28 Mart 2012 Çarşamba

Atomaltı Parçacıklar Düzenli Olabilirler Mi? (Erdoğan Merdemert, 28 Mart 2012)


Atomaltı Parçacıklar Düzenli Olabilirler Mi?

Stephen Hawking kara deliklerde zamanın olmadığını ve büyük patlamanın bir kara delik örneğinde olduğu gibi meydana geldiğini, bundan dolayı da zamanın olmadığı yerde yaratıcının da olamayacağını belirtiyor, ayrıca düzenli bir yapının kuantumunun düzensiz olduğunu belirtiyor.

Bu noktadan hareketle:

Atomaltı parçacıklar düzenli olabilirler mi? Bu herşeyden önce bir decoherence (eşevresizlik alanı) olduğundan onun ne gibi bir düzen içinde olması beklenebilir? Kuantum sıçramaları, kararsız fotonlar, saçılan sezgisel parçacıklar, rastgele alfa ve beta ışımaları,  parçacıkların birbirini yok etmesi (annihilation), elektromanyetik bozunma (decay), kuarkların, leptonların ve dört kuvvet taşıyıcısının yapısı, nötron beta bozunması gibi rastgele ve düzensiz oluşumlar hep bu alanın etkinlikleridir. Zaten böyle bir ölçekte düzen bulunması hem deneysel ve hem de düşünsel/sezgisel açıdan çok ama çok saçma. Bu rastgele ve stabil olmayan parçacık devinimleri öyle gözüküyor ki özünde sadece birer devinim ve hepsi o kadar.

Bu alandan mezo dünyayı anlamlandırmak (kurmak) da hiç mümkün gözükmüyor. Bunun böyle olması yadırganacak veya şaşılacak bir durum değil, çünkü bunun bugünkü veya gelecekteki bilim tarafından başka türlü olabileceği kabul edilemez. Atomaltı parçacıkların ne olursa olsun her zaman mutlaka bir yasaya uymayacağını kabul etmemiz gerekir. Mesela bir elektron herhangi bir zamanda rastgele bir sıçrama yaparak yörüngesini değiştiriyor ise şimdi onun bir yörüngeye ait olması kuralı geçerli olsa da bu hareketini açıklamak mümkün olmaz (atomların üzerindeki elektron kabukları o kadar kuvvetlidir ki yapılan deneylerde hiçbir basınç altında esneme göstermemişlerdir).

Atomaltı parçacıkların tüm devinimlerinin sanki programlanmış gibi cereyan etmesi bir yana onların bir olasılık kapsaması bile düşünülmez. O zaman atomaltı parçacıklar dünyasının araştırılması mezo ölçekteki bilim dünyası için çarpık bir istek ve merak konusu olmalı. Ama yine de bu meraka kapılarak bir an için orada bir düzen ve stabilize olduğunu ve aynı klasik fizik yasaları gibi kuantum yasalarının bu alanın tümünde şaşmaz etkinliğinin bulunduğunu varsayalım; böyle bir düzenliliğin en azından bir amaca yönelik olması gerekir ki, atomaltı alanların böyle bir yönelimi yoktur, bir yöntem düşünüldüğünde de durum aynıdır. Maksatsız ve gayesiz bir dünyada düzene ve organizasyona ihtiyaç olmadığından kuantum mekaniği çoğunlukla rastgele davranır.

Hawking haklı olabilir, olmayabilir, kısmen haklı olabilir, saçmalıyor da olabilir.

Tabii bunlara karar verecek güçte ve yetkinlikte bir akıl bulabilirsek o zaman onu var edeni de tanımış oluruz.

Erdoğan Merdemert (28 Mart 2012)

http://www.kadikoydusunceplatformu.blogspot.com/

Kozmos ve Termodinamik (Mustafa Özcan, 26 Mart 2012)


