile yüz yüze gelmekteyiz.

Işık hızının sınırlılığı şeklindeki olgunun, görecelik kuramından önce eytişimsel kuramın gereği olan bir ilkenin olağan varoluş biçimi, örüntüsü olduğunu söylemek doğru bir anlatım olacaktır diye düşünüyorum.

Mustafa Özcan (18 Nisan 2012)



15 Nisan 2012 Pazar

Duyuru


Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Sn. Prof. Dr. İsmet Gedik 21 Nisan 2012 tarihinde 16.30-18.30 saatleri arasında Caddebostan Kültür Merkezinde gerçekleştireceğimiz KDP Cumartesi Sohbet Toplantımıza katılacaktır.

K.T.Ü.’de Paleontoloji ve Tarihsel Jeoloji Öğretim Üyesi olan Sn. Gedik’in uzmanlık ve araştırma konuları Paleontoloji, Biyostratigrafi ve Biyo-sosyoloji olup, “Genel Jeoloji”, “Stratigrafi” ve ayrıca “Doğadaki Oluşum Mekanizmasıyla Sorunlarımızın Çözümü” adlı kitapları bulunmaktadır.

Sn. Gedik’in ilgi alanları ve araştırmaları ile ilgli çeşitli yazılarını aşağıda linkini verdiğimiz bloglarından izleyebilirsiniz.

Sn. Prof. Dr. İsmet Gedik 22 Nisan ve 24 Nisan 2012 tarihlerinde de İstanbul - Fenerbahçe Parkı / Romantika Cafe’de farklı gruplarla bir araya gelip sohbet toplantıları yapacaktır. 22 Nisan Pazar günü toplantı saat 14.00’de google ve yahoogroups üyeleriyle, 24 Nisan Salı günü ise saat 16.30’da Doğadaki Oluşum Mekanizması (DOM) facebook üyeleri arasında olacaktır. 

ÇEVRE (Erol Erbirer, Nisan 2012)



ÇEVRE
İnsanın etkilediği ve etkilendiği dış ortama ÇEVRE denir.

Çevreyi insan, diğer canlılar ve tüm doğa oluşturur.

İnsanlar 19. asrın sonlarına kadar doğa ve çevre ile iç içe mutlu olarak yaşadılar.
Tarım ve hayvancılığı insanoğlu iki büyük iş alanı olarak seçti.

Toprakla uğraşanlar zamanla yerleşik düzene geçtiler. Yerleşik düzene geçiş insanların birbirleriyle ilişki içine girmelerini ve kentleşmeyi doğurdu. Toplumsal iletişim yöntemlerinin gelişmesi ise toplumsal bilincin gelişmesini hızlandırdı, sabanın bulunması ile üretim arttı. Çömlekçilikle başlayan değişim dokumacılıkla devam etti. Sanayi devriminden sonra teknoloji baş döndürücü bir hızla ilerledi. Bu durum insanların yaşam düzeylerini yükseltirken beraberinde yeni sorunlar getirdi.

Ozon tabakasının delinmesi, çevre kirlenmesi, ormanların ve diğer canlı varlıkların yok edilmesi tüm canlıların yaşam temellerini sarsmaya başladı.

Teknoloji ve sanayinin ilerlemesi ve buna bağlı olarak yaşam düzeyinin yükselmesi doğal kaynakların aşırı derecede sömürülmesine neden oldu. Bu olay doğal ve ekolojik dengenin bozulması pahasına gerçekleşti. Erozyon, su düzeninin bozulması, kuraklığın ve açlığın getirdiği toplu göçler zincirleme sorunlara neden oldu.

Bugün dünyamızın 1/3’ü kurak bölgelerden oluşmaktadır. İnsanların olumsuz girişimleri sonucu her geçen gün topraklar biraz daha çöle dönüşmektedir.

Bu olumsuzluklar ozon tabakasının delinmesine ve CO2 etkisiyle atmosferi ısıtarak klima dengelerinin bozulmasına neden olur. Zehirli atıklar, radyasyon, bitki ve hayvan türlerindeki azalmalar olarak sıralayabileceğimiz çevre sorunları, böylesine duyarlı bir ortamda biz insanların ne denli dikkatsiz bir yaşam sürdürdüğünü göstermektedir.

Yaşamın temelini gıda oluşturur. Son 30-40 yıl içerisinde gerek karadan, gerekse denizden elde edilen besin maddelerinde büyük artışlar sağlanmıştır.

Dünyanın doğal kapasitelerinin sonuna ulaştığımız bugün ise bu artış yerini azalmaya bırakmıştır.

Araştırmalar göstermiştir ki; çevre koşulları karşısındaki en büyük tehlike bizim bunları algılayış, yorumlayış ve özümseyiş biçiminden kaynaklanmaktadır. Bugün hala büyük çoğunluk bu noktaların son derece ciddi bir bunalım yarattığını kavrayamamıştır.

Artan bu olumsuzluklar karşısında hiç bir şey yapmamayı seçmek aslında karşı karşıya olduğumuz felaketi hazırlayan bu pervasız çevre katliamını sürdürmek demektir.

Bu tablo karşısında İngiliz Yeşiller Partisi sözcüsü Sara Perkin 1994’te Avrupa Parlamentosu kürsüsünden adeta haykırarak söylediği sözlerini şöyle noktalıyordu;

Öyle duygusuz, öyle sessiz, öyle coşkudan yoksunuz ki, sonunda kendi yok oluşumuzu izleyip sahneden çekilecek son tür haline gelebiliriz. Mezar taşımızdaki yazıda, ‘olacak olanı gördüler ama durduracak aklıdan yoksundular’ yazacak”.

Doğaya ve çevreye ancak bilgi ve birikimle yaklaşırsanız o uyumlu ve özverilidir. Doğa ve çevreye söz geçirmek için akıl gerekir.

Doğadan ve çevreden uzaklaştığımız takdirde yapay dünyanın yapay insanları oluruz. Tıpkı yapay çiçekler, naylon fideler, plastik bitkiler gibi.

İnsanlar doğadan ve çevreden uzaklaştıkça sentetik mutluluklar aramaya başladı.

Dünya ve çevreyi kendi çıkarlarının kullanıldığı bir savaş alanına çevirdiler. Bugün özellikle geri kalmış ülkelerde, geçmişin birikimiyle geleceğe uzanmayı amaçlayan soylu insan çabası, yerini köşe dönücülüğe bırakıyor. Emekle, özveriyle, bilgiyle ve bilimsellikle değil, “Açıkgözlülük” sanılan yalanlarla çıkar sağlama salgını hızla artıyor. “Okumak niye? Paran varsa kuralı sen koyarsın” gibi tümceler türetiliyor, çıkarcılık gelişiyor.

Bu olumsuzluklar böyle geliştikçe çağımızın en temel sorunu olan insanın kirlenmesi başlıyor.
İnsanlar kirlenmeye başlayınca erdemler kirleniyor. Erdemler kirlenince eylemler de kirleniyor. 

İşte bugünün en büyük sorunu. Artık gözüpek ve dosdoğru biçimde harekete geçmeliyiz.

Peki ne yapmalıyız?
1-    Doğa ve çevreye verilen zararlar onarılarak insanın doğa ve çevrenin bir parçası olduğu, doğa ve çevre zarar görürse insanın da zarar göreceği bilinmeli, anlaşılmalı, kavranmalı,
2-    Ekolojik dengenin bozulmamasına dikkat edilmeli, kaynaklar insan mutluluğu için değerlendirilmeli, ama asıl kaynak asla kurutulmamalıdır,
3-    Gereksiz yere hiç bir şeye zarar verilmemeli, gerekliliğin ölçütü bilimsellik olmalı,
4-    Uzun dönemli bilimsel çabalarla çağdaşlık sağlanmalı,
5-    Doğal kaynakların en başında insanın geldiği asla unutulmamalı ve insanın kültürel gelişmesine son derece önem verilmelidir,
    
    Bütün bu anlatımlarla bilime, güce ve güzelliğe aynı ölçüde adalet ve erdemlere değer vererek dünyayı, çevreyi tüm varlıklarıyla kucaklamalıyız.

    Bunları yapmadığımız takdirde gelecekte çocuklarımıza nasıl bir dünyayı miras olarak bırakacağımız düşünülmelidir.

KARAR BİZİM, SÖZ KONUSU OLAN DÜNYADIR

Yaşlı adam sahilde yerden bir şey alıp okyanusa atan gence yaklaşıp seslenmiş;

-       Günaydın, ne yapıyorsun böyle?
-       Okyanusa denizyıldızı atıyorum.
-       Neden atıyorsun?
-       Güneş yükseldi, sular çekiliyor, onları suya atmazsam ölecekler.
-       Kilometrelerce sahil binlerce denizyıldızı ile dolu, hiç bir şey farketmez ki!