Kozmos ve Termodinamik

Makalenin ilk bölümünde ayrık şeylermiş gibi gözüken kozmos ve termodinamik kavramlarının ısı fiziği görüngesindeki ortak olan yanları hakkında bazı bilgileri okurla paylaşmak istiyorum.
Kozmos ısıl bir sistem olarak düşünüldüğünde sıcaklığın teorik alt sınırı için -273,15° C(elsius)’luk (0 Kelvin’lik) mutlak bir değer verilir. Bu sıcaklık değerine termodinamiğin üçüncü yasası uyarınca erişmek imkânsızdır.
Ancak konuyu ‘düşünülür’ değil de ‘görünür’ dünya olarak ele alırsak; yani sıcaklığı doğal ölçülebilir olgulara göre değerlendirirsek kozmik fon ışıması olarak ölçülen 2,7 K(elvin)’lik değeri evrenin sıcaklığı için pratik alt sınır olarak kabul etmek gerekir.
Kozmosun ölçülebilen sıcaklık üst sınırı için ise iç sıcaklığının on milyonlarca derece olduğu hesap edilen mavi ışık salan yıldızların yüzeyindeki sıcaklığı temel almak doğru olacaktır.
Ama unutulmamalıdır ki beklentilere ters olarak bunların yüzey sıcaklığı sadece yaklaşık 33 000 K(elvin)’dir. Karşılaştırma olması açısından hem büyüklük hem de parlaklık bakımından yıldızlar arasında orta yerlerde bulunan Güneşimizin yüzey sıcaklığının 6.200°C civarında olduğunu anımsayalım. 
Ancak sıcaklık teorik üst sınır değeri için Planck sıcaklığı olarak hesaplanan 1,41679 x 1032 K(elvin) verilmektedir. Yani “Büyük Patlama” sıcaklığı…
***
Şimdide termodinamiği bir disiplin çerçevesinde ele alarak oluşumundaki okul ve temsilcileri anımsamaya çalışalım.
Bu kapsamda termodinamik disiplinini kuran okulların bazılarını belirterek temsilcilerinin önem bakımından konumlarına değinmek istiyorum.
Çoğu bulundukları kentin adıyla anılan ikisi Alman, ikisi Britanyalı diğerleri Fransız, Avusturyalı, Amerikan ve Hollandalı olan sekiz termodinamik okulundan disiplinin temellerinin atılmasına yapmış oldukları katkı bakımından Berlin ve Glasgow’un özellikle belirtilmesi gerekir diye düşünüyorum.
Klasik fiziğin başta gelen alanı olan ısıl süreçler dinamiğinin gelişmesine önemli katkısı olan bu okulların temsilcisi bilim adamları içinde matematiksel termodinamik disiplininin önde gelen kurucusu Alman Rudolf Classius ile istatistiksel termodinamiğin önde gelen yaratıcısı Avusturyalı Ludwig Boltzmann’ı bu kapsamda anımsanması gereken ilk iki bilimci olarak görüyorum.
Öte yandan, sonsuz küçükler hesabına dayalı diferansiyel denklemleri ile fiziğin tüm teorik alanlarına olduğu gibi termodinamiğin de matematiksel yönde gelişmesine ön ayak olmuş İskoç James Maxwell’in Edinburgh Okulu’nu temsil ettiğini belirtmeliyim. Ama teorik mikro termodinamik olarak da addedebileceğimiz istatistiksel mekaniğin Bolzmann ve Maxwell ile birlikte üçüncü yaratıcısı olan Amerikan Okulu’nun temsilcisi Josiah Willard Gibbs’in bu alanda ikinci büyük katkının sahibi olduğunu da kesin bir dille söyleyebiliriz.

Mustafa Özcan (26 Mart 2012)


http://www.kadikoydusunceplatformu.blogspot.com/

Bilimler Üçlü Grubunun Evrensel Süreğen Döngüsü'nin uyandırdıkları... (Sn. Mustafa Özcan’ın KDP Bloğu’nda yayınlanan “Bilimler Üçlü Grubunun Evrensel Süreğen Döngüsü” başlıklı yazısına Sn. Zehra Köseoğlu tarafından yazılan yorum)

Yazınızı okuyunca, şöyle bir durdum: Son bir senedir titizlikle kurgulanmış, telaşsız, son derece oturmuş bir çerçevede yazılarınızı bu noktaya getirirken ben neredeydim anlamaya çalıştım ama beceremedim.

Anlamadığım şey şuydu: Okumuyor muydum, okuyorum da düşünmüyor muydum, yoksa her ikisini yapsam da anlamıyor muydum?

Bunlara cevabım pozitif ise, yazınızın bugünkü geldiği noktaya olan şaşkınlığımı nasıl açıklayabilirdim?
…………………………………………………………

Şimdi yazacaklarım, yazdıklarınızdan anladıklarımı pekiştirmek amacıyla tekrar ettiklerimden ibaret olacak. Yeni bir şey olmadığı gibi eksik hatta hatalı yanları da olabilir. Bir anlama çabasına dair olduğu için, bu satırlara olası eksikliklerin ve hataların üzerinde durmadan devam etmek istiyorum.
…………………...........................................................

İnsansı varlık dörtten iki ayaklılığa geçti.

El ve beyin, düşünen ve uygulayan oldu.

Yani bir bütünün iki parçası gibi, biri düşündü diğeri de yaptı.

Bu geçişte sinir sistemi oluştu.

Beyin bu aşamaları geçerken gerek dokunmayla, tutmayla, görmeyle, gördüğünü çizmeyle vb şekilde edinmeye başladığı verileri işleyebilecek değişimleri geçirmeye başladı.
Veri girişi arttıkça, bunu tutacak hücre sayıları arttı.
Hücre sayıları arttıkça, hücrelerin ilişkisi arttı. Bu artışların hepsi de nitel değişikliklere yol açtı.

Beyin bu değişimleri geçirdikçe başlangıçta yüksek entropi(düzensizlik) sahibiyken, veriler bilgiye(enformatik) döndükçe düzene doğru ilerledi.

Bunlar yavaş yavaş Mantık tarafından insan zihnini soyut anlamda yapılandırırken, aslında bu yaratımın ana teması Doğa oldu.
Doğa insandan önce ve sonra varolan şey diye bildiğimiz fizik, kimya ve biyolojinin kanununun (kestirme bir tanımla) yani kayıt esnasındaki verinin ta kendisiydi.

Yani boş bir beyaz tahtayı düşünürsek; tahtanın kendisi zihin, yazılanlar Doğa ve yazan da Mantık’tı.
Burada tahta olmadan yazanın kendini ortaya koyma sebebi/dürtüsü olamadığını algılayabiliriz.

Ana tema yani yazılanlar (Doğa) ise hem yazanı(Mantık) hem de tahtayı (zihin) gelişmeye zorladı.

Tahta, bir hamlede basit bir ilişki ve kısa bir veri zincirle kaydedilemeyen edinimler için büyümek zorunda kaldı.
Daha çok yer açması gerekti. Daha çok hücre geliştirdi.

Zamanla Doğa’nın içinden çıkıp türeyen ve kendiliğinden akıllı bu varlık(insan) sayısal olarak arttı.
Arttıkça kümeleşti, ihtiyaçtan birbirine dönük ve iletişimsel oldu.
Dili yarattı.
Düşüncesini aktarmaya başladı. O andan itibaren Doğa’ya yani yazılana ekleme yapmaya başladı.