Genç adam yerden bir tane alıp denize fırlattı ve “bunun için farketti” dedi.


Yaşlı adam gencin evrende gözlemci olmayı, olup biteni izlemeyi değil, oyuncu olmayı ve bir fark yaratmaya çalıştığını anladı ve utandı.


İşte bizler de gözlemci olarak olup biteni izlemeye değil, oyuncu olup bir fark yaratmaya çalışmalıyız.

Erol Erbirer (Nisan 2012)


7 Nisan 2012 Cumartesi

Duyuru: Kadıköy Düşünce Platformu 2012 İlkbahar Paneli


"Kadıköy Düşünce Platformu 2012 İlkbahar Paneli" aşağıda belirtilen yer ve zamanda yapılacaktır. Bütün KDP grubu üyeleri ve konu ile ilgilenenler davetlidir.

Panelin Konusu: "Bilgi Sistemleri"
Yer: İstanbul Yelken Kulübü Fenerbahçe Tesisleri Toplantı Salonu (Fenerbahçe Burnu, İstanbul)
Zaman: 12.05.2012 Cumartesi, Saat: 16.30 - 18.30
Moderatör: Mustafa Özcan
Konuşmacı: Prof. Dr. Murat Dinçmen

3 Nisan 2012 Salı

Termodinamik ve Diyalektik (Mustafa Özcan, 3 Nisan 2012)