Tabi mantığı da değiştirmek ya da geliştirmesi gerekti.
İnsanlık geliştikçe fiziği-kimyayı (Doğa’yı) deneyler ve ispatlarken, teoriden pratiğe geçişini yapabildi.

Bir parçası olduğu Doğa’nın kendi(insan) tarafındaki teorik-pratik incelemesini aynı şekilde yapamayacağını anladı.
Bunu farklı yöntemlerle incelemesi gerektiğini düşündü.(geçmiş yazılarınızda ifade edildiği gibi)
Toplumsallaştıkça da Doğa’ya etkileri ve değiştirdikleri artarken, hem değişen Doğa’yı hala incelemekte hem de toplumsallaşmanın ürünü olan Kültür’ü de geriye doğru anlamaya çalıştı. Bu biraz kutu içinde kutu gibiydi.

Yani insan başlangıcından çok farklı olarak kendini ve kullandığı mantığı başta olmak üzere, parçası olduğu Doğa’yı da değiştire değiştire bambaşka bir noktaya geldi.
…………………..........................................................

Son yazınızda bilimin bunların üçü (Formellik-Doğa-İnsan ya da Mantık-Özdeksellik-Topumsallık) bir arada sistemleşerek bugünkü halini aldığını özetleyerek bir de ekleme yaptınız.
İlkin ve ilksel bilgi kaynaklarını (sayı sayma & çizgi çizme, taş yontma & gök cisimlerini betimleme, geçim sağlama & iş bölümü) sıraladınız.

Holistik bilimdir bundan sonra, gelecek dönemin adı dediniz.
………………….........................................................

Bir KDP katılımcısı olarak bu kadar bilginin hap şeklinde verildiğini sohbet toplantılarımızda defalarca düşünmüştüm de son yazıyla neye baktığımın farkına varmam biraz zaman aldı.

Bu seferki haptan da öteymiş meğer.

Nereye bakmamız gerektiğini ve neredeyse nasıl bakmamız gerektiğine kadar tüm bilgiler en özet haliyle yazınızdaydı.

Bu üç bilgi kaynağının güncel halini düşünerek ve örnekleyerek yola çıkılabilir elbet.

Buradan hareketle, başlangıç seviyesindeki, kendi spekülatif düşüncemi sizlerle paylaşmak istiyorum.

“sayı sayma & çizgi çizme” nin güncelini kullandığımız güncel araçlarda düşünürsek:

İnsanoğlunun bugünkü hayatında mantık ve matematiğin geldiği noktada nasıl değişimlere ve gelişimlere ön ayak olduğunu biliyoruz.
Masum ve neredeyse bir oda büyüklüğündeki bilgisayarla başlayan ve şu anda herşeyin simgesel veri iletimi + işleyişi + sonlandırışı ile kurulmadık sistem kalmadı gibi.

Her geçen gün hayatımızdaki yeri artmaktadır.

Bugün 60 yaşın üzerinde olup, köyde yaşayan ve okuma-yazma bilmeyenlerimizin bile kullandığı makinalarda/cihazlarla bu etkiyi yaşamaktayız.
Farkında değiliz, o ayrı.

Mesela kalemle yaptığımız bazı hesaplamaları zamanla kollu hesap makinalarından bugünkü tuşlu hesap makinalarıyla yapmamızı ele alalım.
Önceden iki parmak ucunun kavraması ve beraber tutmasıyla yazılan ve yapılan işlemler bugün makinanın tuşlarına dokunarak yapılıyor.
Kalemden bilgisayar klavyesine geçen eller, 10 parmak ve yine hafif vurma-dokunma hareketiyle yazıyor.
Günlük hayatımızda nadiren tuttuğumuz notlar dışında yazı yazmıyoruz neredeyse.
Mektup da çıktı hayatımızdan. Malum yeni yeni tablet bilgisayar modeli ile tuşlar da kalktı. Dokunarak yönlendiriyoruz yazıyı.

E ne var bunda diyebiliriz.
Acaba el ve parmaklarımız bunda 5000 yıl sonra da bugünkü halinde olacak mı?

Hadi daha yakın zaman için zorlayalım zihnimizi.

Kullanılmayan parmak ve el kasları fizyonomimizde ya da hastalılarımızda yakın gelecekte nasıl bir değişikliğe sebep olacak?

Yazmaya başladığım satırların başında el ve beyin bir bütündür demek istemiştim.

Çağlar önce 2 ayaklılığa geçerken elini kullanarak gelişen insan, dokunmatik bir hayatla beynimizde yeni imgeleri oluştururken eskileri de köreltiyor mudur dersiniz? Beynimiz geriler mi acaba?

Eskiden silmek dediğimizde silgiyi düşünürken, artık Delete tuşunu düşünenler sayısı, kentleşmenin olduğu yerlerde ve çalışanlar arasında hiç az değil, biliyorum.
Hayatta bir “undo” yani geri al tuşunun eksikliğinden bahseden ve en azından bir adım(yapıç-ediş-deyiş) geri alamanın haksızlık olduğunu söyleyenler dahi var.
Bu insanların beyinlerinde kayıtsal neler değişiyordur kimbilir.

Türkiye’de çalışanların ve yoğun olarak bilgisayar kullananların sayısını düşünürsek ve bunu bir de dünya genelinde hayal edersek, acaba insanoğlunun geleceğinde el-beyin ilişkisinde incelenmesi gereken değişimler bulabilir miyiz? Nitel bir değişime yataklık eden nicel sürecin içinde miyiz dersiniz?

İnsanın bir kısmı bu tip bir değişime doğru giderken bir kısmı da olduğu yerde sayıyor ve kumanda tuşları ile makinaların açma-kapama tuşları arasında yaşıyor.
Beyinde basmatik bir nokta gelişmiş olsa gerek değil mi; kaç yıldır tuşluyoruz neticede

Yazım daha uzayacak ancak devam etmektense diğer KDP katılımcılarının kalan diğer iki bilgi kaynağı için kendi spekülatif örneklerini ekleyerek, Mustafa Bey’in son yazısıyla bize açılan bu fırsatın yaratıcıları olmaya buyur ediyorum. Holistik bilime, kendi geleceğimizi öngörebilmek adına yapmakla başlayacağımız zihinsel egzersizlerimizin ardından Doğa ve İnsan Bilimlerinin gelecekteki kavramsal boyutuna yapacağımız katkıyla yakınlaşabiliriz umuyorum.

(Zehra Köseoğlu, Mart 2012)


http://www.kadikoydusunceplatformu.blogspot.com/

GDO Oyunu (Ateşan Aybars, Mart 2012)

YENİ DÜNYA DÜZENİNDE TAHILLARIN SİLAH OLARAK KULLANILMASI VE KÜRESEL NÜFUS KONTROLÜ (WASHİNGTON’UN BÜYÜK GDO OYUNU *)

1980 öncesi Arjantin çiftçileri tarafından kaliteli sebze ve et gibi gıdalar en az borçla sağlıklı bir şekilde üretiliyordu. Ancak, küreselleşmede gıdanın üretilmesinin silah olarak kullanılmaya başlanması Rockefeller / Baba Bush-Menem işbirliği ile tetiklendi. Böylece, küreselleşme yoluyla ülkelerin kendi kendini besleme olanakları sistemik olarak ortadan kaldırılmaya başlandı. Cargill, Monsanto, Dreyfus, Novartis, ADM gibi ÇUŞ’ler finansal sömürü yanında GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) projesi ile Arjantini kobay ülke olarak kullanmaya başladılar.

Sık sık gündeme getirdiğimiz IMF kapanı ve Arjantin’in borç batağına itilmesi (Türkiye’nin olduğu gibi) son derece çarpıcı olayları dikkat çekici bir şekilde ekrana getiriyor (özetlersek, 1970’lerde H.Kissinger’in Solje-Baden Bilderberg toplantısı ile petrol fiyatlarının -Yum-Kippur savaşı ile- dörde katlaması sonucunda NewYork ve Londra bankalarında elde edilen petro-dolarların gelişmekte olan ülkelere önce kredi şeklinde verilmesi ve ardından 1979’da ABD faiz oranlarını %300 artırılmasıyla çaresiz borçlu ülkelere IMF reçetelerini (ulusal duvarların yıkılması, özelleştirme ve yabancı sermayeye açma gibi) dayatmalardı. Hatta borçların tahsilatı için Büyük Britanya Başbakanı Thacher’in (Folkland Adaları) yaptığı gövde gösterisi hatırlardadır. Bu, küreselleşme olarak bilinen olgunun finansal yüzüdür. Ancak, Kissinger’in dediği gibi ‘enerjiyi kontrol edersen ülkeyi, gıdayı kontrol edersen insanı kontrol edersin’ sözü ile tarım politikasının Tarım Bakanlığına bırakılmayacak kadar önemli olduğunu söylemi küreselleşme sürecinde asıl hedefin stratejik tahıl emtiasının stratejik bir opsiyon olduğu görülmeye başlandı. İLK UYGULAMA ALANI ARJANTİN TARIM ALANLARI).

Kısa bir Arjantin geçmişi; Bilindiği gibi Peronist dönemde merkezi hükümet ve özel sektör ahenk içinde İskandinav örneği sosyal bir demokrat yapı içinde mutlu şekilde büyümesini sürdürdü. 1976’da Washington tertipli askeri darbe ile istikrar bozuluyor. Kissinger ve N. Rockefeller’in yakın arkadaşı amiral Cezar Guzetti tarafından 15.000 aydın, birçok işçi lideri ve muhalifler katledildi. Maliye bakanı Martinez de Hoz ile başlayan ulusal iradenin kırılması süreci El Turco lakaplı Menem ve Cavallo ile tam teslimiyete kadar – aynen ülkemizde olduğu gibi- yandaşların zenginleştirilmesi ile devam ediyor. Ama Arjantini bekleyen acı daha büyük.. Tarım’ın peşkeş çekilmesi; Biyoteknoloji yapılı ÇUŞ’lerin çıkarları için insanların kobay olarak kullanılması süreci başlatılıyor. Şu tesbiti de yapmak gerek: Petrol ÇUŞ’leri sadece paraya ve bir ölçüde çevreye göz dikerken, biyoteknoloji ÇUŞ’leri insan yaşamını doğrudan  deney tahtası olarak görüyorlar.