Termodinamik ve Diyalektik
Konu, ısıl nitelikli erkesel (enerjetik) görüngülerin bilimi olan termodinamiği şimdiye dek yapılmamış bir bakış açısından ele almak düşüncesi olunca bunun en iyi diyalektik (eytişimsel) düşünce uzayında sorgulama yoluyla yapılabileceğini düşündüm. Böylesi bir çözümleme çabası için en uygun yaklaşımın ise termodinamiği bir sistem olarak görüp bu bağlam ile diyalektik görüngede irdelemek olduğunu düşünerek bu denemeyi yazmaya karar verdim.
İlk bakışta termodinamik kavramının içlem yönünden diyalektik ile ilgisi yokmuş gibi görünmektedir.
Ama öte yandan diyalektik sürecin gelişkin bir noktaya erişmiş her kavramı dikotomik mahiyet ile birbirine bağlayan omurgasal bir örüntü ortaya koymakta olduğunu da biliyoruz. Bu bakımdan termodinamik kavramı diyalektik görüngede ele alındığında ilk semantik (anlambilimsel) algıda hissedilmeyen ancak derindeki özde bulunan bağlantısallığı (bilimsel deyişle bağıntısallığı) görmek olanaklı olacaktır diye düşünüyorum. Bu düşüncemi termodinamik sistemler kapsamında bir ısı aktarım olayı olan ışınım görüngüsü (radyasyon fenomeni) örneğinde irdeleyip gerekçelendirmeyi deneyeceğim.
Konuyu bir düşünce deneyi çerçevesinde ele alalım. Bu kapsamda ısının meta kategorisi mahiyeti ile bir erke (enerji) taşıyıcısını temsil eden ışıkcığı (fotonu) ilkin “duyulur bir dünya” olgusu olarak irdelemek istiyorum.
İçinde bulunulan kapkaranlık bir odada, hem dalga hem de parçacık ırasındaki nicem (kuantum) nesnesi olarak bir ışıncık salınıp da retinada veri (data) olarak algıladığında artık o zihinde anlambilimsel bir dönüşüm ile bilgi olmaktadır. Işıncıkların aynı noktadan belirli bir süre ile aralıklı olarak salınması oranın bir ışık kaynağı, salmada süreler arası periyodiklikte kesinlik varsa bu kez de kaynağın yapay olduğunu anlarız. Yani, odada bir ateş böceği değil de bir mikro sinyal oluşturucu aygıtın var olduğu yönünde karara varırız.
Ama dikkat edelim: Bu kesin periyodiklik- yapaylık, aperiyodiklik-doğallık ilişkisi yeryüzündeki ışık kaynaklarına özgüdür. Göğe radyoteleskopla bakıldığında eğer tesadüfen çok yüksek hızla dönmekte olan nötron yıldızlarının pulsar tarzı ışınımına rast gelinmiş ise ve de salınım frekansındaki o olağanüstü hassasiyet bilinmiyorsa kaynağın yapay olduğu sanılabileceğinden gözlem yanılgıyla sonuçlanabilir!
İşte yukarıda belirlenen olgusal periyodiklikten yapaylığı çıkarsamak bilişsel bir süreç, sonuç ise ileri aşama bir bilgidir. 
Öte yandan odada üç ayrı renkte kaynak olduğunu varsayarak bunları uygun bir şekilde beyaz ışık verecek şekilde organize edebiliriz. Bildiğimiz gibi, ışığın mavi, yeşil ve kırmızı olan üç rengi Newton Çarkı deneyinde olduğu gibi birleştirildiğinde kendiliğinden beyaz renk oluşur; böylece gökkuşağında gördüğümüz ayrışmanın tersinimi olan bileşmeyi deneysel yolla elde etmiş oluruz. Buradan beyaz dediğimiz renksiz ışığın temelde üç rengin tümleşmesi sonucunda ortaya çıktığını anlarız. Ayni şekilde üçlü bölümüşlük yerine dikotomik çift, yani birbirini tamamlayıcı olarak görünür izgeyi (tayfı) ikiye bölen renklerle de beyaz (renksiz) rengin elde edilebildiğini biliyoruz. Bu tamamlayıcı (komplementer)  ilkililer ile ilgili olarak çeşitli renk kuramlarına göre farklı temel renkler tanımlanmış olmasına karşın en çok bilinenleri kırmızı-yeşil, mavi-portakal ve sarı-mor çiftler olduğunu belirtelim.
Böylece yukarıda ışık ve renk örneklerinde olduğu gibi uzun zamana dayanan gözlemler sonucunda ulaşılan ve deneysel yollarla doğruluğu kanıtlanan olguların zihindeki bireşimleri (sentezleri) olan pozitif nesnel bilgiler kazanılmış olur.
Şimdi olgunun diyalektik ile ilişkisini sorabiliriz.
Bu son örnekte diyalektik süreç kendini renkli iki ışıncıktan beyaz (renksiz) ışıncığa olan nitel dönüşüm şeklinde gösterir. Birinci örnekte ise elekromanyetik ıradaki nicel ışıncığın beyinde kimyasal süreçle nitel olarak bir sinaps oluşturması diyalektik nicel-nitel dönüşümü temsil eder.    
Öte yandan, zihinde içsel yargılar olan düşünümleri (refleksiyonları) mantıksal çerçevede uslamlama yoluyla daha da soyut düzeylere de vardırmak olanaklıdır. Örneğin ışığın yapısıyla ilgili biçimsel olan yeni bazı varsayımlar ileri sürer, tezler geliştirebiliriz.
İlk ortaya atılışında sadece tez olan, bu bakımdan varsayım (faraziye,  konjektür) diye yaftaladığımız bu zihni kavramlar çerçevesinin olgusallığı doğruladığında onu artık kuram (nazariye, teori) diye adlandırırız.
Şimdi biraz daha farklı bir hususa değinmek istiyorum. Bir konu hakkındaki bu tür zihinsel etkinliklerin başlangıç aşamalarında birbiri ile özdeş, eş ve benzer olan bilgilerin toplanmakta olduğu bir evreden belli bir birikme değerine ulaşılması ile birlikte bilgilerin karşıtlarının da çağrışıldığı, algılandığı bir evreye geçilir. Böyle bir nitel dönüşüm, zihinde sadece benzer bilgilerin çağrıştırıldığı düz mantıksal evreden bilginin karşıtlarıyla birlikte çağrıştırıldığı diyalektik mantıksal evreye gelindiği anlamına gelmektedir. Bu durum yeni bir hiyerarşik düşünsel düzeyin ortaya çıkışını haber vermektedir.
İşte bu aşama, yani teorinin de ilerisine, diğer bir deyişle pek çok zıt gibi görünen kuramsal yapının bütünleşip onun ötesinde bir genelleşme ile hiyerarşide yeni bir düzeye geçme durumunun oluştuğunu göstermektedir. Hatta belki de bu soyutlama hiyerarşisinde son katmana ulaşılmış bir zihin hali olarak nitelendirilebilecek yalnızca ilke ve ölçütlerden oluşan bir düşün şekli olan bir sorgulama düzlemine erişilmiş olunduğunu göstermektedir.
Böyle bir duruma 21. Yüzyıl için “çağdaş bilgelik” diyebiliriz. Bu sorgulama düzleminde artık niceleyici olanlardan daha fazla niteleyici sorular iş görür; çünkü artık “duyulur dünya”nın algı temelli pozitif nesnel bilgisinden daha çok “düşünülür dünya”nın soyutlamaları zihni tasarım üretimine egemendir. Ayrıca bu aşamada karşıtlıkların egemen olduğu diyalektik bir süreç ile uslamlama yapılabilmektedir. Böylece de özünde yüksek düzeyde hiyerarşik dikotomik (bütünü tamamlayıcı karşıt çiftsel ıralı olma anlamında) örüntülü tümleşmelere sahip bu tür hiper soyut düşünsel yapıların incelenmesinin artık olanaklı olabileceğini düşünüyorum.
Şimdi düşünsel deneye geri dönelim.
Kapkaranlık odada eğer bir ışık taneciği olarak ışıncık salınmaz ve gözün retina tabakasında bir veri niteliğinde uyarım oluşmaz ise, sonuçta zihinde de bilgi oluşmayacaktır demektir.
Genel olarak dışsal sistematik verinin, yani enformasyonun birikiminin yeterli düzeylere dek artmadığı bu ortamlarda ötesi (meta) nesnel bilgi neliğindeki (mahiyetindeki) varsayım ve teori formülasyonu gibi daha ileri bilgi aşamalarının ortaya çıkamayacağı, nihayetinde de diyalektik düşünme evresine gelinemeyeceğini vurgulamak gerekir. Diyalektik düşünme evresine geçilemez ise bilgi uzayının öz yasa, ilke, meta kuram gibi ileri meta bilgi kategorisi ürünlerinin oluşturulması da olanaklı hale gelemeyecektir.
Ama bunu engellemenin her zaman bir yolu vardır; o da bu makalede örneğini vermeye çalıştığımız gibi diyalektiğin teori-pratik birlikteliği ilkesiyle uyumlu olarak uygulamayla tümleşmiş  ileri kuram çerçeveleri üretmeye yönelik olan derin soyutluluğun ince uzun yolunda ilerlemek için sürekli uğraş vermek...
Mustafa Özcan (3 Nisan 2012)