1991’de Cargill, Monsanto gibi biyoteknoloji kökenli ÇUŞ’lere genetiği değiştirilmiş ürünlerin Arjantin’de ekilmesi için izin verildi. (Menem’in sözde bilimsel Tavsiye Komitesi (Pseudo-Scientific Advisory Committe) ile ÇUŞ’lerin bir ajanı olarak görev yaparak Arjantin tarımını da gözden çıkardı. Girişimin lideri Monsanto GDO cinsi soya (Roundup Ready Soya) ile Arjantin’de 10 milyon hektar alana ekildi. (Zirai mücadele’de genetiği değiştirilmiş bu tür soyanın ot ve böceklerden korunması için Monsanto’nun pahalı kimyasalları kullandırıldı. Dahası, Arjantin çiftçileri GDO’ların yeni sezonda ekim için pahalı tohumu da ÇUŞ’lerden almak zorunda, ardından da GDO’ların ‘Toplum Mühendisliği ve ABD baskısı’ eşliğinde tüm Güney Amerika’ya yayıldı. Önceleri kaçak ya da karaborsada elde edilen bu tohumlara Brezilya’da Arjantin’li futbolcu Maradona’ya atfen ‘Maradona’ tohumları deniliyor. Brezilya başkanı Lula de Silva dahi ÇUŞ’lerin ve ABD’nin korkunç baskısına dayanamadı. Özel niteliği olan bu kimyasallar Monsanto, Cargill vs. tarafından ilkin ucuza verilip bağımlılık yaratılıldı, ardından yeni bir teknoloji ile ‘kendini öldüren tohum’lar – terminatör- tasarlandı ve tohumu satın almak zorunda kalan çiftçilere bu çaresizlik yetmezmiş gibi yeniden El Turco Menem–ABD işbirliği ile tohumlar için yasa çıkarılıp patent (Royalty Fee) ödemesi yapmak zorunda bırakıldılar. Sonuçta oyun, fakirleşen ve GDO’larla emeğine fazla gerek kalmayan köylünün toprağının yasal yollardan yada işbirlikçilerle çok düşük fiyat yada bedelsiz  gaspedildi. 2004 itibarı ile Arjantin tarımı % 48’i GDO olan soya ve bunun %97’si Monsanto’ya ait olan bir yapıya dönüştü. 1988-2003 arası Arjantin’in pekçok tarım ürünlerinin yanı sıra süt endüstrisi %50 geriledi ve daha bedelli olarak Uruguay’dan ithal edilir hale geldi.

Genetiği değiştirilmiş organizmaların diğer doğal tarım ürünlerinin ve kümes ve büyük baş hayvanların telef olması yada deformasyon sonucu yararsızlanmış gıdaların insanlarda mide kanserine (İsveç trypsin araştırması), kusma gibi çeşitli hastalıklara yol açan zararları olduğu kanıtlanmıştır. AMA, MİLYONLARCA DOLAR YATIRAN BİYOTEKNOLOJİ (AYNI PETROL ÇUŞ’LERİ GİBİ) YENİ DÜNYA DÜZENİNDE KAR AMAÇLI ÇIKARLARI İÇİN VAZGEÇMEYECEKLERDİR. NİTEKİM; ARJANTİNDE 20 YILDA ELDE ETTİKLERİ BAŞARIYI  IRAK’DA BİR AY İÇİNDE ELDE ETTİLER.

2003 YILINDA G.W.BUSH’UN IRAK’DA DEMOKRASİNİN TOHUMLARINI EKECEĞİZ DEMESİ ASLINDA MONSANTO’NUN GENETİK MÜHENDİSLİĞİ İLE ELDE EDİLEN TOHUMLARI EKECEĞİZ ANLAMINDAYDI!!...
Evet, Irak işgali ile herkes petrol ve ‘Büyük Orta Doğu’ projesi ile ilgilenirken arka planda yeni bir sömürü ve kontrol alanı olan biyoteknoloji tüm hızıyla yeni dünya düzeninde yerini alıyordu. ‘Kissinger & Associates’ şirketinin başına getirilen Paul Bremer, ABD adına Irak’ın da başına getirildikten sonra Irak adına düzenlediği yeni yasalarla (Coalition Provisional Authority-Irak’ın Geçici Koalisyon Yönetimi, Iraklı çiftçilerin refuze edemeyecekleri bir teklifte bulundu. Ya bizim genetiği değiştirilmiş tohumlarımızı satın alırsınız ya da ölürsünüz. Nitekim, yıllarca amborga altında kalan ve istila sonrası perişan olan Iraklılar, Geçici Koalisyon yönetimi ile bir gecede yeryüzünün en izole ülkesi olmaktan ÇUŞ’lere serbest ve en açık bir pazar haline getirildi. Şimdi, 10.000 yıldan bu yana dünyaya en güzel tohumlarını üreten Fırat-Dicle havzası Monsanto’nun zehirli tohumlarını satın almak zorunda...Hem de Bremer’in ‘şok terapi’ adı altında tüm uluslararası yasalara aykırı olarak.

Türkiye de artık topun ağzında. Tohumculuk yasası AKP’nin AB uyum yasaları dayatması ile değiştirilmekte ve yandaşları ile birlikte ÇUŞ’lere yol açılmaktadır. Çiftçinin tohum ayırma hakkı elinden alınmakta, tüketici olarak bizler tükettiğimiz gıdalarda GDO etiketlerini bile görmemekteyiz. Şimdiden, Arjantin ve Irak gibi kobay olma yolunda mıyız?.

*Bu işler 1974’de Henry Kissinger’in çok gizli andıç’ı -NSSM 200- ile başladı (ABD’nin güvenlik ve denizaşırı çıkarları için küresel nufus artışının etkileri). http://www.population-security.org/28-APP2.html
Referans, Seeds of Destruction (F.W.Engdahl)

Ateşan Aybars (Mart 2012)


http://www.kadikoydusunceplatformu.blogspot.com/

22 Mart 2012 Perşembe

Yöntem (Erol Erbirer, 22 Mart 2012)

YÖNTEM
Gerekircilik olmasaydı, o gerçeklikle ilgili hiçbir yasa olmayacaktı.

Doğa, toplum ve insan da onun konuları arasındadır. Burada en önemli sorunlardan birisi YÖNTEM sorunudur.

Doğadaki gerçeklik olsun, sosyal gerçeklik olsun, bilimin onun üzerine eğilip yasaları bulup çıkarması yöntem sayesinde olur.

YÖNTEM gerçeğin ya da doğrunun araştırılmasında tutulan yoldur. İşe şüphe ile başlar, elde ettiği sonucun görece olduğu bilincindedir.

YÖNTEM bilimin can damarıdır, onsuz bilim olmaz. Bilimsel bilgi gerçeğin sıradan fotoğrafını aşıp, saptanan olayların arkasında onları birbirine bağlayan bağları araştırır; gerçekliğin özünde olan örtüyü çıkarıp atar, içindeki genellik ve süreklilik çekirdeğini bulup ortaya çıkarır, ancak bu kolay değildir.

Toplum içindeki insan eylemlerini yönlendiren yasalarla, doğa bilimlerini yönlendiren yasalar arasında farklılıklar vardır. Örneğin doğa bilimlerinde DENEY söz konusu olurken, sosyal bilimlerde GÖZLEM ağır basar. Nedeni, sosyal bilimlerde işin içine insanların özgür iradelerinin girmesidir. İşte bunun için her bilimin kendine özgü yöntemi vardır.

17. yüzyıldan sonra bilimsel devrim yanlız doğa bilimleri ile sınırlı kalmadı. O yüzyıldan bu yana karşımıza insan bilimleri adı altında birçok bilim dalları çıktı. Ekonomi, politik, sosyoloji, psikoloji, antropoloji gibi ve bunların her birinin kendine özgü yöntemleri var.

Bu durum her geçen gün artan bir hızla insanları bilimsel alanın içine çekiyor. Son olarak sayın hocamız Mustafa Özcan’dan öğrendiğimize göre 21. yüzyıl hızla holistik bilime doğru yönelmiş durumdadır.

Erol Erbirer (22 Mart 2012)


http://www.kadikoydusunceplatformu.blogspot.com/

13 Mart 2012 Salı

Yaklaşık Değerler (Erdoğan Merdemert, 13 Mart 2012)


Yaklaşık Değer ve Bulanık Mantık


Başlıktaki iki tanımlamanın kesişme noktasında açığa çıkan belirsizlik bile kendi kendini anlatamayacak kadar bulanık duruyor. Herhangi “birşey” ayrım varlığıdır, ayrım ise sınır taşır, sınır ise aynı zamanda bir başka sınırın da sınırı olduğundan, fiziksel yapılarda bu, kuantum atom modelindeki birbirine değen elektronların sınırı anlamına gelir. Atomik yapılardaki farklılıklar, bağlaşım yolu ile kümeleşmeye ve şekillenmeye neden olurlar ama onların bu seviyedeki yapılarının, sözü edilen farklılıklardaki sayısal kesinlikleri, her bir ayrım varlığı için eşit olmaz. Bu yoldan gidildiğinde anlaşılan şey, aynı isimdeki iki nesnenin özdeş olmaları gerektiği halde mezo ölçekte ayrı algılanmaları anlamına gelir. Bir pozisyondan diğerine geçen veya titreşen enerji durumları için de durum kendi seviyeleri açısından benzer haldedir.

Böylece birbirine eşit veya birbirinden farklı hiçbirşey yoktur, ayrım veya özdeşlik bu nedenlerden dolayı her zaman yaklaşık değerlerde ve bulanık yapılardadır. Matematikte birbiri ile eşit ölçülerde olduğu kabul edilen iki nesnenin büyüklüğü tam sayı ile ifade edilmemelidir çünkü bu eşitliklerin molekülleri sayıldığında eşit çıkmayacaktır ve yine pratikte bir bütünü onun birleşimindeki elektronların arasından tam olarak ikiye bölmek mümkün olmayacaktır, onların bu yaklaşık değerleri matematikte irrasyonel sayılarla açıklanır ama tam sayılar yoluyla da yanlışlanır. Böyle hatalı hesaplamalar, yaşadığımız seviyedeki geleneksel teknoloji açısından ve hatta uzay teknolojisi açısından sorun yaratmaz. O zaman sorunun ne olduğunun açıklanması gerekir ki şimdi kabaca bu düzensiz/düzenlilik, bu hassaslığın peşine düştüğünde böyle bulanık mantık sisteminde kendisini kesinlikten ve sayısallıktan biraz geride bulur, aradığına hep yaklaşır, yaklaştıkça bulanıklaşır sonra tekrardan dener.

Sorun, ölçme tekniklerinde kullanılan materyallerin atomlardan yapılmış olmasına rağmen onlar ile atomal yapıların ölçülmesinden kaynaklansa da alternatif olarak kullanılan bulanık mantığın değerlilik yapıları da bu sorunu aşamaz. Ayrımda, farklılaşmada ve bütünleşmede tam bir kesinliğin olmaması entropi anlamına gelir, evrim ve entropi bu hassas ölçüler sayesinde kaostan düzenliliğe ve oradan da mutlak özdeşliğe yani mutlak sıfır dereceye doğru yol alır.