Kitap önerileri (Herkese Biraz Daha Bilim)

Herkese Biraz Daha Bilim        

Yazar: Claude Allègre
Çeviren: Birsel Uzma
Sayfa: 400
Ölçü: 13.5 x 19.5 cm
ISBN: 978-975-08-1637-6
YKY'de 1. Baskı: Ağustos 2009
Fransız Bilimler Akademisi, ABD Ulusal Akademisi ve İngiliz Kraliyet Bilimler Akademisi üyesi profesör Claude Allègre, bilimin büyük kazanımlarını herkesin anlayabileceği bir düzeyde ele almaya devam ediyor.

Yine Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Herkese Biraz Bilim’in devam kitabı olan Herkese Biraz Daha Bilim, teknik bir yapıt ya da bir ders kitabı değil, 21. yüzyılın sıradan insanına yönelik bir genel kültür kitabı. Bilimin öz niteliğinden ve kesinliğinden ödün vermeden, bu büyük serüvenin tarihsel, insani ve yaşayan yönünü izlemek isteyenler için...

Kitap önerileri (Herkese Biraz Bilim)

Herkese Biraz Bilim

Yazar: Claude Allègre
Çeviren: Ahmet H. Durukal
Sayfa: 314
Ölçü: 16.5 x 22 cm
ISBN: 978-975-08-1260-6
YKY'de 1. Baskı: 2007
Fransız Bilimler Akademisi, ABD Ulusal Akademisi ve İngiliz Kraliyet Bilimler Akademisi üyesi profesör Claude Allègre’den bilimi sevenler için harika bir kitap Herkese Biraz Bilim. Allègre Önsöz’de kitabını şöyle tanımlıyor: “Bu kitabın amacı bilimin büyük kazanımlarını, bunların en zor olanlarını bile herkese erişilir kılmaktır. Teknik bir yapıt ya da bir ders kitabı değil, 21. yüzyılın sıradan insanına yönelik bir genel kültür kitabı bu.” İşte bu düşünceden yola çıkılarak hazırlanmış Herkese Biraz Bilim. Claude Allègre fizik, kimya, biyoloji, astronomi ve yerbilim dallarında ele aldığı bütün konuları, “bilimin verdiği zihinsel hazzı” herkesle paylaşabilsin diye son derece sade bir dille yazmış.