Erdoğan Merdemert (13 Mart 2012)


http://www.kadikoydusunceplatformu.blogspot.com/

7 Mart 2012 Çarşamba

Bilimler Üçlü Grubunun Evrensel Süreğen Döngüsü (Mustafa Özcan, 6 Mart 2012)

Bilimler Üçlü Grubunun Evrensel Süreğen Döngüsü

Diğer bazıları gibi bu makale başlığının da ilk okunuşta söylenilmek isteneni anlatmıyor olmasından şikayetçi olunmasını gayet normal karşılıyorum. Başlık oldukça müphem; çünkü anlatılmak istenen şey ifadenin bütününde örtük olan özanlamda saklıdır. Özanlamı, kullanılan sözcüklerin bütünleşmeleri sonucunda ortaya çıkan, yani tek tek anlamlarının toplamından fazlası olarak beliren ‘artı değerdeki anlam’dır, diye tanımlayabiliririz.
Bir anlatımın özanlamının ne olduğunun açıklanabilmesi genelde sözcelemenin yapı, işlev ve kullanım boyutlarının “tersine mühendislik” (reverse engineering) yapılarak dilbilimsel çözümlemesi ile mümkün olabilmektedir. 
Ama anlatılmak istenen şeyin  bir açıklaması olmasa bile ne ima ettiğinin sözcüklerin birbiriyle olan ilişkilerine dikkatlice bakmakla bu yola başvurmadan da anlaşılabileceğini söylemeliyim. Buna üstünkörü Hyelmslev glossematiği diyebiliriz.
Öte yandan bu makalede, konunun kavramsal temelleri üzerine yoğunlaşmak istediğimden diğerlerinde bolca bulunan gönderme, bilgilendirme, kökenlendirme, dilsel  yenileştirme ve yeni terim oluşturma gibi akademik-bilimsel anlatım düzleminin bu tip öğelerine mümkün olduğunca az yer vermeye çaba gösterdim, ama ne de olsa her insanın kendini frenleme yeteneğinin farklı olduğunu siz de görüyorsunuz!
Bir de bu konuyu, daha önceki denemelerimden ayrık olarak olaylara kuramsal yönüyle çoklu yerine bir tek perspektiften bakarak ve de en önemlisi, bilimleri tek bir bilim gibi görerek irdeliyorum. Hal böyle olunca, başlığı bu tek perspektiften görünen özanlamı örtülü olarak temsil eden bir kompozisyon neliği ile oluşturmaya çalıştığım için uzun oldu.
Her şeyden önce başlık sözcelemesinin bilim, grup ve evren (nesnel-kültürel evren anlamındadır) dışındaki terimlerinin alışılagelmiş, bildik, çok kullanılan türden olmadığı hemen anlaşılıyor. Çok bilinen bilim ve evren terimlerinin ise kavramsal içlem ve kaplamının gösterdiği çeşitlilik, genişlik ve derinliğinin zaten birer gayya (yerküre, gaia) kuyusu olduğu bellidir. Öte yandan yüzyılı aşkın süreden beri bilinenlere yeni anlamların (manaların) eklenmesi bu iki kavramın da içeriğinde ciddi kaplam sınırı genişlemeleri ve özanlam farklılaşma ve kaymaları oluşturduğu başka bir gerçektir.
Sonuçta kavramların özanlamlarındaki ( mealinde, içlem yönsemesinde) bu değişmeler birikerek eksensel kaymalar olarak da belinen anlam yenilenmelerini ortaya çıkarmıştır. Bu konu Blog’daki BBS (Bildik Bilimin Sonu) ve SKS (Sosyal Kültürel Sistem) deneme yazısı dizilerinde enine boyuna ele alınarak açıklanmaya çalışılmıştır.
Üçlü grup (İng., “triyadic” veya “triple group” veya “three tuple”) terimi, üç noktadan bir düzlem geçer deyiminde belirtilen, çoğu kez ‘saçayağı, üçayak’, ‘nirengi’ eğretilemeleri ile ifade edilen olguyu, yani “ayrılmaz bir üçlü olma durumu”nu anlatıyor. Bu nitelemeyi, formel, doğal ve insani (toplumsal) diye belirtilen genel etkinlik alanlarından oluşan bilim dediğimiz olgunun üç öğeliliğine karşın özde bütünsel olduğunu karakterize etmek için kullandım. 
Üçlü tek grup için, atomaltı parçacıklar evreninde üç kuarkın birbirinden ayrılamaz şekilde parçalanmaz bir bütün olan protonu oluşturması olgusunu çok tipik bir örnek olarak gösterebiliriz. Buna, önceki tümcede üçüncü sözcük olarak geçmiş olan ve pek çok Türk dilinde ‘üçün’ biçimiyle de kullanılan ‘için’ sözcüğünün ‘üçlü olan’ şeklindeki etimolojik kökenden geldiğini ve günlük dil mantığında ikinin soyut veya somut üçüncü tamamlayıcısı olan dayanak noktasını, yani diğer ikisinden ayrılmazlığı vurgulamak için kullanıldığını anlatan diğer bir örnek olarak verebiliriz. Ayrıca iki örneğin özdeksel ve kavramsal dikotomik kutupsal çift oluşturduğunu da yeri gelmişken belirtmek isterim.
Aynı şekilde, Norman K Derzin’in sosyal bilimlerde kalitatif sorgulama yöntemi için geliştirdiği üç şeye, örneğin pratik incelemeye, kuramsal perspektife ve bilgi kümesine başvurmak şeklindeki bir üçlemeyi gerekli gören Nirengi (Üçgenleme, Triangulation) Stratejisi’ni de bu kapsamdaki ilginç örnekler arasına koyabiliriz. Bu arada nirengi sözcüğünün bir işin sırrı, büyüsü anlamına geldiğini anımsarsak konunun eskilerin dünyasında bile ne denli gizemli olduğunu farkederiz.
Diğer taraftan Süreğen döngü sözcesini, ‘üç öğeli bölünmez, paçalanmaz yapı’nın bu özelliğini, değişmeyen bir örüntü olarak zamanla kendiliğinden tekrarlanan görüngüler (fenomenler) şeklinde ortaya çıkarmakta olduğunu anlatan çift terimli bir deyiş olarak kullandım. Bu kısaca, Eski Türkçe’de devridaim, Latince’de perpetuum sözcüklerinin temsil ettiği durumun Yeni Türkçede ifade ediliş biçimidir.
Dikkatli okuyucular döngü yerine Yeni Türkçe de olsa çevrim sözcüğünü kullanmak istemediğimi hemen farketmiş ve nedenini merak etmiştir. Çevrim sözcüğünün daha önce elektrik ve elektronik mühendisliği alanlarında genel olarak Eski Türkçe ‘devre’ ve ‘hat’ sözcüklerinin yerine kullanılmış olduğu anımsadıklarında onu kullanmamamın nedenini anlayacalardır. Neden ise basit: Çünkü benim burada kastettiğim şey ne devre, ne de hattır. Bu iki sözcüğün çok bilinen bu anlamları İngilizceden ithal edilmiştir ve “loop” ve “line”ın karşılığı olarak kullanılagelmiştır. Dolayısıyla yanlış kullanımları bir yana ikisi de benim vurgulamak istediğim durumu karşılamaktan uzaktır. Nihayetinde bu durumda ben de tekrarlı ve sürekli olan bir çevrimin var olduğunu belirtebilmek için süreğen döngü deyişini kullanmayı uygun buldum.
Gelelim konunun kilit noktasına: Daha önce de belirttiğim gibi, bilimin formelllik (mantık), doğa (özdeksellik) ve insan (toplumsallık) kaynaklı bilgilerden üçlü ayrılmaz ögeler şeklinde oluşmuş bir yapı olarak sistemleşmiş olduğunu düşünüyorum. Açarsak; formel mantık, insan anlığı için temel bilgi kaynağı iken, bu doğa bilimleri için canlı ve cansız doğanın ta kendisidir. İnsan bilimlerinin bilgi kaynağı için söylenecek şeyse, bu alanın bilgilerine toplumsalın yanı sıra insan anlığının, yani bireyselin de kaynaklık ettiğidir. Hatta bireyin, toplumda değişimi tetikleyen fail olması nedeni ile kollektif  içindeki rolünün bu alanın bilgileri için ana kaynak olduğunu bile söyleyenler az değildir.
Bilimler tarihine dikkatlice bakılınca, bilimi bütünleyen formel yapı, doğa ve insan üçgeninin  bu ayrılmaz öğelerinin bilgi kaynağı niteliğiyle hep birlikte ortaya çıkış ve gelişiminde bir  dönemselliğin var olduğu görülmektedir. Gerçekten de, bilim için ortaya çıkış ve gelişimde ilkin (primeval, ilk saf olan) ve ilksel (primordial, ilk var olan) sağın (sahih, exact) bilgi kaynakları olarak gösterebilecek alanların
·         sayı sayma ve çizgi çizme,
·         taş yontma ve gök cisimlerini betimleme ile
·         geçim sağlama ve iş bölümü  
olduğunu söyleyebiliriz. Görülüyor ki bunlar sırasıyla üçlü bilimin formel-mantıksal, doğasal-özdeksel ve insani-toplumsal bilgi kaynaklarını  temsil etmektedir
Gene ayrıca biliyoruz ki, bu olgular bilgi kaynağı mahiyeti ile demografik nicel büyümenin etkisinde kalarak önce inançsal, sonra metafiziksel (felsefi), sonunda da bilimsel anlayış temelindeki nitel diyalektik dönüşümlerden geçen belirim evrelerinin üç aşamalı dizilimi ile tarih anlayışımızın da özdinamiğini oluşturmaktadır. Her bir evredeki üç öğeli tekli grup, o dönemin anlayış, yaklaşım ve yapılanışına uygun bir şekilde dönüşüp oluşan bir yapısallık olarak insani anlıksal evrimin süreğenliliğini ve böylece de onbin yılları bulan tarihsel bütünlüğü sağlama işlevini görmüştür.
İnançsal evrenin tipik bir dönemi olan Tarihöncesinin sayma, astroloji ve geçim gibi alanları bugünkü bilimsel kozmozun (evrenin) formel, doğa ve toplum (insan) bilimlerine karşılık gelmekte olduğu anlaşılmaktadır. Ortaçağın, metafizik evre için iyi bir örnek oluşturduğu genel kabul gördüğüne göre bu evre için matematik, gökler mekaniği ve felsefeyi üçlü grubsallığın temsilci öğeleri olarak sayabiliriz.
Görülüyor ki bilim de  inanç evresindeki gibi çok tanrılıktan tek tanrılığa geçiştekine benzer bir dönemden geçecektir. Bu bakımdan, inançtaki politeizmden monoteizme geçişte olduğu gibi bilimde de diyalektik sürece uygun olarak yaşanacak bireşimci bir dönemin önümüzde var olduğunu söylemek artık kehanet olmasa gerekir.
Sonuç olarak da; önümüzdeki bu dönemin bilinen adıyla holistik bilimden başkası olmayacağını söyleyebiliriz.
Mustafa Özcan (6 Mart 2012)


http://www.kadikoydusunceplatformu.blogspot.com/